5 Mayıs 2014 Pazartesi

Ütopyalar ve Distopyalar Arasında Alaylarla Kaf Dağı’na Hareket



Bu dünyada ender raslanan olağanüstü olayların birinde, pek çok ülkede yüksek satış sayılarına ulaşmış Ecotopia adlı ütopya romanının müellifi, aktivist Ernest Callenbach, geleceğin dünyasına ilişkin gözlem ve önerilerini içeren son yazısını ölümünden sonra yayınlanmak üzere, favori mecralarından birine “gönderir”. Daha doğrusu, üzerinde aylarca çalıştığı yazıyı bilgisayarındaki dosyasında saklı tutmuş, yakından takip ettiği internet sitesinde (Tomdispatch.com) yayınlanmasını, bir çeşit vasiyet olarak kendi yayın temsilcisinden rica etmiştir. Yazarın “vasiyeti”, zaten onun sadık okurlarından biri olan blog kurucu-editörü Tom Engelhardt tarafından seve seve yerine getirilir ve “Ekotopyacılara Mektup”, yazarın ölümünün hemen ardından, onun seçtiği yerde yayınlanır. Poe’nun hikâyelerini aratmayan bir “hayat sanatı taklit ediyor” durumu yani: Ölüden gelen mektup. İlk yayınlanış tarihi 2012 Mayıs.

Karanlık kehanetler içeren risalenin açılış paragrafında şöyle diyor yazar:
“Önümüzdeki karanlık zamanlarda, yani bir yüzyıl ya da daha uzun zaman sürecek son derece zor zamanlarda işe yarayabileceğini düşündüğüm bazı düşünce ve davranış tarzlarını derleyip toparlamak uygun olabilir diye düşündüm...”

Burada, çöküş haline geçmiş bir imparatorlukta (ABD) ve aslında ondan pek farklı durumda olmayan geri kalan dünyada, sıradan insanlar olarak gittikçe azalan ayakta kalma şansımızla nasıl canlı kalabileceğimizin ipuçları üzerinde duruluyor. “Büyük Resim”e bakıyor yazar: “Değerli küçük gezegenimiz”in neredeyse her yerinde ekolojik yıkımın, siyasi ve ekonomik çöküşün, birbiriyle asla uzlaşmaz ideolojik ve dinsel çatışmaların, yoksulluk ve kıtlığın kol gezdiğini, bu tablonun ileride büsbütün vahimleşeceğini söylüyor.

Aslında çağımızın birçok düşünür, yazar, gazeteci ve aktivistinin son zamanlarda gitgide daha büyük bir netlikle ortaya koyduğu bu karanlık tablonun sorumlusu kim? Acayip zengin, küçük bir plütokrasinin gittikçe yoksullaşmış, eğitimsiz ve umutsuz bir insan kitlesi üzerinde kurduğu egemenlikten bahsediyoruz. Çürümeye terkedilen yeryüzünün bağrından sonsuz bir hızla, durmaksızın azami serveti söküp çıkarmak ve bunu gittikçe canı çıkan orta sınıfların sırtından, gittikçe daha fazla şiddet kullanarak yapmakta olan bir “yağmacı elit”ten.

Böylesine eşitsiz, hakkaniyetsiz bir düzenin, gittikçe çöken ekolojik ortamda varlığını uzun vadede sürdürmesi imkânsız; ama ömürlerini uzatmasının çeşitli araçları var. Bunların en önemlileri, güçlü polis devletleri oluşturmak, askerî kontrolü sıkılaştırmak, medyayı sürekli manipüle etmek, ve – hiç olmazsa bir süre için – eksiksiz gözetleme/dinleme mekanizmaları oluşturmak.
Tarihin en etkileyici ekolojik ütopya kitaplarından birinin yazarının, ölümünden önce kaleme aldığı son risalesinde, büyük resim olarak gerçek dünya halini daha çok bir distopya halinde tasvir etmesine çok da şaşmamamız gerekiyor herhalde.
Distopyalardan bahsederken, geleceğin en büyük distopya vizyonlarını ortaya koyan iki yapıtın, George Orwell’in “1984”ü ile Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı olduğu konusunda genel bir mutabakat olduğu söylenebilir. Öteden beri, dünyanın karanlık gidişâtı üzerinde kafa patlatanların arasındaki en önemli tartışma konularından biri, bu iki önemli yazardan hangisinin haklı çıkacağı idi. Orwell’in “Büyük Ağabey” vizyonundaki gibi kaba kuvvete, sertlik ve şiddete dayalı aşırı baskıcı bir güvenlik ve gözetleme devletine mi dönüşecektik? Yoksa Huxley’in öngördüğü gibi eğlence ve gösterilerle büyülenmiş, teknolojiye esir düşmüş ve kendi “baskıcı” devletimize meftun olacak kadar sınırsız tüketim tarafından iğfal edilmiş bir “gösteri toplumu” mu olacaktık? Uzun yıllar sonra, bugünlerde artık bu tartışmaya bir nokta koymuş olduğumuz söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki, yazarların her ikisi de haklı çıktı. Bunu belirten gazeteci, yazar ve aktivist Chris Hedges’e göre, Huxley köleleşmemizin ilk aşamasını, Orwell de ikinci aşamasını öngörmüştü.
Yine Hedges, Mısır’da ordunun bu yaz gerçekleştirdiği korkunç kitle katliamını, böyle bir “distopya”nın gerçek hayattaki günümüz versiyonundan bir kesit olarak ele alıyor ve “...dünya elitleri ile dünya yoksulları arasındaki daha geniş kapsamlı küresel savaşın habercisi” olarak yorumluyordu: “Azalan kaynakların, müzmin işsizlik ve eksik istihdamın, nüfus fazlalığının, iklim değişikliği yüzünden mahsul verimindeki düşüklüğün ve yükselen gıda fiyatlarının yol açtığı bir savaş.”
Günümüzün önde gelen bilim tarihçilerinden Naomi Oreskes ve Erik Conway, de ABD’nin saygın bilim ve sanat dergisi Daedalus’ta yeni yayımladıkları makalede distopyaların en yenisini sunuyorlar: “Serbest” piyasa köktenciliğine körükörüne bağlanan ve tümüyle kendini aldatma ideolojisine saplanan Batı Medeniyeti’nin, küresel iklim değişikliğine bağlı olaylar yüzünden 2073 yılında Büyük Çöküş’ünün ve Büyük Kitle Göçü’nün ardından 2074’te dünyanın ikinci karanlık çağına girişini, yüzyıllar sonra, dünyada ayakta kalmayı başarmış az sayıdaki topluluklardan “İkinci Çin Halk Cumhuriyeti” tarihçilerinin gözünden hikâye ediyorlar.
Elinizdeki kitap, İklim Savaşları – Dünya Aşırı Isınırken Hayatta Kalma Mücadelesi, yukarıda kısaca bahsedilen distopyaların en önemlilerinden biri olarak kabul edilebilir. Diğerlerinden önemli bir farklılığı, buradaki ana aktörün, insan kaynaklı iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın gezegende meydana getireceği korkunç tahribatı distopyasının ana eksenine oturtmuş olması. Gwynne Dyer, başta para tarihinin gördüğü en kârlı devasa petrol, kömür ve enerji şirketleri olmak üzere, Callenbach’ın “yağmacı elit” diye adlandırdığı o muazzam güçlü plütokrasinin satın ve teslim aldığı yerleşik medyanın ve devlet/siyaset bürokrasinin söylemediği – dahası hasır altı ettiği – temel bilimsel gerçeklerin birçoğunu sakınmasız bir dille ve büyük bir cesaretle dile getiriyor.
Yazar, aynı zamanda, belki de kısmen anlaşılabilir kaygılarla, gezegeni – üstündeki canlıların büyükçe bölümüyle birlikte – tam yıkıma götüren sürecin bilimsel kanıtlarını görmezden gelme ve işimize gelmeyen o korkunç gerçekleri kendilerine göre yeniden “kurgulama” eğilimine kapılan birçoğumuzu da ürkütmekten, oturduğumuz rahat koltuktan hafifçe sıçratmaktan kaçınmıyor: Önümüzdeki 10 sene içinde gıdanın Ürdün’de karneye bağlanmasından, 15 sene içinde tam yeryüzü cehennemine dönüşen ABD-Meksika sınırında makineli tüfeklerle taranan “kaçak”lardan, 2036’da Pakistan’la Hindistan arasındaki acayip nükleer “çarpışmadan” ve bundan “galip çıkan” Pakistan’ın zaferine Pirus’un bile şaşıp kalacağından; 2045’te iç savaşın ardından kitle göçüne zorlanan yüz milyonlarca Çinliden, uçuk yeşil gökyüzü altında mor-yeşil bakteri çorbası halindeki “ölü” okyanuslardan bahsediyor. Bunların tümünün yeni bilimsel araştırmalara dayanıyor olması, daha da ürkütücü.
Ve bir de, sadece 12 yıl sonrasının Türkiye’si “öngörülüyor” kitapta: Suriye ve Irak’ın su için Türkiye’ye saldırmaları, savaşı kaybetmeleri, Türkiye’nin savaşı kazanması; ve fakat kazandıktan sonra milyonlarca İranlı ve Arap göçmeni ülkeden kovması, bir on sene içinde başgöstermesi mukadder olan, ama devlet sırrı olarak saklanan ve halka asla söylenmeyen kıtlık felaketi...
Suriye’deki iç savaşı tetikleyen başlıca faktörün 2006 yılında başlayan kuraklık-kıtlık-gıda fiyatları yükselmesi-açlık-isyan-hükümet baskısı zinciri olduğu, önde gielen analistler tarafından kısa süre önce yazıldı. Dwer, bu iç savaşın korkunç boyutlara ulaşmasından ve bölgeyi tehdit edecek boyutlara ulaşmasından önce kaleme aldığı kitabında güçlü öngörüler geliştiriyor. Suriye’nin korkunç yıkım manzarasının kökeninde “Bereketli  Hilal” bölgesinde iklim bozulmasının yattığını söylüyor. Buna bağlı olarak, yıllardır süregelen kuraklığın, susuzluğun ve gıda fiyatlarındaki artışın da çatışmaları doğurduğunu tespit eden, yine bilimsel temelli kuvvetli senaryolar yazmayı başarıyor. Kitabın Türkçe’de yayınlanması, Türkiye’nin özellikle güneydoğu komşularıyla nasıl bir ilişki çerçevesi içinde kalacağının ciddi tartışma konusu olduğu şu günlerde büsbütün önem kazanıyor.
Dyer’ın Türkiye için çizdiği yarı-karanlık hikâye 2036 yılındaki savaş ve göçmenlerin kovulması ile sona eriyor ve kitap ondan sonrasına ait bir senaryo içermiyor. Ama, İklim Savaşları’nın temel mantığını doğal sonuçlarına uzatırsak, karşımıza ilginç bir paradoks çıkabileceğini görürüz. Şöyle bir durum tahayyül edilebilir: 2071’de Türkiye Malazgirt savaşının bininci yılını tarihinin en görkemli kutlama törenleri ile kutlama hazırlıklarının sonuna gelmiştir. Tam tamına o günlerde, talihin garip bir cilvesi sonucu, Oreskes ile Conway’in öngördükleri büyük Çöküş gerçekleşir. Türkiye de, tamamen eşzamanlı olarak, kendi ağırlığı altında çöken Batı Medeniyetinin o muazzam gümbürtüsü altında kalıp kendisi de büyük bir çöküşe gidebilecektir…
İklim Savaşları kitabının, yayımlandığı bütün dillerde, şimdi de Türkiye’de, yeryüzünün bu en önemli – hatta tek önemli! – meselesinde, siyasî karar alıcıları, artık daha fazla vakit kaybetmeden ciddi şekilde harekete geçmeye ikna etmesi umulur. Tabii aktivistleri de, aynı şekilde. Onlarsa, bu kitabı ve bunlar gibi değerli kitapları okumakla edinecekleri değerli ek bilgi ve gözlemleri, karar alıcıları etkilemekte kullanmak üzere hızla harekete geçseler ne iyi olurdu.

Ömer Madra
İstanbul, Eylül 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder