8 Ekim 2013 Salı

Anlatılan, Bizim Hikâyemiz




Anlatılan, Bizim Hikâyemiz

Yeryüzünün gelmiş geçmiş en kapsamlı, en özenli ve dakik şekilde uzman denetiminden geçmiş bilimsel araştırma sürecinin sonuçları geçen ayın sonlarında yayınlandı. Muhtemelen, bilimler âleminin herhangi bir alanında ve insanlık tarihinin herhangi bir ânında yapılmış en sıkı meta-analizden söz ediyoruz. Şimdiye kadar üretilmiş en sağlam bilimsel belgeden.

BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Kurulu’nun (IPCC) çığır açan 2013 raporu bu. Mesajı, artık hiçbir tartışmaya meydan bırakmayacak kadar açık. Korktuğumuz başımıza geliyor maalesef: Gidişat, düşündüğümüz kadar kötü, ey okur.

Üstelik, rapor son derece muhafazakâr sayılır; kanıtlar, uzmanlardan bir tekinin bile itirazı durumunda metne dahil edilmiyor çünkü. Hatta, üzerinde araştırmacıların tam mutabakatı olan tespitler dahi, hükümet temsilcilerinin itirazı halinde, bir kez daha elden geçiriliyor.

Evet, tartışmaya mahal yok. Araştırmadaki tüm kanıtlar dünyada hararetin arttığını, buzların çözüldüğünü, buzulların ricat ettiğini, denizlerin hem yükselip hem asitlendiğini, havaların gittikçe acayipleştiğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Sürecin hızlanarak artacağını da. Korkunç yıkımın önünü almanın tek yolunun kendi elimizde olduğunu da. Yani, petrol, gaz ve kömürü toprak altında, yerli yerinde bırakmak zorunda olduğumuzu da...

Çatırtıyı duyuyor musunuz? Yeryüzünün en yetenekli uzmanlarından yüzlercesinin altı yıllık hummalı bir çalışma sonunda ortaya koyduğu bu çığır açıcı rapor, kılı kırk yaran, kuru ve nesnel diliyle müthiş çarpıcı bir hikâye anlatıyor aslında. İnsanlığın evrilip mamur ve müreffeh bir medeniyet kurduğu o mülayim, ılıman iklimin büyük bir gümbürtüyle çöktüğünü söylüyor bize. Binbir türlü başka yaşam biçiminin de buna bağlı olarak yokolup gitmesinin hikâyesini anlatıyor.


“Kalp Hastası, Şişman, Sigara Tiryakisi: Gezegen”

Artık burada bir soluklanmalı, dilimizi çıkarıp aynada kendimize bakmalıyız. Dilimizde bir sorun var. Yazar ve aktivist George Monbiot’nun deyişiyle, iklim değişikliği ve küresel ısınma terimleri, içinde bulunduğumuz durumu ifade etmede çok yetersiz kalır. De nobis fabula narratur. Anlatılan, bizim hikâyemiz çünkü! İklimin yerlebir oluşunun hikâyesi. “Pekâlâ öngörebildiğimiz, ama tahayyül etmekte âciz kaldığımız bir felaket bu,” diyor Monbiot. Ve devam ediyor: “Tuhaf biçimde, önünü almak için yeterli donanıma bir türlü sahip olamadığımız muazzam bir felaket.”1

Mecaz, her zaman değilse de bazen çok işe yarıyor. 30 yıldır acayip havaları kovalayan meteorolog Jeff Masters, IPCC raporunu yorumlarken, hastalık metaforuna başvurmayı seçmiş. Son 15 - 20 yıl içinde atmosferde, okyanuslar ve buz(ul)larda meydana gelen değişikliklerin sonu gelmez listesi, yatalak hastanın laboratuar sonuçlarını çağrıştırmış ona: “Gezegenimiz, pofur pofur sigara tüttüren aşırı kilolu bir kalp hastası gibi,” diyor. “Hasta, yaşam tarzında temel değişiklikler yapmazsa eğer, hastalık çok ilerleyecek, felç ya da ölüm belirgin olasılıklar haline gelecek. Kendimizi toparlamak için muazzam bir gayret gösterebiliriz, göstermeliyiz de zaten.”2

IPCC raporu dünya “karbon bütçesi”nin yarısı ile 2/3’ü arasında bir kısmının harcandığını ortaya koyuyor. Bu bütçenin âcilen masaya yatırılması gerekiyor. Sera gazı salımlarını radikal biçimde kısacak politikalar hemen yürürlüğe konmazsa, o zaman: “yandı gülüm keten helva”.


Önümüzde belki de sadece 15 yıl var!

Dünyanın önde gelen iklim ekonomisti Lord Stern’in önümüze koyduğu seçenek çok net: Radikal “bütçe kesintileri” olmazsa insanlık 15 - 25 yıl içinde limiti aşacak. Bunun anlamı şudur: Geri dönüşü olmayan noktaya varmak için önümüzde belki de sadece 15 yıl var!3 

Söz limitlerden açılmışken, bunları bile zorlayan yeni bulgulardan bahsedebiliriz. Çok yeni tarihli oldukları için, IPCC’nin meta-analizinde yer alma imkânı bulamayan yeni birkaç araştırma daha yayınlandı son haftalarda. Yeni veriler, bunları destekleyen bilimsel kanıtlar ve bunlar doğrultusunda yapılan uyarıların dozu ise, istense de daha vahim olamazdı doğrusu...

Meselâ, yeryüzündeki tüm hayatın kaynağı olan okyanuslarda insan kaynaklı ısınmanın, asitlenmenin ve oksijensizleşmenin hızı da, oranı da, etkileri de, daha önceki tahminlerin çok çok üzerinde çıktı. Okyanusların durumu üzerinde çalışan en yetkili uluslararası kuruluş IPSO, deniz limitlerinin 300 milyon yıldan (hatta belki ezelden) beri görülmemiş boyutta zorlandığını açıkladı. Son büyük kitlesel yokoluş süreci başlamış olabilirdi.4
İkinci bir araştırma, saygın Potsdam Merkezi’nden geldi. Alman uzmanların iklim araştırması ürkütücü yeni veriler ortaya çıkardı. Veriler, Lord Stern’in IPCC raporuna bakarak koyduğu limitleri de zorluyordu. Araştırmaya göre, aşırı sıcakların sayısı sadece 7 yıl içinde iki kat, 2040’a kadar da dört kat artış gösterecekti! Müdahale edilmezse, aşırı sıcaklar 2100’e kadar dünyanın yüzde 85’ine yayılacak. Kara parçalarının yüzde 60’ında kuraklık, ziraî ürün kaybı ve orman yangınları gözlenecek.5 Meali şudur: Kuraklık, kıtlık, açlık, yangın, savaş...
Stanford Üniversitesi iklim bilimcilerinin son araştırması ise tam bir dehşet filmi senaryosu gibiydi: Gezegen, dinozorların soyunun tükendiği dönemden bu yana gördüğü en büyük iklim değişikliklerden birini geçirmekle kalmıyordu yalnızca. Aynı zamanda bu değişiklik, son 65 yılda tespit edilebilen değişim hızından da 10 kat hızlı olacaktı! Ve, müdahale edilmezse, bu aşırı tempo yüzyıl sonunda yıllık sıcaklık ortalamasında 6 dereceye kadar çıkabilecekti.6 Meali: Kuraklık, kıtlık, açlık, savaş, yangın, yıkım, yokoluş.
Suriye’de İç Savaş, Mısır’da Darbe ve Katliam
Savaş ve yıkım demişken, bu bağlamda iki önemli olgudan, Suriye ile Mısır felaketlerinden bahsetmeden olmaz. Suriye’de sadece 2,5 yıl içinde en az yüz bin ölüme, milyonlarca yaralıya mal olan, toplam nüfusun üçte birinin yerinden yurdundan olmasına yol açan bir iç savaş yaşanıyor. Bunu tetikleyen etkenlerden birincisi, iklim kriziydi! Deneyimli siyasî analist William Polk anlatıyor: 2006’da başlayan büyük kuraklık, ülkede kıtlığa ve gıda fiyatlarının yükselmesine yol açtı. Kitleler kırsaldan şehirlere göç etti ve varoşlarda seyyar satıcılık, çöpçülük yapmak, Filistinli ve Iraklı göçmenlerle rekabete girmek zorunda kaldı. Sonunda, Deraa’da küçük bir protestoyu Esad yönetimi hunharca bastırınca olanlar oldu.7 Dante’nin Cehennemi’nin iç halkasını andıran yıkım sürecini başlatan “şey”, işte bu kadar “basitti”.
Mısır’daki askerî darbe ve ardından gelen soğukkanlı katliama gelince. Yazar Chris Hedges, katliamın hemen ardından yazdığı makalede olayı sıcağı sıcağına şöyle analiz ediyordu: “Mısır’da olup bitenler, dünya elitleri ile dünya yoksulları arasındaki daha geniş kapsamlı küresel savaşın habercisi: Azalan kaynakların, müzmin işsizlik ve eksik istihdamın, nüfus fazlalığının, iklim değişikliği yüzünden mahsul verimindeki düşüşün ve yükselen gıda fiyatlarının yol açtığı bir savaş bu... İnsanlığın gezegen üzerindeki ikametinin son merhalesine mührünü vuracak olan şey, ölüm kalım savaşlarıdır. Bu savaşların neye benzeyeceğini merak edenler varsa, Kahire’deki şehir morglarından herhangi birini ziyaret etmeleri yeterli olacaktır.”8 (vurgular bizim – ÖM)


Gidişata Müdahale Edilmezse Ne Olur?

Peki, tüm saflığımızla soralım o zaman:  Gidişata “müdahale edilmezse”, yani limitler aşılır, fosil yakıtlar yakılır ve dahi karbon bütçesinin tamamı kullanılırsa ne olur?

Dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden James Hansen, IPCC raporunun açıklanmasından hemen önce yayımladığı önemli makalede, bu naif soruya tüyler ürpertici netlikte bir cevap getiriyor: “Fosil yakıtların tümünü kazıp yeraltından çıkarmayı ve yakmayı ‘başarırsak’, uzak gelecekte gezegenin bazı bölgeleri insanlar açısından kelimenin tam anlamıyla yaşanmaz hale gelecektir ... Buzlardan arınmış bir Antarktika ve insandan arınmış, ıssız bir gezegen. Himalayalar’daki hava sıcaklıkları insanlara hâlâ cazip görünebilir belki. Ama, sağ kalabilmiş çoğunluğun, bir avuç zenginin bu bölgenin üstüne oturmasına razı geleceği çok şüpheli. Gezegendeki diğer türlerin çoğunun imha edildiği bir ortamda insanların hayatta kalacağını düşünmek de bir o kadar zor.”9 

Şimdi tekrar soralım: Masters’ın sözünü ettiği o “üstün gayret”i gösterebilecek miyiz? O gücümüz var mı? Bilinmez. Dünyanın efendileri, her yerde siyasi liderleri de yedeklerine alıp o sınır tanımaz kâr hırsları, gözü dönmüşlükleri ve kibirleriyle doğayı, insan hayatını ve tüm canlılar âlemini târumar ediyor. Kültür eleştirmeni Julien Benda’nın 1927 tarihli “Aydınların İhaneti” risalesini hatırlamadan edemiyor insan. Demokrasinin ve medeniyetin geleceği, entelektüellerin cesaretine bağlı. Okumuş yazmış takımı, kendi çıkar kaygılarını, pratik hayat hesaplarını bir yana bırakır, muktedirlerin çıkarlarına ve gücüne karşı direnme cesaretini gösterebilirlerse, ancak o zaman, toplumun vicdanı ve “ıslah edicisi” rolünü oynayabilirler.10


“Gezegen Elden Gidiyor...” Manifestosu (Mart 2013)

Hatırlayalım. 2013 Mart ayı sonunda, Türkiye’nin önde gelen kamu entelektüellerinden 22’sinin imzasıyla duyurulan bir manifesto, olanca alçakgönüllüğü içinde tam da böyle bir rolü üstlenmeyi amaçlıyordu. “Gezegen Elden Gidiyor, Buna Razı Gelemeyiz!”11 başlıklı metin, Türkiye’de belki de ilk kez görülen geniş bir yelpazeyi bağrında barındırmayı başardı: Çevre ve ekolojiden insan haklarına, inanç temsilcilerinden demokrasi kuruluşlarına, sanat kurumlarından sağlık örgütlerine, kadın hakları kuruluşlarından çocuk hakları temsilcilerine, gençlik hareketlerinden meslek örgütlerine uzanan 55 kuruluş imzacı olmuştu.

Metinde şöyle deniyordu: “ İklim değişiyor ve sosyal adaletsizliği kat be kat artırıp derinleştiriyor. Toprağın sağlığı ve suyun saflığı, yeryüzü toplumlarının ayakta kalıp kalamayacağını gösterecek olan son ölçüler artık... Gezegen sürekli uyarıyor. Ama gözler kör, kulaklar sağır kalmaya devam ederse, kibir denen şeyin ne büyük bir felaket olduğunu yakında hepimiz öğreneceğiz... İşte onun için, vicdanı olan tüm yurttaşlarımızı, elde hâlâ çözüm imkânı varken, gezegeni kurtarma seferberliğinde kendi payına düşeni yapmaya, bu büyük sorumluluğu paylaşmaya çağırıyoruz.”

Ardından, TBMM Başkanı’na hitaben bir imza kampanyası başlatıldı.12 Bugüne kadar 9 bini aşkın sayıda aktif ve bilinçli Türkiye yurttaşının katıldığı kampanyanın ana talebi şöyleydi: “Vakit çok geç olmadan, imzalarımızla hem toplumu, hem de karar alıcıları ekonomik, siyasi ve kültürel bakımdan güçlü bir değişikliğe doğru yönlendirmeliyiz. Meclisten ve siyasi karar alıcılardan yenilenebilir enerji kaynakları konusunda tutarlı ve istikrarlı politikalar belirlemesini, bu yönde toplumun önüne somut hedefler koymasını ve bunları süratle hayata geçirmesini talep ediyoruz. Ve ancak o zaman, hayattaki tek evimiz olan bu gezegeni kurtarmak için bir şansımız olabilir.”

Evet, talebe şu âna kadar yaklaşık 9 bin kişi katıldı. 75 milyonu aşkın bir nüfus için “devede kulak” denebilir. Ama, tarih bize böyle bakmamak gerektiğini gösteriyor. Bir kere, hiçbir doğrudan karar alınmasını gerektirmeyen “soyut” bir talebin toplumda 9 bin kişi tarafından sahiplenilerek dile getirilmesi, “sürpriz” denecek kadar yüksek bir katılımı işaret ediyor.


“Ekoloji Mücadelesi, Demokrasi Mücadelesinin Ta Kendisi”

İkincisi, “3 -5 ağaç” için “sekiz-on kişinin protestosuyla başlayan, 2’si hariç Türkiyenin tüm illerine bir bozkır yangını gibi yayılarak –resmi açıklamaya göre–  2 milyonu aşan katılımcı sayısıyla Türkiye tarihinin gördüğü en büyük kitle hareketine dönüşen Gezi direnişinin ilk sloganlarından biri “bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” idi, hatırlanacağı üzere. Uzun sürmüş Gezi yazının ardından ülkenin dört bir yanında ekolojik mücadele olanca hızıyla devam ediyor.

Gezi direnişi, hayli öncesinden başlamış kırsal merkezli sayısız yerel ekoloji direnişinin ve sivil itaatsizlik uygulamasının (Sinop-Gerze, Muğla-Yuvarlakçay, Büyük Anadolu Yürüyüşü, Kastamonu Loç vadisi, Erzurum Aksu Vadisi, Hopa, Artvin, Munzur, vb. eylem ve hareketlerinin) kesintisiz bir devamı niteliğindeydi.

Yazar ve aktivist Ümit Şahin’in dediği gibi, “ekoloji mücadelesi, demokrasi mücadelesinin ta kendisi” zaten. Ve böyle olmasının “bir nedeni de AKP hükümetinin sürdürdüğü gibi çevresel ve sosyal bedellerin gözardı edildiği, (Batı’da 1970’lere kadar uygulanabilmiş) hızlı ve agresif kalkınma anlayışının demokratik mezanizmaların işlediği yerlerde artık mümkün olmaması... AKP’nin demokrasiyi tahrip etmesi sadece kendi muhafazakâr, çoğunlukçu yönetim anlayışının ve iktidarını ilelebet sürdürme gayesinin göstergesi değil, aynı zamanda iktidarı sağlama almak için vazgeçilmez gördüğü, bedeli ne olursa olsun hızlı ekonomik büyüme politikalarının ancak demokrasinin yok edildiği bir ortamda mümkün olduğunu bilmesidir.”13 

Çevre, ekoloji ve demokrasi mücadelesinin, yakında iklim mücadelesiyle bütünleşip, hepsinin tek ve büyük bir harekete dönüşmesi şart görünüyor. Bu, zorunlu olduğu gibi, pekâlâ mümkün ve muhtemel de. “Hasım” da tek ve büyük çünkü.

Aslında, yeryüzünün hemen her yanında olduğu gibi Türkiye’de de yönetime tek bir “dünya görüşü” egemen: Yazar ve aktivist Naomi Klein’ın deyişiyle, dünyadan durmadan almaya, asla geri vermeden almaya dayalı bir yönetim anlayışı bu. Kimi zaman “kazıp çıkarmacılık” (“extractivism”) diye adlandırılıyor. Kimi zaman neoliberalizm. Kimi zamansa, düpedüz kapitalizm. Klein tarifi şöyle açımlıyor: “Almaya sınır yokmuş gibi, işçi bedenlerinin bir dayanma haddi yokmuş gibi almaya devam etmek; işleyen bir toplumun ya da yaşayan bir gezegenin kaldırabileceği bir had hudud yokmuş gibi almaya, gene almaya, sadece almaya dayalı bir anlayış.”14


“Hafriyatçılık İdeolojisi”

İlaveten, biz de bir terim yaratmayı deneyebiliriz belki: Hafriyatçılık. Hani, bütün o sayısız termik santralleri, HES’leri, 3. Köprüyü, kesilen Kuzey Ormanları’nı, 3. Havalimanını, Kanal İstanbul’u, Ilısu’yu, Munzur’u, Aliağa’yı, Bozcaada’yı, Çanakkale’yi, taş ocaklarını, maden ocaklarını, kazılan bütün o maden ve inşaat çukurlarını, ve daha pek çoklarını düşünürsek... ‘hafriyatçılık’ diyemez miyiz buna? Pekâlâ diyebiliriz. Sonu gelmeyen bu ekonomik büyüme fetişizmi, bu hafriyatçılık insanlığı bir bütün olarak umutsuzluğa doğru sürüklerken, ortada yaşanabilir bir çevre bırakmıyor ve her yerde toplumun sadece küçücük bir kesimini zengin etmeye yarıyor.

Demokratikleşme paketleri açıklanırken doğa’nın bir hak öznesi olmak tanınması şöyle dursun, doğa’nın esamisi bile okunmuyor. Paketle eşzamanlı olarak yeni yollar, yeni köprüler, kömür yakıtlı termik santraller, “kayagazı”, “sıcak kayagazı”, “kayapetrolü”, “hidrolik çatlatma”, “çatlatmalı üretim operasyonları”, Shell ile dikey ve yatay kuyu açma operasyonları”nın haberleri şen şakrak veriliyor. Yeni ve konvansiyonel dışı fosil yakıt hafriyatına ilişkin yeni proje haberlerinden geçilmiyor hafriyatçı medyada. Kısa bir tarama sonucunda hepsinde ortak kelimenin MÜJDE! olduğunu görüp, insanda intiharı çağrıştıran bu absürdite konusunda ne düşüneceğinizi ve ne diyeceğinizi şaşırıyorsunuz.15

Ama, bunun böyle gitmeyeceği apaçık. Dünyanın nasıl yürütüldüğü ve ebediyen yürütüleceği konusundaki bu başat ve bayat hikâyenin sonunun geldiği apaçık.


Yepyeni Bir Ekonomik Modele Doğru

“Dünyanın nasıl yürümesi gerektiği konusunda bizim yeni bir hikâyeye, kendi hikâyemize ihtiyacımız var,” diyor Naomi Klein ve ekliyor: “İklim değişikliği, başımıza gelecek dertleri sayıp döktüğümüz bir liste değil. Medeniyete dönüş çağrısı.... Bu çağrı, adalet ve sürdürülebilirliğe dayalı yepyeni bir ekonomik modele ihtiyacımız olduğunu anlatır. Ve şunları söyler: Aldığın zaman vermen gerekir, aşamayacağımız limitler vardır ... Geleceğimiz, durmadan daha derin çukurlar kazmak değil, kendi iç derinliklerimize dalmaya bağlıdır – ki, hepimizin kaderinin birbirine bağlı olduğunu anlayabilelim.” Klein’a göre iklim değişikliği –olası tüm ekonomik ve ahlakî sonuçları kavrandığı zaman– eşitlik ve sosyal adalet mücadelesi veren ilerici insanların elindeki en güçlü silahtır.16

 “Muharebe hatları hiç bu kadar açık ve net olmamıştı,” diyor Klein ve ekliyor: “Şirketlerin serbest ticaret adı altında yürüttükleri düzene karşı giriştiğimiz savaşta iklim değişikliği argümanı, tüm öteki argümanları bastırır. Yani, kusura bakmayın ama dostlar, toplumlarımızın ve gezegenimizin sağlığı, sizin o tanrı vergisi müstehcen kârlarınızdan azıcık daha önemli. Ve bunlar, aslında bizim kazanacağımız ahlakî argümanlar... Amacımız da ekonomiyi eşitlik ve sosyal adalet ilkeleri üzerinden temelli değiştirmek, demokrasiyi onarıp güçlendirmek ve çevre açısından ayakta kalabilecek bir gelecek inşa etmek.”17

İklim yıkımına karşı dünya çapındaki mücadelenin en önemli isimlerinden ve 350.org kurucularından Bill McKibben da aynı fikrin izini sürüyor: İklim değişikliğinin gelecekteki en yıkıcı etkilerini defetmeyi uman herhangi bir hareketin, insan hakları ve sosyal adalet alanlarında mücadele eden doğal müttefikleriyle birleşmesinin zorunlu olduğunu söylüyor. Hareketin çok daha geniş bir alana yayılıp büyümesi gerektiği aşikâr. “Daha ikna edici bir dâvâ olamazdı,” diyor. Gezegenin ateşi, o gezegende ikamet edenlerin mini minnacık bir yüzdesinin kârı için, gene o bir avuç insan tarafından hızla yükseliyor. Bu böyleyse eğer, varlığımıza ya da bizatihi adalet kavramına yöneltilmiş daha açık ve net bir tehdit olamaz demektir.”18

Buna karşılık, bu felakete bizi sürükleyen o müthiş eşitsizlikleri ve güç konsantrasyonlarını hedef almayan bir hareketin, iklim yıkımının başımıza açtığı ve açacağı müthiş belalara karşı gerçek bir çare olamayacağı da açık.

Ülkemizde uzun sürmüş bir yazın deneyimlerinden tonla ders çıkartmak mümkün. Bunların en önemlilerinden biri de şudur: Gezi direnişi bize çok açık gösterdi ki, olup bitenler –üç - beş ağacın başının altından çıkmakla birlikte–  son tahlilde, kat’iyen bir çevre kavgası falan değildi. Bu, haysiyet, demokrasi, güç, eşitlik, açlık ve gelecek (yeryüzündeki tüm canlıların geleceği) konusunda çok kapsamlı bir kavganın işaretiydi. Gezi’den hemen sonraki dönemde, şehrin çeşitli parklarında yapılan forumlarda da, şekillenmesi istenen yeni dünyanın temelleri üzerinde kapsamlı tartışmalara başlandı ve bunlar devam ediyor.


Yerel, Yatay, Yavaşça & Yerel, Ulusal, Küresel

Daha önce de yazmaya çalışmıştık. Dünyada da, Türkiye’de de yeni bir hareket gelişiyor. Yerel, yatay ve yavaşça.19 İklim gerginlik ve baskısının giderek artacağı önümüzdeki zamanlarda, McKibben’ın işaret ettiği gibi, yeni türden topluluklara (cemaatlere) ihtiyacın artacağı kesin: Dirençli, esnek ve gayet ademi merkeziyetçi topluluklar bunlar, ama aynı zamanda birbiriyle derinlemesine bağlantılı. Yanıbaşında ikinci bir eksen daha var: Bu hareket aynı zamanda yerel, ulusal ve küresel nitelikte olmak zorunda.

“Önümüzdeki yıllarda, gezegende şimdiye kadar görülmemiş miktarlarda paralara ve kârlara karşı duracak büyüklükte bir hareket yaratmak bizim görevimiz,” diyor McKibben.20 Böyle bir hareketin, termometresi bulunan her yere yayılması gerektiğini ilave ediyor. Bu hareketin petrol boru hatlarının döşenmesini, kömürlü termik santrallerin inşa edilmesini engellemesi gerek. Ve onların yerini rüzgâr güllerinin, güneş panellerinin almasını sağlaması: Bu hareketin az zamanda çok işler yapması, kısacası, dünyayı yeniden kurması bekleniyor.

Olamaz mı? “Tek bir şekilde olabilir ancak,” diyor McKibben, “İyice dört bir yana yayılmış ama derinlemesine iç bağlantıları olan ‘enterkonekte’ bir hareketle olur ancak,” diye de ekliyor. Bu yolu kendilerine dert edinmiş, yeni tür yurttaşların hareketiyle. Gezi Parkı’nda kurulan komünde ilk girişilen işlerden birinin bostan olması, bu bakımdan anlamlı bir göstergeydi.

Küresel ölçekte de öyle işliyor zaten. “Çatılardan çatılara uzanan yeni bir dünyayı hedefliyoruz,” diyor McKibben. “İnsanların kendi toplulukları içinde küçük ama önemli ölçekte üretim yaptıkları, yenilenebilir enerjiyle dönen bir dünyayı. Bizi bu yeni dünyaya taşıyacak hareket de bu tür bir enerjiyle çalışıyor olmalı.”21

İklim yıkımı gibi korkunçlukları ne zaman konuşmaya başlasam, sorulmasa da her zaman akıllarda olan bir soru oluyor: “Peki ama çok geç kalmadık mı?” sorusu. “Umut nerde?” Söyleyeyim: 2013 yazında Türkiye’nin genç kuşağı bu sorunun cevabını verdi. Umut, Kaf Dağı’nın ardında değil, buradaydı işte –  gözümüzün önünde! Lideri filan olmayan, tabanda kendiliğinden, spontane örgütlenen, gençliğin omuzlarında yükselen, yerelden küresele uzanan bir ekoloji hareketi. Bundan daha umut verici ne olabilir ki.

Bir de “bonus”umuz var üstelik: Genç, yaşlı, kadın, erkek, lezbiyen ya da gey farketmez. Yeryüzü Versiyon 2013 teknesi22 herkese açık; güverteye atlayıp yelkenleri fora etmek için daha ne bekliyoruz?

Dedik ya, anlatılan bizim hikâyemiz.
  
İstanbul, 2013
  
2 “Our Planet Is Like 'Overweight Smoker with a Heart Condition': An IPCC Report Q&A,” https://www.commondreams.org/view/2013/09/27-0 
4 “Oceans Face 'Deadly Trio' of Threats, Study Says,”
ayrıca bkz.: “ 'Inhospitable Oceans' Acidifying at Rate Unseen in 250 Million Years (or Ever),” https://www.commondreams.org/headline/2013/08/26-0 
5 “Aşırı Sıcaklar Geliyor,”
6 Climate Change on Pace to Occur 10 Times Faster Than any Change Recorded in Past 65 Million Years,” http://news.stanford.edu/news/2013/august/climate-change-speed-080113.html
ayrıca bkz.: Gwynne Dyer: 2013, İklim Savaşları (çev. Füsun Özlen), Paloma, passim.
8 “Dünyanın Lanetlilerini Katletmek,” http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=32019
[1]1 “Gezegen Elden Gidiyor, Buna Razı Gelemeyiz!”, http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=31150&cat=100
[1]2 “Gezi Direnişi: Bir Demokrasi ve Ekoloji Mücadelesi,” Üç Ekoloji dergisi (Yaz 2013), s.20-21.
[1]4 “Overcoming 'Overburden': The Climate Crisis and a Unified Left Agenda,”
[1]6 Bkz.: yukarıda 15 no’lu dipnotu.
[1]7 Ibid.
[1]8 “Movements Without Leaders,” http://www.tomdispatch.com/blog/175737/
20 Bkz.: yukarıda 18 no’lu dipnotu.
21 Ibid.
22 Rebecca Solnit, “... A Movement for a New Planet,” http://www.tomdispatch.com/blog/175737/