2 Haziran 2016 Perşembe

Ozymandias, Yaşlı Gemici ve Bültenlerimiz



Sonsuz kâr hırsına, kalkınma ve büyüme safsatasına ve bir de sınırsız kibire dayalı İnsan Kaynaklı İklim Çöküşü’nün halihazırda ne kadar hızlı seyrettiğine dair sağlam bir fikre sahip olmak istiyorsanız, "elde edilebilecek en yeni ve en kesin bilgileri aktarma çabası ve ruhu içinde yazılmış" olan bu bülteni okuyun.

Sonsuz kâr hırsına, kalkınma ve büyüme safsatasına ve bir de sınırsız kibire dayalı İnsan Kaynaklı İklim Çöküşü’nün halihazırda ne kadar hızlı seyrettiğine dair sağlam bir fikre sahip olmak istiyorsanız, 10 Mayıs 2016 tarihinde Washington Post gazetesinin internet sitesinde yayınlanan şu kısacık “hareketli görsel bilgi grafiği”ne (infographics) bir göz atın lûtfen.

İklim bilimci Ed Hawkins’in bu çarpıcı grafiği sizi kesmediyse ve hâlâ “bana bir şey olmaz, abi!” tavrınızı korumakta kararlıysanız, o zaman bir önerim daha var: Washington Post’un hava ve meteoroloji editörü Jason Samenow’un aynı yazısında birazcık daha aşağılara inin ve NASA’nın “Hareket Halindeki Küresel Isınma” başlıklı renkli grafiğini seyredin. (O da kısacık. Bir küçük öneri: Bilgisayarınızın imlecini haritada Türkiye’nin üzerine koyun ve videonun sonuna kadar oradan ayırmayın.)

Nasıl? Shelley’nin bundan 200 yıl önce yayınlanmış şu şiirini de hatırlamadınız mı yoksa?

Bir gün bir gezgine rasgeldim,
Kadim diyarlardan geliyor ve şöyle diyordu:

“Devasa iki taş bacak, gövdesiz,
Öylece dikilir durur çölün ortasında,
Kuma yarı batmış paramparça bir surat da yanı başında.
Soğuk bir istihzayla bükülen dudağında ve çatık kaşında
Görürsün ki, yontucusu iyi okuyup cansız taşa işlemiş
Hâlâ ayakta kalmış o ihtiras ve tutkuları;
Ve de eliyle alaya alıp, kalbiyle beslemiş.
Anıtın kaidesinde ise şu sözler yazılı:
‘Ozymandias’tır benim adım, şahlar şâhıyım,
Eserime bir bak ey Yüce kişi ve bütün ümidini kes!’
Hepsi bu. Tek şey kalmamış koca kuru harabenin civarında
Uçsuz bucaksız uzanıp giden o ıssız kumullardan başka.”

(Bkz.: http://acikradyo.com.tr/arsiv-icerigi/yasalar-yasaklar-yapilar-yanginlar-ve-yalanlar)
İklim yıkımı hızlanarak sürüyor. NASA’nın yeni verileri gösteriyor ki, tarihte küresel hararetin gelmiş geçmiş en büyük artışı bu yıl olacağı gibi, sıcaklıkta en büyük “fark atma”ya da yine bu yıl tanık olacağız.

Dahası, Kuzey Kutbu’nda, Buz Denizindeki yaz buzlarının tamamen erimesine de bu Eylül’de bile tanık olmamız pekala mümkün görünüyormuş. Bunda ne tuhaflık olabilir diye düşünenlere şunu hatırlatalım ki, daha 10 yıl önce bilim insanları yaz buzlarından arınmış bir Kuzey Kutbu’nun en erken 2100’de olabileceğini düşünüyorlardı. Tek Kutuplu Dünya belki yarın, belki yarından da yakın!
Atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu, her iki yarı kürede de 400 ppm (milyonda parçacık) psikolojik eşiğini aştı ve böylece birçok bilimciye göre gezegende geri dönülmez noktaya erişildi. Karbondioksit yükseliyor, onun kötü kalpli ikizi metan, kaya çatlatma işlemleri sırasında kuyulardan sızıyor ve atmosferdeki oranlarında korkunç yükselişler meydana geliyor. Doğal gazın “çevre dostu” bir “köprü yakıt” olduğu safsatası, “temiz kömür” palavrasıyla birlikte iyice ortaya çıkıyor. Sera gazlarıyla birlikte hararet yükseliyor, onunla birlikte okyanuslarda asitlenme artıyor, oksijen azalıyor, balıklar resmen “tıknefes” olmaya başlıyor!

Lloyd’s of London adlı ünlü sigorta şirketi, insan kaynaklı iklim bozulmasının etkisiyle önümüzdeki 40 yıl içinde insan medeniyetine en büyük tek tehdidin iklim bozulmasının tetiklediği seller ve kuraklıklarla her yerde “ekmek sepetleri”nin aynı anda etkilenmesi olduğunu söylüyor. Şirketin “Besin Sistemi Şoku” başlıklı raporu, bunun sonucunda toplu isyanlar, iç savaşlar, terörist saldırıları olacağını ve geniş halk yığınları içinde açlık başgöstereceğini  bildiriyor.

Sigorta şirketlErinin bu uyarıları da sizi etkilemediyse, o zaman  size bir başka infografik sunalım. Business Insider adlı kuruluşun “Bütün Buzlar Eridiğinde Dünya Neye Benzeyecek?” başlıklı videosunun 30. saniyesinde videoyu ‘stop’a basıp durdurursanız, İstanbul’un gelecekte nasıl boğulacağını da harita üzerinde görme fırsatını bulmuş olursunuz!

Coleridge’in bundan 200 yıl önce yayınlanmış Yaşlı Gemici şiirini de hatırlamadınız mı yoksa? İnsaf!

Su, su nereye baksan yalnızca su,
Güverte tahtaları çekti zamanla
Su su nereye baksan yalnızca su,
Ama hiç bir yerde yok içecek bir damla
Ve İnanılmaz bir şey oldu, Tanrım!
Denizin ta kendisi çürüdü.
Ve sümük gibi olmuş sularda
Sümüklü yaratıklar sürünüp yürüdü!
Kaykılıp yatarak, doğrulup kalkarak;
Dansetti gece ölüm ateşleri
Ve mavi, yeşil, beyaz yandı sular
Kaynayan bir cadı kazanı gibi.
(Çeviren Şavkar Altınel, http://dipnotkitap.net/SIIR/Yasli_Gemici.htm)

Bütün bunların, çeşitli katman ve seviyelerde içselleştirilmesi son derece zor bir enformasyon yığını olduğunu kaydediyor yazar ve aktivist Dahr Jamail: Duygu düzeyinde, zihinsel olarak, psikolojik bakımdan ve ruhen. Ve, sözünü şöyle tamamlıyor:

“Ama, bugün içinde yaşadığımız gerçek dünya da tastamam bu işte. Hayatlarımızı nasıl yaşayacağımız hakkında daha sağlam bilgilere dayalı ve daha iyi seçimler yapabilmemiz için, olup bitenler konusunda eksiksiz bir kavrayışa ihtiyacımız var.

Bu bülten, elde edilebilecek en yeni ve en kesin bilgileri aktarma çabası ve ruhu içinde yazılmıştır.”
http://www.truth-out.org/news/item/36133-atmospheric-carbon-dioxide-concentration-has-passed-the-point-of-no-return

İşbu bülten de tastamam öyle işte.

5 Nisan 2016 Salı

Bahar Ayini



 
Bir Bahar Akşamı Dünyada...
Bahar patlaması dünyamızın bazı kesimlerinde şöyle yaşanıyor:
Suriye’de 5 yıllık katliam sonunda güç bela sağlanabilen ateşkese rağmen hastaneler ve okullar bombalanıyor, onlarca çocuk ve kadın ölüyor... Nüfusunun yüzde 12’sine yakını ölmüş ya da yaralanmış, neredeyse yarısı da yerinden olmuş bu ülkede ömür beklenti süresinin 5 senede 15 yaş düştüğü, tüketici fiyatlarının % 53 arttığı açıklanıyor, ama veriler eşit dağılmış değil, varlıklı kesimin etkilenmediği, savaş ve krizin sadece yoksul kesimi vurduğu da belirtiliyor...
Yemen’de ABD’nin müttefiki Suudi Arabistan, kendi açtığı savaşı kazanamadıkça öfkeleniyor, halı bombardımanları ve İnsansız Hava Aracı İHA (drone) bombardımanları ile yaptığı katliamlar ivme kazanıyor, 23 milyonluk ülke nüfusunun yarısının açlık ve kıtlık içinde olduğu BM kuruluşları tarafından resmen açıklanıyor.
Türkiye’nin Güneydoğu’sunda 8 aydır süregelen savaş durumu artık rutine dönüyor ve neredeyse her gün onlarca kişinin (sivil, asker, polis, militan) hayatını alarak devam ediyor, Güneydoğu’da yakılıp yıkılan kadim şehirlerde “acele kamulaştırma” kararı ile acele “kentsel dönüşüm” hamlesine geçiliyor...
İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi’nde gezen İsrailli turistleri, onları saatlerce takip eden intihar bombacısı teröristler paramparça ediyor...
Türkiye’de barış için bildiri yayınlayan akademisyenler kovuşturuluyor, bir kısmı işten atılıyor, bir kısmı da kendi teslim olduğu halde, kaçma tehlikesine karşı tutuklanıyor, “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla yargılanıyor...
Yine Türkiye’de bir haberi yeniden yayınladıklarında casuslukla suçlanıp 3 ay tutuklu kalan iki gazeteci, AYM tarafından serbest bırakıldıktan sonra yargılanmaya başladıkları zaman içte ve uluslararası alanda basın özgürlüğü için geniş çaplı destek görünce, bu sefer mahkeme tarafından tutuklanmıyor...
Pakistan’ın ticari merkezi Lahor’da Paskalya bayramında lunaparkta eğlenen çoğu çocuk ve kadın 70’in üzerinde insan, 15 yaşında intihar bombacısı bir çocuk tarafından “Hıristiyan diye” paramparça ediliyor...
İsrail askerinin biri, Hebron’da sokakta yerde baygın yatan yaralı Filistinli genci herkesin gözü önünde kafasından vurup infaz ediyor, görüntülerinin yayınlanmasıyla tutuklanmak zorunda kalınan bu katil subay, olayın hemen ardından sosyal medyada kahraman ilan ediliyor...
Somali’de bir Türk okulunun servis aracına yapılan terör saldırısında öğretmenler, şoförler, tercümanlar otomatik silahlarla taranarak öldürülüyor ama Türkleri hedef alan bu korkunç olayı, cemaate bağlı bir okul olduğundan olsa gerek, pek az mecra haber yapmaya layık görüyor...
IŞİD’den geri alınan antik Roma kenti Palmyra’da bulunan toplu mezarda, başlarından vurularak ya da başları kesilerek öldürülmüş sivil, çocuk ve kadın cesetleri çıkıyor...
Irak’ta pazar yerlerinde evlerine yiyecek almaya çalışan siviller kadın-erkek-çoluk-çocuk intihar bombalarıyla paramparça ediliyor...
ABD, çekildiğini ilan ettiği  Irak’ta askeri varlığını sürdürme yolundaki üstü örtülü kararını açıkça ilan ediyor...
ABD Afganistan’daki askeri varlığını azaltma kararından vazgeçiyor ve bu varlığı artırarak sürdürme kararı alıyor...
Wahhabi Suudi Arabistan’da da, onun can düşmanı Şii İran’da da idamlar ve infazlar hızlanarak ve artarak devam ediyor, taşlama ve kırbaçlamalar da...
Azerbaycan’ın ve Ermenistan'ın aynı anda üzerinde hak iddia ettiği Dağlık Karabağ bölgesinde, Azeri ve Ermeni silahlı kuvvetler arasında alevlenen çatışmada ölen onlarca asker arasında  bir çocuk da bulunuyor ve, her 2 tarafa da milyarlarca dolarlık silahı daha yeni satmış olan Rusya, her iki tarafa da itidal telkin ediyor...
BM, dünya çapında 87 milyon küçük çocuğun savaş ve çatışma bölgelerinde büyüdüğünü ve bu ortamın çocukların genetik yapısını etkileme tehlikesinin bulunduğunu açıklıyor...
ABD’de –zaten Ortaçağ’da yazıldığında da yoğun şiddet içeren– klasik çocuk masallarına bu bahar silahlı versiyonlar ekleniyor: Hansel ile Gretel, ellerindeki yarı otomatiklerle cadıları ve düşmanları paramparça etmeye hazırlar...
ABD’nin Iowa eyaletinde 4 yaşın altındaki miniklerin de ateşli silah kullanmasına izin verilmesini öngören yasa tasarısı Meclis’e sunuluyor – ebeveynin sürekli gözetim ve denetimi altında olmak şartıyla tabii!
Washington, DC’de dünya siyasi liderleri Nükleer Güvenlik Zirvesi için toplanıyor, Erdoğan’ın korumalarının protestoculara ve gazetecilere saldırdığı konuşuluyor ve yazılıyor...
Obama, “[Erdoğan’ın] basına  karşı benimsediği yaklaşımın, Türkiye’yi çok rahatsız edici bir yola sürükleyebileceğine inanıyorum. Bunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a söyledim,” diyor…
Erdoğan da buna karşılık Obama’yı şu sitemkâr sözlerle ossaat yalanlıyor: “Gıyabımda o tür bir açıklama yapıldığını duyunca üzüldüm. [...] görüşmemizde o konular gündeme gelmedi. Bana o türden bir şey söylenmiş değil.”
Obama’nın Erdoğan’ı eleştiren sözleri Erdoğan’ı destekleyen basında yer almıyor, Erdoğan’ın, Obama’nın Erdoğan’ı eleştiren sözlerini yalanlayan sözleri ise Erdoğan’ı destekleyen basında manşet oluyor...
Nükleer zirvede işte bu ve buna benzer sayısız söz âfakı sarıyor; ama ne hikmetse nükleer silahların ortadan kaldırılması konusuna kimseler girmiyor. “Nükleer bomba varken nükleer güvenlik olmaz” diyen lider çıkmıyor.
Öte yandan, muhtemelen, Erdoğan, hem ABD’ye, hem AB’ye, hem de Rusya’ya eşzamanlı olarak karşı çıkan tek siyasi lider unvanını işte bu bahar kazanmış oluyor... (Çin konusunda ise “rivayet muhtelif: Ortaklaşa füze yapımı projesi iptal  zaten ve ayrıca arada Sincan Türkleri yüzünden bir tatsızlık da yok değil.)
AB ile Türkiye arasında varılan “taş yürekli” ve “illegal” anlaşma ile bire bir mülteci takasının Nisan başında yürürlüğe girmesi beklenirken, anlaşmanın mültecilere hayatı büsbütün çekilmez hale getirdiği görülüyor. Zorla Türkiye’ye gönderilmesi öngörülen Suriyeli mülteci ve göçmenlerden yüzlercesi, Sakız adasında bulundukları kampta isyan çıkarırken, Pire’de hasım etnik gruplar birbiriyle kıyasıya çatışmaya giriyor ve Yunanistan tümden kaosa sürükleniyor...
“Suça ortak olmayacağız” bildirisine imza atan akademisyen ve entelektüelleri “oluk oluk kanlarını akıtacağız”, “kanlarıyla duş alacağız” söylemleriyle tehdit eden suç örgütü lideri, “reis” lakabıyla maruf Sedat Peker’e Türkiye Gençlik Ödülleri etkinliğinde “En İyi İş Adamı” ödülü veriliyor...
Ülkenin dört bir yanında kömür yakıtlı 80 termik santral, ayrıca dev barajlar, havalimanları, karayolu köprüleri inşa projeleri hızla sürerken, Kanal İstanbul planlanırken, Güney Kutbu’nda iklim değişikliği, buzullar vb. konularında bilimsel araştırmalar yapmak üzere bir Türk ekibi Antarktika’ya gidiyor ve Türk bayrağını Güney Kutbu bölgesine bir kez daha dikiyor.
Orman ve Su İşleri Bakanı 2071’e kadar, dünya nüfusuna eşit sayıda, yani 7 milyar ağaç dikileceğini açıklıyor, ama mühendis olmasına rağmen, tanesi 10 TL gibi imkânsız ucuzlukta olsa dahi, mesela 70 milyar TL gibi bir paranın kimin vergileriyle ya da nasıl başka bir yolla bulunacağını açıklamıyor.
Gene aynı Bakan, Türkiye’nin de aralarında olduğu Doğu Akdeniz ülkelerinde son 900 yılın en kötü kuraklığın yaşandığını açıklayan Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi’ne (NASA) sert çıkıyor ve lafı çakıyor: “NASA da kim? Biz onlardan iyiyiz!”

* * *
O Sırada Paralel Evrende...
Büyük çaplı bir uluslararası araştırmada Antarktika ve Grönland’da (yani hem Güney, hem de Kuzey Kutuplarında), buzulların daha önce bilim insanlarınca hesaplandığından çok daha hızlı hareket ettiği, her iki kutuptaki buz örtülerinin bir daha geri döndürülemez şekilde dağılıp gitme tehlikesine çok yakın olduğu belirtiliyor.
Geniş çaplı yeni bir NASA araştırması Filistin, İsrail, Kıbrıs, Lübnan, Suriye, Türkiye ve Ürdün’ü içeren Doğu Akdeniz havzasında son 900 yılın en şiddetli kuraklığının hüküm sürdüğünü ortaya koyuyor. 1998’de başlayan kuraklıkta “parmak izi”nin, yani insan kaynaklı iklim değişikliğinin önemli payı saptanıyor: “Doğu Akdeniz bölgesi, gezegenin insan tarafından ısıtılmasının etkilerini şimdiden hissediyor” diyor araştırmacılar!
Çok ayrıntılı ve kapsamlı bir başka araştırma, aynı bölgede, medeniyetlerin beşiği Mezopotamya’da, güney Irak’ta 5 bin yıldır yeşerip yaşayan saz-bataklık kültürünün (Ma’dan) insan kaynaklı iklim değişikliği yüzünden sonsuza dek yok olmaya doğru hızla gittiğini ortaya koyuyor. Araştırmada, yeryüzünün en büyük su sıkıntısı çeken 33 ülkesinden 14’ünün bulunduğu Orta Doğu bölgesinde, iklim değişikliğinin asıl kadınları vuracağı vurgulanıyor.
Büyük çaplı bir başka araştırmada Gezegenin, bundan 11-12 bin yıl önce buzul çağından çıkarken yaşadığından 50 kat hızlı ısındığı açıklanıyor! Geçen Aralık’ta Paris zirvesinde varılan anlaşma uygulanır ve 2 derecelik ısınma eşiği aşılmazsa bile New York, Londra, Venedik, Rio, Kahire, Jakarta, Kolkata, Şanghay gibi yeryüzünün belli başlı tüm liman şehirlerinin sular altında kalacağı (evet, İstanbul’un da!), dünya nüfusunun 1/5’inin (evet, 1 buçuk milyar insanın!) mecburen yerini yurdunu bırakıp karaların iç kısımlarına kaçacağı belirtiliyor.
İnsan kaynaklı küresel ısınmayı ilk açıklayan iklim bilimci, NASA eski direktörlerinden Dr. James Hansen, birçok meslektaşı ile birlikte kaleme aldığı kapsamlı araştırmada, fosil yakıtların bu hızla yakılmaya devam edilmesi halinde denizlerin metrelerce yükselerek dünyanın tüm sahil kentlerini – ve onların tüm tarihlerini! –  sular altında bırakmasının, daha önce söylendiğinin aksine yüzyıl sonunu bulmayacağını, bunun genç kuşağın ömür süresi içinde “birkaç on yılda” (yani 40-50 yılda) gerçekleşebileceğini öngörüyor!
Yine NASA, Gezegen’de ölçülen en yüksek ortalama sıcaklığın geçen Şubat ayında meydana geldiğini açıklıyor. Yani, 200 küsur yıl önce endüstri çağının başlamasından 2015 Ekim’ine kadar geçen sürede gezegeni 1 derece ısıtan insanlığın, o tarihten bu yana geçen sadece 4 aylık süre içinde 0.57 C derece daha ısıttığı belirtiliyor!
Bir başka önemli uluslararası araştırma da kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtlardan atmosfere boca edilen karbon salımlarının, 66 milyon yıl önceki dinozorlar çağından beri en yüksek seviyeye çıktığını söylüyor!
Karbon salımları konusundaki son araştırmalardan birinde ise, gezegenin tarihinde kaydedilmiş en yüksek yıllık karbondioksit salımı artışına tanık olunduğu, atmosferdeki sera gazı seviyesinin de milyonda 404 parçacık (ppm) seviyesini aştığı bildiriliyor! (Hansen ve meslektaşları, gezegenin bildiğimiz gezegen olmaktan çıkmasını önlemek için bu seviyenin 350 ppm’e çekilmesinin şart olduğunu daha önce açıklıyordu.)
Kuzey Kutbu’nda yerlilerin geleneksel İditarod kızak köpeği yarışmalarının, tarihinde ilk kez kar yokluğu nedeniyle yapılamadığı, yüzlerce kilometre öteden taşınan tonlarca kara rağmen yarışın ancak sulu kar - çamur bulamacı içinde bin bir zorlukla yapılabildiği bildiriliyor.
Kuzey Buz Denizi’nin rekor bölümünde bu kış donma olmadığı, deniz buzlarının yüzölçümünün, kayıtların tutulmasına başlandığı 1979’dan bu yana en düşük kış seviyesine düştüğü belirtiliyor. Buz örtüsünün böylece 14.54 milyon kilometre kareye düşmesinin, artık Kuzey Kutbu’nun deniz buzlarının sürekli küçülme sürecine kilitlenmesi anlamına geldiği bilim insanlarınca ortaya konuyor – hem de daha 2016 erime mevsimi başlamadan!
Yeni yayımlanan kapsamlı bir diğer bilimsel araştırmada Kuzey Kutbu’nda Grönland’daki buz ve buzul erimesinin olağanüstü yoğunluk ve hızından dolayı erimenin artık “kendi kendini beslediği” saptanıyor. Yani, Grönland buz(ul)ları “kendi kuyruğunu yiyen yılan” durumuna düşüyor! (Sadece Grönland adasındaki buz örtüsünün tamamen erimesinin, dünya denizlerinin seviyesini 6 metre yükselteceği de bu arada hatırlatılıyor.)
Başka yeni araştırmalarda Sibirya’da buz örtüsü üzerinde birbiri ardından pıtrak gibi ortaya çıkmaya başlayan –kimi 30 metre çapındaki– dev kraterlerin, saatli iklim bombasının gittikçe daha yüksek çıkan “tiktak”ları olduğu belirtiliyor – “Arktiktak!” Arktik bölgelerin artık baş döndürücü –hatta insanın boynunu kıracak – bir hızla ısındığı, bu yüzden de sürekli donmuş toprak tabakasının (permafrost) çözüleceği, bu çözülmenin salacağı metan gazının da karbondioksitten 25 kat daha büyük sera etkisi yaratacağı rapor ediliyor.
ABD başkanı Obama, işte bu gibi sebeplerle, Arktik bölgenin (Kuzey Kutup bölgesi) iklim değişikliğinin “sıfır noktası” (ya da “patlama merkezi”) olduğunu söylüyor, ama hemen ardından da Atlantik Okyanusu’nda balinalarla diğer deniz canlıları için “patlama merkezi” olduğu bilinen su altı sismik petrol-doğal gaz aramalarına ruhsat vermeyi planlıyor.
Buzlarda erime mevsimi başlamadan erime rekorları kırılırken, orman yangınları mevsimi başlamadan orman yangınlarında kırılan rekorlara da rastlanıyor. ABD’nin Kansas eyaleti, eyalet tarihinin en büyük orman yangınında –Oklahoma ile birlikte– yalnızca bir hafta içinde 160 bin hektardan fazla orman alanını yangınlara kaptırıyor – ve daha baharın başındayız! (“Baharı görmeden yaz geldi geçti” türküsü bir kez daha zihinlerde çalınıp söyleniyor.)

***
… Ve Baharda 3-G! Ya da Paralelin Paraleli
Yoksa 4,5 G mi demeli? Ya da 3 Y?
Baharla birlikte dünyanın dört bir yanında ve elbette ülkede de müthiş kararlı mücadeleler sürüyor: Yerel-yatay-yavaşça. ABD’de 20 eyaletin başsavcıları dev petrol şirketine ceza ve tazminat davası açıyor. Aktivistler, “Exxon, İklim Değişikliği hakkında her şeyi hep biliyordu, ama 40 yıl gizledi ve biz bilmeyelim diye her şeyi yaptı, ama işin sonuna yaklaşıyoruz” diye ‘afişe çıkıyor’…
Çocuklar ve gençler, iklim değişikliğinin etkilerinden koruyacak tedbirleri almadı diye ABD’de devleti dava ediyor. Kuzey’de Karadeniz’de Artvin Cerattepe madenlere topyekûn direniyor, Ardanuç’ta HES istemiyor, Güney’de Akdeniz’de Mersin’de, Arsus’ta ve birçok yerde yeni kömür santralleri projelerine, Ege’de Aliağa’da madenlere ve atıklara direniş hızla örgütleniyor…
Öte yandan, iklim değişikliğini durdurmak için çok geç kalınmadığı, üstelik yenilebilir enerjiye geçişin süper-ucuza geleceği bilimsel raporlarda ortaya konuyor…
İklim değişikliğini durdurma mücadelesinin ön safında yer alan ve fakat genellikle sesleri pek az duyulan kadınlar, insanlığın doğduğu kıta olan Afrika’dan başlayarak bu durumu yavaş yavaş değiştirmeye başlıyorlar…
Avrupa’nın en büyük kömür yakıtlı termik santrali Longannet, 46 yıllık faaliyet sonunda herkesin gözü önünde kapatılıp mühürleniyor ve böylece, 115 yıl sonra İskoçya nihayet kömürden tamamen arınmış bir ülke oluyor. Üstelik bununla da kalmıyor ve bundan sadece 4 yıl sonra, 2020’de enerji ihtiyacının tümünü yenilenebilir kaynaklardan elde etmeyi taahhüt ediyor…
Baharda işte böyle dönüyor dünya ve devran.

1 Mart 2016 Salı

Vazgeçilemeyen Dünya ve Biz İnsancıklar



Avon’lu Ozan’ın 400. yaşgününe günler kala onun sihirli diliyle seslenerek başlayalım söze:

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.

Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,

Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,

O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,

Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,

Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,

Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,

Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen'e 

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,

Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

William Shakespeare, 66. Sone (Türkçe söyleyen: Can Yücel)

***

Hava, Su, İklim

Çünkü evet, dünyanın suyu çıktı maalesef: Mesela su tabloları yeryüzünün her tarafında büyük düşüş gösteriyor ve 4 milyar insan –dünya nüfusunun üçte ikisi!– su kıtlığı tehdidi altında kalıyor: Temiz su bitmekte yani... Herkes için!

Öte yandan, küresel ısınmaya ve böcek öldürücü (pestisid) kullanımındaki yaygınlığa bağlı olarak dünyanın birçok yerinde milyonlarca insan Zika virüsü “infilakı”ndan etkileniyor, Güney Amerika’da birçok çocuk küçük beyinlerle (mikrosefali) doğuyor ve doğacak... Brezilya’da müstakbel annelere resmî uyarı geliyor: “Birkaç sene çocuk doğurmayı düşünmeseniz iyi olur.”

Aynı anda Avrupa’dan da bir “resmî” uyarı geliyor. Ama insan sağlığı değil de, daha ziyade “ekonominin sağlığı” konusunda: AB’nin resmî finans riski denetleme kurumu, âcil önlem alınmazsa iklim değişikliğinin mali piyasaları mahvedebileceğini, trilyonlarca doları “bir anda silebileceğini” söylüyor!

Bu dünyada adalet: Oxfam yardım kuruluşunun yeni araştırma raporu geliyor. Buna göre, yeryüzü sakinlerinin en zengin %1’inin ortalama karbon ayakizi, en yoksul %10 içinde yer alan bir kişinin karbon salımı ortalamasının en az 175 katı! En zengin %10 nüfus da, atmosfere boca edilen karbon salımlarının en az %50’sinin sorumlusu!

“Tersine Robin Hood sendromu”: Önde gelen dünya üniversitelerinden gelen yeni ortak araştırma raporuna göre sonuç net: İklim değişikliği yoksullardan alıp zenginlere veriyor! “Doğal kaynaklar”ın yeniden tahsisini yapıyor, her türlü sermayenin değerini tersyüz ediyor ve refahın kitlesel olarak yeniden dağılımına yol açıyor. “Altta kalanın canı çıkıyor” yani!

Ülkede kalkınma için  plajlar kayboluyor, arabalar çoğalıyor, zeytinler kesiliyor, bağlar bozuluyordu: Antalya’da her yıl milyonlarca turist ağırlayan Konyaaltı Sahili, son 70 yılda 70 metre “kayboluyor”du! Sahili besleyen Boğaçayı’ndan kentteki yoğun yapılaşma ve inşaat için kum-çakıl alınması ve buna bağlı olarak dalgaların oluşturduğu erozyon nedeniyle 70 metre elden gitmişti ve bu sahil kaybının geri dönüşü yoktu! Temiz hava ve temiz sudan sonraki en büyük üçüncü ihtiyaç ve kaybımızın kum(sal) olduğu açıktı!

O esnada trafiğe her ay ortalama 100 bin yeni taşıt çıkıyor, toplam taşıt geçen yıl sonunda tam 20 milyona ulaşıyor, böylelikle ülkede artık her 4 kişiye 1 motorlu araç düşüyordu. Yeni araca yeni yol gerekti tabii: Yapımı devam eden İstanbul-İzmir Otoyolu için 700 bin zeytin ağacı kesiliyor, 105 km boyunca da bağlar bozuluyordu.

Bu durumda da bazı Atasözlerini değiştirmek de farz oluyordu elbete: Artık “Kum gider, sel kalır”dı.  “Araç, yolunda gerek”ti. Ve de, “Mazot gibi üste çıkmak” daha doğru olacaktı.

Türkiye’den dünyaya küçük bir geri sıçrama: Milyonlarca ve belki de milyarlarca yıldır tozlama (polinasyon) yapan canlıların yani arıların, kelebeklerin, börtü böceğin, yarasaların vb. insan kaynaklı iklim değişikliği ve yaygın pestisid kullanımı gibi uygulamalar yüzünden dörtbir yanda hızla yokoluşa gittiği, bunun da elma, badem, kahve, çikolata gibi birçok besin maddesinin ortadan kalkmasına yol açacağı yolunda uyarılar birbirini kovalıyordu. Çoğalmayı arılarla böceklere bakarak öğrenme geleneğimiz de yakında sizlere ömür olabilirdi!

İnanması güç ama, iklim değişikliği, eriyen buzlar yüzünden, dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü dahi yavaşlatıyor ve günler azıcık uzuyordu!

***

Mahşerin 4 Atlısı

Dünyanın dörtbir yanında yolsuzluk kol geziyor: sonsuz kâr hırsı peşindeki soyguncu şirketler doğayı soyup soğana çeviriyor ve onların cebindeki hırsız yöneticilerin, soyguncu politikacıların kimi yargılanıyor kimi zaman, kimiyse afralanıp tafralanmayı sürdürüyor. 

Ortadoğu’da: Her an askerî müdahalenin konuşulduğu komşu Suriye 5 yıl içinde gözlerimizin önünde “yok olmakta”: Yarım milyona yakın ölü, göç ve ölümlerle yüzde 21 azalmış nüfus (en az % 11’i ölü ve/ya yaralı); iç savaşın patlak vermesinden bu yana ülkede ortalama ömür 70 yaştan 55,5’a düşmüş – sadece 5 yılda!

O sırada Türkiye’de: Diyarbakır, Suruç, Ankara Garı, İstanbul Sultanahmet katliamları, gene Ankara’da, Başkentin kalbinde bombayla parçalanan askerlerle siviller, Güneydoğu’da yasaklı sokaklar, onbinlerin göçü, yıkılan tarih, tanklarıyla, toplarıyla gelen devlet güçleri, bir ilçede kimisi tanınmaz halde olan, gömülmeyi beklediği halde gömülemeyen 150’ye yakın cenaze, yanmış gazeteci cesetleri, yerle bir olan evler, hayalet şehirler, bitmek bilmeyen operasyonlar, yitip giden kentler, kursa çağrılan öğretmenler, öğretmensiz, okulsuz, oyunsuz kalan öğrenciler, kapanan eğitim mevsimleri...

Ayrıca gene Türkiye’de güneydoğuda, doğuda, batıda, her yerde hapsedilen gazeteciler, kovulan, soruşturulan akademisyenler, Artvin’de Cerattepe’de şirketlerin sonsuz kâr hırsına arka çıkan kolluk kuvvetlerine direnen yerli halka karşı girişilen “büyük taarruz”: Kartpostal güzelliğindeki zümrüt vadilere öbek öbek yayılan beyaz gaz bulutları...

“Batı yakasının hikâyesi”nde: Yılın ilk 6 haftasında Avrupa’ya ulaşan 80 bin (günde 2 bin) mülteci/göçmen; Türkiye’nin batısındaki turistik cennet sahillere neredeyse her gün vuran çocuk cesetleri, batan botlar, saçılan can yelekleri, yıkılan umutlar... Akdeniz’de yılın ilk 2 ayında günde 7 göçmen/mülteci ölümü. Her gün! Son 1 buçuk - 2 yıl içinde Avrupa’da “kaybolduğu” açıklanan ve kaçakçı çetelerince seks kölesi yapıldığından korkulan en az 10 bin göçmen/mülteci çocuğu... Seks kölesi 10 bin kimsesiz kız ve oğlan! Kimsenin sormadığı!

Avrupa’da ise gelişmeler şu minvalde: Onu “Avrupa medeniyeti” yapan aslî unsurlardan açık sınır politikasının toptan iflası, AB’nin felç olması, içişleri bakanlarının mülteci akınını “âcilen yavaşlatmak” için toplanması, göçmenlerin “kaynağında durdurulması” talebinin dile getirilmesi, "AB'nin bekasının tehlikeye gireceği" teranesinin tekrarlanması, Yunanistan Başbakanı’nın bu “tedbirleri” eleştirip ülkesinin bir "ruhlar deposuna" dönüştüğünü söylemesi, herkesin birbirini suçlaması ve hır çıkması...
Asya’da, Orta Doğu’da başgösteren “savaş suçları ve insanlık suçları işleme alışkanlığı”nın sürüp gitmesi: Afganistan’da, Yemen’de, Suriye’de peş peşe ABD, Suudi, Rus roketleriyle vurulan hastanelerde, revirlerde ve kliniklerde ölen, yanan, sakatlanan çoluk-çocuk, yaşlı genç hastalar, hasta yakınları, hastabakıcılar, doktorlar ve hemşireler... Aynı bölgelerde kadim şehirlerin üstüne döşenen “bombadan halılar”, araziye saçılan “salkım bombaları”... ABD’nin, Afganistan’a, Libya’ya, Afrika’ya getirdiği yeni savaşlar: v2.0 savaşları.

Silah imalat ve ihracatçıları savaş uçaklarında, İHA’larda, roketlerde, zırhlı araçlarda, gece görüşlü dürbünlerde, lazerlerde, gelişkin helikopterlerde ve bilumum akıllı ölüm araçlarında bilumum dünya rekorlarının peşpeşe kırılmaya devam etmesi, önde gelen silah şirketlerinin hisse senetlerinde ve toplam piyasa değerlerinde de öyle...

O esnada silah cenneti ABD’de: Iowa Eyalet Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen, Senato’dan da geçerse yürürlüğe girecek olan yeni bir yasaya göre her yaştan çocuk tabanca kullanabilecek. Kanunla 1, 2, 3, 4 yaşındaki çocuklar – anababalarının denetim ve gözetimi altında olmak şartıyla – otomatik tabanca, revolver, altıpatlar gibi bilumum silahları ve mühimmatı kullanabilecek. Av tüfeği, çifte ve uzun namlulu tüfek kullanma iznine zaten kanunen sahip bulunan bu minikler şimdi tabancalara da erişiyor. Minik milisler daha tay tay giderken durup “Bambam! Seni vuydum!...” diye bağırarak tabancalarını ateşleyebilecekler! İlkokullara reklam yapan silah şirketleri, yeni jenerasyon tetikçileri görev başına çağırıyor.

Uluslararası Af Örgütü 160 ülkede insan haklarını mercek altına aldığı 2015 raporunda dünyanın insan hakları açısından 2. Dünya Savaşı’ndan beri yaşanan en büyük krizle karşı karşıya olduğunu söylüyor: Raporda mültecilere dönük hak ihlalleri, cezasızlık, devletlerin ve devlet dışı aktörlerin şiddetinin yanı sıra uluslararası hukuk sisteminin insan haklarını korumaya dönük eksikliklerine de dikkat çekiliyor.

Raporun Türkiye’ye ilişkin bölümünde insan haklarının durumunun Haziran’daki genel seçimlerin ve Temmuz’da Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve Türk silahlı kuvvetleri arasında şiddetin patlak vermesinin ardından ciddi biçimde kötüye gittiği, basının hükümet tarafından uygulanan eşi benzeri görülmemiş bir baskıyla karşı karşıya kaldığı, polisin aşırı güç kullandığı, gözaltında kötü muamele vakalarının artış gösterdiği, insan hakları ihlallerinde cezasızlığın devam ettiği, ve yargının bağımsızlığının daha da sarsıldığı belirtiliyor.

Kara Afrika’da kadim Yunan’a yakışır bir trajedi: Yeni yılda perde Boko Haram saldırılarıyla yerinden yurdundan edilmiş 50 bin kişilik mülteci kampına, örgütün iki kız bombacısının saldırısıyla açılır. Sonuç: 58 ölü, sayısız yaralı! Ek sürpriz sonuç: Üçüncü intihar bombacısı kız, kendini patlatmaktan o saat vazgeçer. Neden? Çünkü tam o anda kampta ana babasını ve kardeşlerini görmüş, dünyası şaşmıştır! [Bombacı küçük kız soldan çıkar –  perde!]

“Arş-ı âlâ”ya varan nal seslerini duyabiliyor musunuz? Öyleyse, işte –huzurlarınızda alkışlarınızla – Mahşerin Dört Atlısı:

1) Yeryüzünü Nuh’un Tufanı ile Dante’nin cehennemi arasına sıkıştıran iklim değişikliği ve/ya küresel ısınma.

2) Yeryüzü yüzeyini ay yüzeyine döndüren, çöle ve cehenneme çeviren büyük enerji, inşaat ve maden şirketlerinin sonsuz ve azgın kâr hırsı.

3) İnsanların boğazına dayanan yoksulluk ve eşitsizlik cehennemi.

4) Yeryüzünün her yanında kol gezen ayrımcılık, milliyetçilik, militarizm, emperyalizm, savaş ve şiddet...

***

Direnen İnsancıklar

Öte yandan, insanlığın bir kesimi de kuvvetle direniyor ama: Kuzey Amerika’da yerliler bit kadar kanolarıyla dev petrol şirketlerinin dev platformunun önüne çıkıyor, dev şirketi 7 milyar dolarlık dev masrafa rağmen Kuzey kutbunun eriyen buzları altında petrol aramaktan vazgeçirtebiliyor...
Dünyanın en pis fosil yakıtı olan katran kumullarını çıkarmak için dünyanın canını çıkaran dev şirketin iş makineleri önüne bedenlerini siper eden tarihin ilk Kızılderili-Kovboy ittifakı 4 yıllık müthiş mücadele sonunda boru hattı ruhsatını engellemeyi başarıyor...

New York’da 400 bin kişi sel olup Manhattan vadisini kaplıyor, Almanya’da devasa iş makinelerinin önüne çıkan vatandaşlar kömür santrallerinin yapımını durduruyor ve Kuzeyli ülkede “güneşi doğduruyor”... Güneyde Pasifik adalarında sular altında kalacak ada sakinleri, savaş boyalarını sürüp “boğulmayacağız, savaşacağız” diye ortaya fırlıyor...

195 küsur ülke Paris’te bir araya gelip –dişi epey az olsa da– ilk evrensel iklim anlaşmasını imzalayabiliyor. İklim adaleti peşinde koşanlar, Fransa’da olağanüstü hal ve yasakları dinlemeyip, kırmızılarını takınıyor, “kırmızı çizgilerini” âleme haykırıyor, Eyfel Kulesi etrafında insan zinciri oluşturuyor ve tarihi heykellere kutup ayısı kıyafeti giydiriyor...

Gerze ahalisi termik santralin yapımını neredeyse 4 yıllık cansiperane mücadelenin sonunda durdurabiliyor; Halkidiki’de her kuşaktan insanlar yaşam haklarını savunmayı ve direnmeyi yıllar yılı sürdürüyor ve direnme kararlarının arkasında dimdik durabiliyor...

Artvin Cerattepe’de bölge halkı, sağcı solcu, ak ya da kara partili demeksizin maden şirketine ve onu koruyup kollayan kolluk kuvvetlerine karşı birleşip eşsiz bir dayanışma ile topyekûn direniş gösterince, Başbakan, sonunda direnişçilerle görüşmek ve sonuçta mahkeme kararına kadar şirkete “hele bir dur” demek zorunda kalıyor. Ama Artvin ahalisi hem temkinli, hem kararlı: Şirket Cerattepe’yi terkedene kadar direnişi sürdürme kararı alıyor.

Akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, çizerler, sanatçılar, bilim insanları, sporcular ve toplumun birçok başka kesimi, dünyada ve ülkede iktidarların ayrımcı, baskıcı, yasakçı, demokrasi karşıtı, anti-demokratik ve otokratik herhangi bir girişimine suç ortağı olmayı reddedip direniyor ve gelebilecek baskılara aldırmıyor...

Türkiye’de Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, bireysel başvurularını değerlendirdiği iki gazetecinin yaptıkları haber nedeniyle tutuklanmalarının “kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı ile ifade ve basın hürriyetlerinin ihlali” olduğuna karar veriyor, gazeteciler 3 ay yattıktan sonra serbest kalıyor ve haberciliğe bıraktıkları yerden devam edeceklerini söylüyor.

“Cüce Şubat”ın son günlerine girilirken Britanya’da bütün bir kuşağın en büyük nükleer silah karşıtı eylemi gerçekleştiriliyor. Dünyanın tam öbür ucundan gelenlerin de katılımıyla Londra’da sokaklara ve meydanlara dökülen onbinlerce eylemci, ülkeleri ve gezegenleri için nükleer silahlardan arınmış bir dünya istiyor.

Ve son gün: Bahar gelir, çiçekler açmaya dururken 29 Şubat “artık yıl” (“sıçrayan yıl”) günü 150’den fazla uluslararası örgüt “Sıçrama Manifestosu”nu ilan ediyor: Tüm ülkelerde gösteriler, gösterimler, oturumlar ve binbir türlü başka eylem. İklim adaleti aktivistleri temel taleplerini dünyaya ilan ediyor: Karbonsuz dünya, yerli haklarına saygı, ekonomik adalet, iklim adaleti… Daha adil, daha hakkaniyetli, daha temiz, daha yeşil bir toplum düzeni. Yerel hareketler eşgüdümlü eylem hazırlığı içinde yeni dünya düzenine doğru coşkuyla ilerliyor...

Bu arada, biliminsanları, yerçekimini ve evreni anlama yolunda muazzam bir keşif yaptıklarını açıklıyor: İnsanlık, Einstein'ın kuramlarından 100 yıl sonra, onun tüm evrene yayıldığını söylediği kütleçekimi dalgalarını nihayet gözlemliyor, sesini bile kayda alıyor!...

Ve devran dönüyor...

***

Yıllardır Açık Radyo’da her sabah bir başka hikâyesini dinleyiciyle paylaştığımız Güney Amerikalı yazar Galeano’nun “herşeyin tarihi” diye nitelendirebileceğimiz Aynalar kitabından bir anlatıyı aktararak bağlayalım öyleyse sözümüzü:

... Tanrının şaheserleri mi yoksa Şeytan’ın kötü bir şakası mı olduğumuzu artık bilmiyoruz. Biz, insancıklar:
Her şeyin yok edicisiyiz,
hemcinslerimizin avcısıyız,
atom bombasının, hidrojen bombasının ve insanları öldürürken nesnelere hiç zarar vermediği için bunların arasında en faydalısı olan nötron bombasının yaratıcılarıyız,
makineler icat eden,
icat ettiği makinelerin hizmetinde yaşayan,
içinde yaşadığı evi yiyip bitiren,
kendisine içecek olan suyu ve yiyecek veren toprağı zehirleyen,
kendisini kiralayabilen ya da satabilen ve kendi benzerlerini kiralayabilen ya da satabilen,
zevk için öldürebilen,
işkence eden,
tecavüz eden yegâne hayvanlarız.
Ama aynı zamanda da,
gülen,
uyanıkken düş kuran,
ipekböceğinin salyasından ipek yapan,
çöplüğü güzelliğe dönüştüren,
gökkuşağının tanımadığı renkleri keşfeden,
dünyanın seslerine yeni müzikler katan,
ve gerçeklikle hafıza dilsiz olmasın diye
yeni sözcükler yaratan yegâne hayvanlarız...

Eduardo Galeano, Aynalar (çeviren: Süleyman Doğru), Sel Yayınları, 2013, 4. bası, s.235

4 Şubat 2016 Perşembe

Heraklitos, Hobbes, Hayek ve Nasreddin Hoca: Savaş 101

Merhaba sınıf,

Yeni yılda ilk dersimiz: Savaş 101. Yani, Savaş kavramının temellerine giriş.

Önce özlü bir sözle başlayalım:

“İnsanlar en bildik, tanıdık şeylere bile öylesine yabancılaşmış haldeler ki, kendiliğinden gün gibi ortada olanı da iyice arayıp bulmak zorundalar.”

Kadim Yunan filozoflarından Efes’li Heraklitos’un bu keskin tespitini Pulitzer ödüllü yazar ve yılların savaş muhabiri Chris Hedges, epey zaman önce yayımladığı “SAVAŞ: Herkesin Bilmesi Gerekenler” başlıklı el kitabının1 giriş bölümünde alıntılıyor. Yazar, hayatın en basit ve açık sorularını genellikle hiç sormadığımızı belirttikten sonra, bu basit ve apaçık soruların en başta gelenlerinden birinin savaş olduğunu ekliyor.

Heraklitos da Hedges de haklı aslında: Herşey apaçık ortada;
ama biz bu açık gerçekliği kabullenmekte acayip zorlanıyoruz nedense. Aslında bakarsanız, biz de haklıyız. Adeta bir Nasreddin Hoca fıkrasında yaşıyor gibiyiz: Gazetelerde ülkenin gerilim ve çatışmalar içinde olduğuna, maazallah bir iç savaşa doğru sürüklenebileceğine dair imalar içeren kaygılı yazılar okuyabiliyor, televizyonlarda bu yönde konuşmalar yapıldığına rastlayabiliyoruz.

Ne var ki, hem bunlar çok yetersiz; hem de her seferinde başlarımız başka tarafa çevriliyor. Tam teşekküllü bir savaş durumundan hiç bahsedilmediği, hatta böyle bir şeyin akla ya da dile bile getirilmediği, bundan ısrarla kaçınıldığı aşikâr görünüyor.

Ama dürüst olalım – Hem birbirimize, hem de kendimize karşı: Düpedüz savaş var ortada. Türkiye, geçen yılın Temmuz sonundan, yani yaklaşık 6 aydan beri bir savaşın içinde.
 Silopi, Ocak 2016 (Fotoğraf: İlyas Akengin / AFP / Getty Images) 

En baştan, tanım meselesinden başlayalım isterseniz. Yukarıda adı anılan kitap “Savaş 101” başlıklı 1. bölümünde, kavramı tarif etmekle işe başlıyor: “Savaş 1,000’den fazla insanın hayatını alan aktif çatışmaya denir.”2

Bu tanımı esas alırsak, şu anda dünyada devam etmekte olan 3 majör (yani 10 bin ya da daha fazla insanın doğrudan şiddet kullanımı sonucu öldüğü) savaş olduğunu görüyoruz.Şimdi bunları zayiat rakamları itibarıyla sıralayalım:

1) Afganistan:
Ta 1978’de Sovyetlerin işgali ile başlayan, sonra ABD işgali ile devam eden, Taliban’ın dönüşü ve IŞİD’in de işin içine girmesiyle günümüzde de hızlanarak devam eden Afganistan savaşı ve/ya içsavaşı: Toplamda 1,240,000 - 2 milyon ölü...

2) Irak:
1990-91 yıllarındaki Körfez Savaşı, ardından 2003’teki ABD istila ve işgali, onun ardından 2011-2013 mezhep savaşları ve/ya iç savaş, derken ikinci Irak savaşı, ve son olarak da IŞİD’e karşı 2014’te başlayıp günümüze de hızlanarak, şiddetlenerek gelen vahşi Irak savaşı (“v.3”): Toplamda 240 bin - 1 milyon ölü...

3) Suriye:
2011’de, 4 yıldan fazla uzayan bir kuraklığın ardından patlak veren, günümüzde de olanca hızıyla sürüp giden, gittikçe vahşileşen ve dışarıdan sayısız ülkenin “müdahil” olduğu cehennemî Suriye iç savaşı: Toplamda 250 bin - 340 bin ölü...

***

Türkiye ise, belki majör değil, ama doğrudan “savaş” kategorisine giren bir halin tam içinde bulunuyor şimdi – yeniden! Konuyu özet olarak Wikipedia’dan izlersek, başlangıcı 1978’e kadar geri götürülebilecek Kürt-Türk silahlı çatışması, 1984’te kanlı bir savaşa dönüştü ve 1999’a kadar sürdü, 1999-2004 arasında tek taraflı ateş kes döneminden sonra, 2004-2012 arasında çatışmalar tekrar alevlendi, 2012’den geçen yıl (2015) ortasına kadar barış süreci denemesine girişildi; bu evreye gelindiğinde toplamda –güvenlik güçleri, siviller ve isyancılardan– ölenlerin sayısı yaklaşık 45 bin olarak hesaplanıyordu.4

Yaklaşık 2,5 yıl süren bu “barış süreci”nin âniden kesilmesiyle,
geçen yıl 24 Temmuz tarihinden itibaren ülkede yeni bir savaş başladı.

Gene zayiat rakamlarını kriter olarak alan Uppsala Çatışma Verileri Programı adlı araştırma kuruluşunun tanımına göre, mevcut ya da bir önceki yılı kapsayan bir periyod içinde şiddet kullanılarak 10 binden az, ama bin ölümden fazlasına yol açmış çatışmalar, kesinlikle savaş kategorisi içinde değerlendiriliyor.5

Sadece bu kriteri esas alırsak: Toplamda 2015’te (Temmuz – Aralık sonu) 1,927- 3,450 ölü, yeni yılın başında sadece 2016 Ocak ayında ise 99 ölü vardı...6

Dikkat edilirse, aylar süren sokağa çıkma yasakları, 230 bin kişinin bölgeden zorunlu göçü ile boşalıp hayalete dönmüş şehirler, yerle yeksan olan binlerce yıllık tarihi mahalle ve şehirler, eğitimsiz kalan binlerce öğrenci, caddelerde dolaşan tanklar, yerle bir olmuş sokaklar, hendekler, beyaz bayraklar, barış isteyen baro başkanlarının tarihi camilerin ayakları dibinde barış isterken kim vurduya gitmesi, gazetecilerin vurulması, çocukların, bebeklerin, kedilerin vurularak ölümü, yerlerde sürüklenen cesetler, yer sofrasında çocuklarının gözü önünde başı kopan kadınlar, buzlukta günlerce bekletilen çocuk cesetleri, ambulansların yardıma gelemediği yaralıların bodrumlarda birer birer kanayarak ölümleri, maskeli üniformalı savaşçıların siperlerin, barikatların, kum torbalarının önünde, arkasında kol gezmeleri vb. bütün bu savaş sahneleri (gazeteler, portallar, sosyal medya...) ana tabloda yer almıyor.

Burada sadece soğuk, steril ölüm sayıları kriteri esas alınarak yapılmış bir kategorizasyon sözkonusu. Ve fakat yeterli: kesin savaş hali işte...

Aynı şekilde, Türkiye’nin Suriye’ye bir şekilde askeri müdahalesi konusundaki ihtimaliyat hesaplarını, düşürülen Rus uçağını, komşularla ve Rusya ile gerginlikleri, her gün memleketin cennet sahillerinde tomar tomar ölen mülteci bebekleriyle çocukları ve kadınları, Türkiye’nin çevre ve doğaya, neredeyse tüm gezegene karşı açtığı amansız savaşı dasavaştan saymıyoruz; ayrıca Europol kuruluşuna göre, insan ve seks kaçakçılarının eline düşmüş olan kayıp 10 bin göçmen çocuğunu, büyük şehirlerde kendini patlatan “canlı” bombaları, bombalanan Pazar yerlerini, varil bombalarını, bölgede ABD’nin Afganistan’da, Irak’ta kalmaya ve savaşmaya devam etmesi kararlarını, Avrupa savaş bütçesini olağanüstü miktarlarda artırma kararı almasını, Afrika’da ve başka her yerde drone saldırılarını, hastane bombardımanlarını, Rusların mülteci kampı bombalamalarını, Gazze ablukasını, bombardımanlarını vb. gibi unsurları da hesaba katmıyoruz. (Gazeteler, portallar)

Tahmini ölü sayılarının bini ve onbini aşıp aşmadığı konusunu dikkate alıyoruz sadece ve onun dışında hiçbir noktayı, ana tahlil açısından hesaba katmıyoruz. Ama işte, nereden bakarsanız bakın, gene de kesin savaş hali...

***

İtalyan düşünür ve yazar Franco “Bifo” Berardi, yeni yılda yayımlanan bir makalesinde neoliberal kapitalizmin “dışsallaştırma”
ve özelleştirme süreçleriyle dünya çapında bir sivil savaşa bodoslama daldığımızı yazıyor. Bir “Dünya Savaşı”ndan çok, “32 kısım tekmili birden” diye adlandırabileceğimiz “parçalanmış küresel sivil savaş”a doğru bir gidiş. Parçalar da bir araya gelmiyor, çünkü savaş her yerde. Dünya çapında bir “nekro-ekonomi”nin, ölüm ekonomisinin,
bir nekro-kapitalist rejimin her türlü ahlakî, manevî reçeteyi, hukukî düzenlemeyi iptal ettiği yepyeni bir rejimden söz ediyor Berardi: “Savaş özelleştirildiğinde, dünyada hiçbir jeopolitik düzen tahayyül edilemez, çatışan dinî kabileler arasında bir düzenleme yapılamaz. Başı ve sonu olmayan sonsuz bir bir savaş bu, Bin Laden’in vaat ettiği gibi. [...] Thatcher’in neoliberal felsefesi bireyler arasında savaşın reçetesini yazmıştı. Hobbes, Darwin ve Hayek hepsi davetli: sosyal medeniyetin sonunu, barışın sonunu kavramlaştırsınlar diye. [... Meksika’nın uyuşturucu karteli] Sinaloa ile DAEŞ’i alın, Blackwater [paralı asker ordusu] ve [petrol devi] Exxon Mobil ile kıyaslayın. Aralarında, sandığınızdan daha büyük bir ortak nokta var. Ortak amaçları, çağdaş ekonominin en heyecan verici ürünleri olan terör, dehşet ve ölüme yaptıkları yatırımlardan azami kâr elde etmek. Doğmakta olan dünya ekonomik düzeni, nekro-kapitalizmdir – ölüm kapitalizmi” 8

Evet sınıf, bu ders burada biter. Tek bir soruya cevap verecek zaman kaldı. Siz en arka sıradaki genç arkadaş, evet, siz elinizi kaldırdınız, sorun bakalım!

Efendim?...

Hmm. İşte cevap, gene Berardi’den:

“Bu cehennemden çıkmayı tahayyül edebileceğimiz tek yol, finans kapitalizmine son vermek. Ama bu da şu anda eli kulağında gözükmüyor.”9

Lûtfen, gelecek derse ödev olarak şu aşağıdaki makaleyi çalışarak gelin:

Tek Yol Devrim v2.0”, 01.09.2015)


Ders paydos.


[1] Chris Hedges, What Every Person Should Know About WAR,
Free Press, 2003, s. xiv
[2] ABD Savunma Bakanlığı Enformasyon Merkezi yayını Defense Monitor, D. Smith, “The World at War”, Ocak 2003, Washington, DC., ibid., s. 1
[8] Franco Berardi Bifo,
[9] Ibid.