21 Mayıs 2013 Salı

Bir Diyalog ve Bir “Monodiyalog”


Uluslararası İşçiler Günü bütün dünyada neoliberal kapitalizmin dayattığı kemer sıkma politikalarına ve ağır işçi sömürüsüne karşı İspanya gibi kimi yerde coşkuyla, 400’den fazla işçinin yıkılan enkaz altında can verdiği Bangladeş gibi kimi yerde hüzün ve öfke karışımı duygular içinde, ABD gibi kimi yerde de hınzır espri ve şakaları da kapsayan karmaşık bir haleti ruhiye içinde protesto ve gösterilerle kutlanırken, yeryüzünde belki bir tek Türkiye’de, daha doğrusu sadece şu şehr-i Stanbul’da durum her yerdekinden biraz daha farklıydı.
Tarihin en eski yerleşim merkezlerinden biri olan ve bilindiği gibi, dünyada iki kıtaya birden yayılan tek şehir olan bu benzersiz yerde, benzersiz tuhaflıkta şeyler yaşandı: Şehrin kıtaları birbirine, merkezini çevresine bağlayan köprüler köprü olmaktan, yollar yol olmaktan, kara ve deniz taşıtları kara ve deniz taşıtları olmaktan çıkarıldı. Adını kentin eski sakinlerinin “şehir” anlamına gelen polis kelimesinden alan bu şehrin bugünkü sakinleri, yani yeni“polisliler, polis tarafından kendi mahallelerine ve hatta evlerine hapsedildiler.
Günün İstanbul için mânâ ve ehemmiyetini ortaya bütün çıplaklığıyla koyan diyalog şuydu:
Vatandaş: “Taksim’e nasıl giderim?”
Polis: “Gidemezsin, bütün bunları gitmemen için yapıyoruz zaten.”[1]
Biz bu İstanbul/Taksim meselesiyle uğraşırken bakınız dünyada neler olup bitiyordu: Tarihte benzeri görülmemiş ısınma yüzünden Güney kutbunda buzlar son bin yılda görülmüş en kötü erimeye uğruyor[2], Kuzey Kutup dairesinde 600 yılın en sıcak yazları son 8 senede geçiriliyor[3], iklim değişikliğinin getireceği kıtlık ve açlıktan önümüzdeki on yıllarda milyonlarca kişinin ölmesine yol açacağı ve buna dünyanın katiyen hazır olmadığı açıklanıyor[4], 20. yüzyılın son 30 yılının, aşağı yukarı son bin dörtyüz yıldan, yani İstanbul şehrinin Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi olarak ilan edilmesinden beri görülmüş en sıcak yıllar olduğu raporlanıyor[5], 6 trilyon dolar tutarındaki “karbon balonu”nun patlamasıyla hem yatırımcıların hem de Yeryüzü Gezegeninin yanacağı, dünyanın hesaplanmış fosil yakıt rezervlerinin yerin altında bırakılmasından başka çare olmadığı ilan ediliyor[6], 7 yıl içinde iklim değişikliği ve enerjiye hücum sebepleriyle yağmurla beslenen tarım hasadının başta Afrika olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde yüzde 50 azalmaya yol açacağı, başlıca nehirlerin debisi azalacağından sulama kanallarının, barajların, HES’lerin ve nükleer santrallerin susuz kalacağı bildiriliyordu[7].

“O esnada başka yerde”, yani Türkiye’de neler oluyordu peki? Ülkedeki 15 özel çevre koruma bölgesinden biri olan ve Akdeniz’in en zengin biyolojik çeşitliliğine sahip ilçesi Datça’da deniz doldurularak marina yapılırken, belediye başkanı tarafından bunun “doğa dostu marina” olduğu söylenerek[8] literatüre önemli katkı getiriliyor, İstanbul’un kuzeyine yapılması öngörülen 3. havalimanı için verilen 3. ÇED raporunda belirtilen 70 göl, gölcük ve gölet, nihaî ÇED raporunda, –abra kadabra!– “su birikintisi”ne dönüşüyor ve ilk raporda “mecburen kesilmesi gereken” 680 bin ağacın yanı sıra, 1, 855 bin küsur ağacın da “taşınabileceği” belirtilerek, dünya literatürüne (herhalde tekerlekli) “prêt-à-porter ağaç” gibi yepyeni ve güzide bir kavram armağan ediliyor[9], Türkiye’nin karbondioksit eşdeğeri olarak 2011 yılı toplam sera gazı emisyonunun 1990 yılına göre yüzde 124 artış gösterip dünya artış rekoru kırdığı resmen açıklanırken[10], tastamam aynı günde Orman ve Su İşleri Bakanı, “bugüne kadar işletmeye aldığımız hidroelektrik santraller sayesinde yılda 40 milyon ton karbon salınımını önledik” demek suretiyle iklim değişikliği ile mücadelenin en etkin yolunun hidroelektrikten faydalanmak olduğunu belirtiyor[11],  bundan bir hafta sonra ise, Muğla'nın Fethiye İlçesi'ndeki bir yangınla oradaki kuş cenneti kuş cehennemine dönüşüyor[12], enerji bakanı enerjide yeni trendin kömür olduğunu açıklarken, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) Başkanı, “yerli kömür santralleri için başvuruların çok arttığını, yerli kömüre karşı inanılmaz bir yönelim olduğunu söylüyor, “inanılmaz derecede seviniyoruz” diyordu.[13]
Evet, ama bundan daha da inanılmazı vardı: Yılın tek kişilik “diyalogu” şöyle cereyan etti:
Başbakan (BM Ormancılık Forumu’nda, 7 Nisan 2013):
Bir parça elmasın, bir gram altının, bir litre petrolün, bir metreküp doğalgazın, bir torba kömürün nerelerden geçip geldiğine, ne tür trajedilere şahit olarak evlerimize ulaştığına artık kafa yormamız gerekiyor…İnsanlar, güzel kokular sürünme yarışına girerken, atmosfer deliniyor; insanlar hırsla hız yapma peşinde koşarken, buzullar eriyor. Şunu hepimiz görmek ve anlamak zorundayız. Büyüme ve kalkınma dediğimiz süreç böyle devam ederse, ortada yaşanabilir bir dünya kalmayacak. Bu acımasız rekabet, bu hırs, bu tamah böyle devam ederse, çocuklarımıza bırakacağımız bir dünya var olmayacak”[14]

Başbakan (AKP Kızılcahamam toplantısında, 28 Nisan 2013):
“Çılgın projeler için bize hendek atlatıyorlar. Bakın Marmaray’a çanak çömlekle bize kaç sene kaybettirdiler. Üç dört sene önce açılacaktı. Biz muasır ülkeler seviyesinin üzerine çıkacaksan bu yatırımları hızla yapmalıyız… Kanal İstanbul’la ilgili birileri gelip bize akıl veriyor “bu yanlış” diye. Ya arkadaş sen aklını kendine sakla …Dört yıl gibi bir sürede üçüncü havalimanını bitireceğiz… Taksim Gezi Alanı dedik hemen karşı çıktılar… Bu tabii kışla olmayacak. AVM, belki rezidans olarak hizmet görecek… Galataport, Haydarpaşaport hazırlanıyor…Boğaz’a 3. köprünün temelini önümüzdeki bir iki ay içinde atacağız…”[15]
Epey zaman önce Oğuz Atay o unutulmaz günlüğüne şöyle yazıyordu:
“…Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz...”[16]
Sana nasıl geliyor peki, ey okur?
Başka sorum yok.
***


[1] Taraf, 2 Mayıs 2013.
[3] Radikal, 10 Nisan 2013-05-02
[4] Observer, 13 Nisan 2013
[6] Bill McKibben, Jeremy Leggett, Guardian, 19 Nisan 2013
[7] Michael T. Klare, http://www.tomdispatch.com/blog/175690/,  21Nisan 2013
[8] Radikal, 21 Nisan 2013
[9] Radikal, 1 Mayıs 2013
[12] Milliyet, 21 Nisan 2013
[13] http://www.bianet.org/bianet/ekoloji/145665-enerjide-yeni-trend-komur
[16] Oğuz Atay, Günlük, İletişim, 2007

Yeni Bir İklim Bilinci Oluşuyor



İlkbaharın başlangıcını, doğa'nın kendini yenilemesini, ortalığı kaplayan soğuk hava dalgası içinde de olsa, kutladık. Baharı simgeleyen Nevruz ya da Newroz da, ülkede 30 yıllık kanlı savaşın sonuna doğru yaklaşmakta olduğumuzu gösteren bazı işaretleri beraberinde getirdi ve umudumuzu artırdı.

Öte yandan, Mart ayında bilim dünyası hiç de iç açıcı olmayan yeni verilerle karşımıza dikildi. Lâfı eğip bükmeden, sükûnetimizi hiç bozmadan, “cool” bir edayla söyleyelim biz de sözümüzü:
Mahva doğru sürüklenmekteyiz.
İnsanlık tarihinde ilk kez insanlar kendi eylemlerinin sonucunda büyük bir yıkım tehlikesiyle yüzyüze. Enerji, daha fazla enerji, daha daha fazla enerji elde etme hırsıyla atmosferi dev bir lağım gibi kullanıyoruz. Kömür, petrol, doğal gaz gibi konvansiyonel, katran kumulları, kaya gazı, şist petrolü, “sentetham” (syncrude) gibi alengirli adlarla andığımız konvansiyonel olmayan fosil yakıtları gitgide daha daha fazla yakmaktayız. Bunları yakmakla, başta karbondiyoksit olmak üzere, ortalığa saçtığımız sera gazları dünyayı resmen cehenneme çevirmek üzere. Gelecekte doğru dürüst, insan gibi, haysiyetli bir hayat sürdürme şansımızı şimdiden kendi ellerimizle ayaklar altına almaktayız. Türün kendi geleceğini bile ciddi tehlikeye attık artık. Tabii başka sayısız hayvan ve bitki türünü de peşimizden sürükleyerek. Bir "ekosoykırım"dan dahi söz edebiliriz pekâlâ.
Hapı yutmaktayız!
11 bin yıllık iklim verilerinin tümü bunu bize kanıtlıyor! İnsanların yerleşik düzene ve tarıma geçmesiyle oluştuğu kabul edilen insan medeniyetinin başlangıcından bu yana görülen en büyük sıcaklık artış hızlarına şimdi-şu saat-bizzat ulaşıyoruz! İklimin değişim hızı, 11,500 yıl önce başlayan bu jeolojik zaman döneminde, yani tüm Holocene çağında gördüğümüzden çok daha büyük! 1
İklimdeki değişiklik, insan medeniyetinin ve tarımın varolduğu tüm dönem boyunca gördüğünden daha fazla olacak! Gezegenin tarihinde ilk kez bir canlı türü, dünyanın uzaydan görünüşünü, fizikî ve kimyasal yapısını değiştirecek güce sahip oldu. Ve bu gücünü kullayıp bu değişikliği yapıyor. Böylece, Holocene diye adlandırılan jeolojik çağ bitiyor ve – Nobel Ödüllü kimyacı Paul Krutzen'in dediği gibi – Anthropocene çağı, yani insanın belirleyici etken olduğu, insanın adını verdiği jeolojik çağ başlıyor artık. Ama bu isim babalığı/ya da isim anneliği, o kadar övünülecek birşey mi, onu bilemiyoruz artık.
Ayvayı yemekteyiz!
Fosil yakıtların yakılması sonucunda ortaya çıkan sera gazlarının benzeri görülmemiş hızda artması yüzünden meydana gelen iklim değişikliğinin bir başka boyutu daha geçenlerde ölçüldü. Okyanuslarda ve dünya denizlerinde bu artan gazların emilimi (absorbe edilmesi) sonucunda ortaya çıkan asitlenme olayı yaklaşık 300 milyon yıldan bu yana "görülmüş" en yüksek seviyeye çıktı!2 Çok eski dönemlerde yaşamış kabuklu deniz hayvanlarının kabuklarındaki izlerin incelenmesi bize bunu ispatlıyor. Yani, kelime oyununu hoşgörün ama, artık "bilinmeyen sularda yüzmekte"yiz! 300 milyon yıl! Bu da bütün hayatın orijinal kaynağı olan denizlerdeki besin zincirini, mikroskopik bitki ve hayvanlardan en üst seviyedeki memelilere kadar etkiliyor, hatta bu zinciri en alt halkasından koparıp atıyor.
Pusulayı şaşırmış durumdayız.
Hawai'deki Mauna Loa gözlemevinde 1950'lerden beri yapılan düzenli ölçümlerde atmosferdeki karbondiyoksit miktarında en büyük ikinci artış sıçraması gerçekleşti ve bu sera gazı toplamda milyonda 395 parçacık (ppm) oranına ulaştı. Ölçümleri başlatan Charles David Keeling, bütün dış etkilerden, kirlenmelerden uzakta, Pasifik'in ortasında günde 6 kere hiç şaşmadan atmosferdeki C02 artışını ölçtü. Ömrünü buna adamıştı. O kadar ki, bir çocuğunun doğumuna yetişemedi, çünkü karısının sancıları başladığında o günlük ölçümlerinden birini yapmak üzere aletlerinin başındaydı. "Karbonun Yaşlı Kurdu" Keeling'in ünlü CO2 eğrisi, yıllar içinde yükseldi yükseldi ve neredeyse tavanı deldi geçti! Yani, daha 4 yıl önce dünya ülkelerinin neredeyse hepsinin istikrarlı bir iklim olabilmesi için şart olduğuna karar verip üzerinde anlaştığı 2 derece santigradlık “güvenli sıcaklık artış tavanı”nı tutturma umutları hızla uçup gitmekte. (400 ppm tavanına şunun şurasında iki yıl birşey kaldı: Parçacık artış sayısı daima artıyor ve 2012'de yılda 2,67yi buldu!) İşin kötüsü, bilim dünyasının büyük çoğunluğu, başta James Hansen, 400 ppm'yi asla güvenli sınır kabul etmiyor ve iklim yıkımını önlemek için 350 parçacık (ppm) sınırına geri çekilmenin şart olduğunu, 350 ppm'den fazlasının kontrolden tamamen çıkmış bir iklimi garanti edeceğini söylüyor.
Susuzluktan kırılmaktayız!
Müthiş Mezopotamya medeniyetlerini doğuran "verimli hilal" topraklarında durum vahim. Son durumu anlamak için NASA uydularından gelen son verilere şöyle bir göz atmak bile yeterli: Türkiye'nin güneydoğu bölgesini ve komşuları Suriye, Irak ve İran'ın önemli bölümlerini içine alan Dicle - Fırat nehirleri havzası, 2003'te başlayan 7 yıllık bir dönemde büyük bir kuraklığın pençesine düşmüş durumda. Bölge tatlı su kaynaklannı büyük bir hızla yitiriyor. Bu 7 yılda 144 kilometre küp yeraltı suyu kaybetmiş. Bölgenin yeraltı su kaynaklarındaki azalma, Hindistan yarı kıtasının ardından yeryüzünde görülen en büyük kayba işaret ediyor. (Suriye'deki iç savaşın bile kuraklık ve iklim değişikliği ile bağlantılı olduğu saptandı!) Bu bilimsel raporu yazanlardan biri, "yeraltı su kaynakları banka hesabınız gibidir," demiş. "İhtiyacın olduğu zaman çekersin, ama sonradan yerine konmazsa, sonunda hesabındaki paranın yerinde yeller esmeye başlar."  Fizik bilimlerden sosyal bilimlere, siyaset bilimine küçük bir sıçrama yapalım: Bu sinsi kuraklık tehlikesinin tüm bölgede sebep olabileceği kıtlık ve –Türkiye-Suriye-Irak-İran arasında–  doğuracağı çatışmaların boyutunu önceden kestirmek için ise kâhin olmamıza gerek yok herhalde.
Fizikle kavga etmekteyiz!
Aslına bakarsanız, burada insanlarla fizik arasında bir kavgadan bahsediyoruz.5 Fizik dünyası, insanların koyduğu takvimlerle zerrece ilgilenmez. Karbonu fiyatlandırırsanız benzin fiyatları artar, o zaman da inşaat sektörü krize, ekonomi durgunluğa girer, ülkenin büyüme hızı düşer, iktidarlar da seçim kaybeder…Fizik bunlarla da ilgilenmez, hatta bunları hiç takmaz . Fizik, iklim değişikliğine karşı tedbir almak üzere harekete geçilirse, dünyadaki en kârlı endüstri olan fosil yakıt endüstrisinin kârlarının küçülmesiyle de ilgilenmez. Fizik, ortalığa saçtığımız karbondiyoksidi alır ve onu ısıya dönüştürür. Bu  da buzların daha fazla erimesi, deniz seviyelerinin yükselmesi, fırtına ve sellerin artması demektir. Ve, öteki tüm sorunlardan tamamen farklı olarak, ne kadar az şey yaparsanız, o kadar kötüye gider işler. Hiçbir şey yapmadan durun bakalım, elinizde patlayan kâbusun büyüklüğünü seyredin ondan sonra.
Fizik kurallarının emrettiği takvime uygun olarak harekete geçmezsek eğer, ondan sonra harekete geçmenin bir anlamı kalmayacaktır. İklim değişikliği, fizik kuralları gereği, geri döndürülmez bir süreçtir; sonsuza kadar gider.
***
Yukarıda sıraladığımız korkunç raporların tümü Mart ayındandı. Dünyanın önde gelen az sayıdaki saygın gazete, bilimsel dergi ve bloglarının taranmasıyla elde edilmişti. Ezici çoğunluğu dünyada da, ülkede de medyada sessizce geçiştirildi. Ama buna alışkınız zaten. Bu konuda uzun zamandan beri özel çıkarların (petrol, enerji şirketlerinin vb.) yürüttüğü bir sessizlik kumkuması mevcut. Büyük paralar harcanarak yürütülen bütün bu lobi faaliyetlerine, çarpıtmalara ve kuyruklu yalanlara rağmen kamuoyunun, sıradan insanların önemli bir çoğunluğu yaklaşan felaketin pekâlâ farkında. Özellikle de çocuklar ve gençler. Onlar belki de içgüdüsel olarak gerçekten ilgili, kaygılı ve farkındalar. Kısacası, insanlar bilimcilerin, araştırmacıların, dürüst gazetecilerin rapor, araştırma ve haberlerini görmeseler bile tehlikenin farkındalar.
Tam da şu sıralarda Türkiye'nin tanınmış kamusal aydınlarından bir kesim de iklim krizi üzerindeki sessizlik perdesini kaldırmak, bu büyük tehdide karşı toplumsal bilinci yükseltmek amacıyla harekete geçti. Bilebildiğimiz kadarıyla bu, Türkiye'de ilk kez oldu. Aralarında toplumun önde gelen sanatçı, yazar, akademisyen, müzisyen ve girişimcilerinin de bulunduğu bu insanlar, bir manifestoya imza attılar: "Gezegen Elden Gidiyor - Buna Razı Gelemeyiz”... Adalet Ağaoğlu, Ali Nesin, Ara Güler, Barbaros Çetin, Güven Güzeldere, Haluk Bilginer, Harun Tekin, İbrahim Betil, İbrahim Özdemir. Murat Türkeş, Nebahat Akkoç, Ömer Madra, Pelin Batu, Rakel Dink, Sevil Turan, Sezen Aksu, Şafak Pavey, Tarhan Erdem, Tarkan, Ümit Boyner, Ümit Şahin ve Yaşar Kemal manifestonun ilk imzacıları arasında yer aldılar.6
Ayrıca, çevre ve ekolojiden insan haklarına, inanç temsilcilerinden demokrasi kuruluşlarına, sanat kurumlarından sağlık örgütlerine, kadın hakları kuruluşlarından çocuk haklan temsilcilerine, gençlik hareketlerinden meslek örgütlerine sivil toplumun geniş bir kesimini temsil eden kurumlar manifestoya destek verdi ve vermeye de devam ediyor.7

İklim, çağımızın en büyük insan hakları mücadelesinin ana "sahnesi". İklim değişikliğini yavaşlatmak için topluca harekete geçmeden hiçbir şey elde edemeyiz. Dönülmez akşamın ufkundayız ve bu, bizim son şansımız.

Vakit çok geç olmadan, imzalarımızla karar alıcıları ekonomik, siyasi ve kültürel bakımdan güçlü bir değişikliğe doğru yönlendirebiliriz. Onları yenilenebilir enerji kaynakları konusunda tutarlı ve istikrarlı politikalar izlemeye, artık nihayet somut hedefler belirlemeye ve bunları uygulamaya zorlayacak büyük bir baskı grubu oluşturabiliriz.
İşte bu sebeplerle, 24 Mart Pazar gece yarısında change.org üzerinden bir imza kampanyası başlatıldı. Meclisten ve siyasi karar alıcılardan yenilenebilir enerji kaynakları konusunda tutarlı ve istikrarlı politikalar belirlemesini, bu yönde toplumun önüne somut hedefler koymasını ve bunları süratle hayata geçirmesini talep ediyoruz. Ve ancak o zaman, hayattaki tek evimiz olan bu gezegeni kurtarmak için bir şansımız olabilir." Böyle deniyor metinde.
Kimseye akıl öğretecek halim yok, ey okur. Ama, günümüz genç kuşağı başta olmak üzere bu vicdani kaygıyı içinde hisseden herkesin change.org/iklimicin linkini tıklayarak bu kampanyaya katılması çok iyi olurdu diye düşünüyorum. Hatta çevrenizdekileri de işin içine katmak için birşeyler yapsanız daha da iyi olurdu.
Ne de olsa iklim değişikliği bütün o müthiş adaletsizliği ile, başta günümüz gençliği, hepinizi ve hepimizi vuruyor çünkü.