24 Şubat 2015 Salı

Özgecan, Michelle ve Biz – Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz

Önce Yeşil Gazete’de bizim Özgecan’ın yazısını gördüm: Özgecan #sendeanlat:
Sevgili Özgecan,
Sen de anlat:
Senin adını da hep Özge Can diye yazıyorlar mıydı?
Senin adın da Leyla bir özge candır şarkısından mı geliyor?
Özgecan, gözlerin ne kadar da güzel…
Senin annen de seni kara gözlü ceylan diye sever miydi?
Canım Özgecan.”
 
***

***
Ardından, 8 yıl önce “Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz”* kitabına yazdığım önsözü hatırladım:
“Bu kitabı, 7 yaşındaki torunuma ve 21 yaşında hiç tanımadığım bir genç kıza ithaf ediyorum. ‘Ben kimim?’ gibi soruları sormaya başlayan torunum Oryan’a bazen geceleri uyumadan önce küresel iklim değişikliğini anlatan çocuk kitapları okuyorum. Ona pek yakında okuyacağım bir başka şey de, işte o tanımadığım genç kızın, üniversitesinde Çevre Dersleri 151 sınıfında yazdığı son kompozisyon olacak.
Michelle Gardner-Quinn şöyle yazıyor, “Buna İnanıyorum” başlıklı ödevinde:
"Hayatın her türüne büyük saygı gösterilmesi gerektiğine inanıyorum. İnsanlığın yeryüzüne ve deneyimlerimizi paylaştığımız tüm hayata karşı sorumluluğu olduğuna inanıyorum.[...]
Büyüdükçe, hayata karşı gösterdiğim bu büyük saygının insanlığın tamamı tarafından paylaşılmadığını gördüm. Doğal dünyayı bir hayatlar topluluğu olarak görüp ona saygı göstermek yerine, çevreye sömürülecek kaynaklar bütünü olarak değer biçilmekteydi. Sanayileşme hayatı da bir endüstriye dönüştürmüş durumda: İnsan yaşantısını zenginleştiren çeşitliliğin özünü sistemli olarak imha ediyor. Kendi başımıza açtığımız ekolojik kriz öyle bir noktaya vardı ki, artık sadece kenarda köşede kalmış, münferit canlı alanlarını tehlikeye sokmakla kalmıyoruz. Sanayimizin ihtirasları yüzünden atmosfere öyle çok zehir boca etmekteyiz ki, gezegenimizin iklimi ürkütücü bir hızda değişiyor.[...] 
Bu krizi dizginlemek için pek az şey yapılıyor; kendi ömrümüz içinde dünya denen bu gezegenin ekolojik olarak yerine getirdiği işlevlerin sonsuza kadar değiştiğine tanık olacağız. [...]
Bütün hayat formlarına olan bağımın beni, yan gelip yatarak bu büyük felaketi seyretmekten alıkoymakta olduğuna inanıyorum. [...]İnanıyorum ki, ister arka bahçemde, isterse dünyanın öbür ucunda olsun, hiçbir canlı, insan hırslarının sonucu olarak acı çekmemeli. İklim değişikliğinin gerçekliği şimdi ve burada; bu, bizim kuşağın ve bizden sonra gelecek kuşakların çevre muharebesidir. Tüm hayatın haysiyet ve onurunu korumak için, kendimi dünya çapındaki bu ekoloji krizini önlemeye adıyorum."
Zalim dünya. Vermont Üniversitesi son sınıf öğrencisi ve küçük yaşına rağmen yılların çevre aktivisti olan güzelim Michelle, 2006 yılı Ekim ayında, yukarıda birazcık alıntı yaptığımız bu manifesto benzeri çarpıcı sınıf ödevini hocasına teslim ettikten iki gün sonra kaçırıldı, ırzına geçildi, sonra da boğularak hunharca öldürüldü. (‘Dünyanın Hali’ni bu mikrokozmik örnekten daha iyi ne verebilir?)
Yirmi bir yaşındaki çevre muharibinden bize kalan anahtar kelimeler şunlar:
Hayat, hayat bağları, saygı, sorumluluk, paylaşma, çeşitlilik, haysiyet, onur, muharebe...
Hepsi hepsi bir avuç, evet, ama hem epey kapı açmaya yetecek sayıdalar, hem de bir arada çok iyi gidiyorlar... Ve ben de, içinde bu kelimelerden bolca geçen şu çalkantılı kitabı, bir “çocuk kitabı” olmamasına rağmen, küçük sarışın torunum Ori’ye geceleri usulca ve fakat çabuk çabuk okumayı planlıyorum. Tabii okurken okurken, o gözleri yavaşça kapanıp uykuya geçmeden önce, fonda, bize Beatles’dan bir şarkı eşlik edecek pesten, mırıl mırıl:
Michelle, ma belle.
Sont les mots qui vont très bien ensemble,
Très bien ensemble...
Ve torunum anlayacak.”
***
İşte böyle…

*(Küresel Isınma ve İklim Krizi – Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz, Ömer Madra – Ümit Şahin, Agora, 2007)
Michelle Gardner-Quinn ‘in (1985 – 2006) anısına kurulan Michelle’s Earth Foundation çevre adaleti ve çevre koruma konularında, ağırlıklı olarak gençleri eğitmek üzere pek çok faaliyette bulunuyor.www.michellesearth.org/

4 Şubat 2015 Çarşamba

Yeni Yılda Yeryüzündeki Hayatımız

Sevgili Dostlar,

İtiraf etmek gerekir ki yeni yılımız pek kutlu başlamadı. Dünyanın gerçekten dört bir yanında hız kesmeden süregelen dehşetengiz çatışma ve katliamlara, göç dalgalarına, kitlesel açlık ve sefalet manzaralarına ilaveten, daha ilk hafta dolarken, Paris’te Charlie Hebdo hiciv dergisine karşı İslamcı teröristlerin gerçekleştirdiği katliam dehşetini yaşadık.

Dört Kıtada Şiddet ve Ölüm Sarmalı

İşbu yazının yazıldığı sıralarda yapılan küçük bir taramaya (gazeteler, internet) göre şiddet ve ölüm sarmalı –Ortadoğu bölgesini de bir kıta gibi ele alırsak–  dört kıtada şöyle gelişiyordu:

Ortadoğu:

Irak’ta IŞİD (İD/DAEŞ) adlı Sünni tedhiş örgütünün Bağdat, Kerkük, Musul, Selahaddin ve Anbar vilayetlerinde pazar yerlerinde, otellerde, sokaklarda, karakollarda ve başka yerlerde Şiilere ve Kürtlere karşı yürüttüğü saldırılarda sadece 1 gün içinde 114 kişi öldürüldü, 152 kişi yaralandı. Kerkük ve Musul’daki saldırılarda biri general 29 Peşmerge öldü, 173 kişi yaralandı.

Buna “karşılık”, Diyala vilayetinde görgü tanıkları ile bölgenin Sünni ileri gelenlerinin anlattığına göre Şii militan çeteler bir köyde ve çevresinde 70'ten fazla Sünni’yi katletti.

Neticede, Irak’ta BM yardım misyonu, Son 7 yılın en ağır zayiat bilançosunu açıkladı: Sadece Ocak ayında 1,375 kişi öldürülmüş, 2 bin 240 kişi yaralanmıştı. Yani, her gün 44 ölü, 72 yaralı! Üstelik, öldürülenlerin yüzde yarıdan fazlası, yaralıların üçte ikisi sivil!)
                                          
Yeni yılda İsrail ile Lübnan’ı yeni bir savaşın eşiğine getiren ölümcül pusuda 3 İsrail askeri öldürüldü, İsrail buna misilleme yaptı ve yanlışlıkla BM Barış Gücü’nden İspanya vatandaşı bir askeri  öldürdü, iki ülke arasında 2009’daki savaştan sonra en tehlikeli çatışmalar başlamış oldu. İsrail askerleri ayrıca, molotof kokteyli attığını söyledikleri Filistinli bir genci de öldürdü.

Suriye’de IŞİD’in dört koldan saldırdığı Kobani kent merkezi, savaşın 134’üncü gününde kurtarıldı. Lakin, şehrin kuzey ve doğu bölgelerinde neredeyse tüm binalar yıkılmış, şehir hak ile yeksan olmuştu. Kobanili bir kadın, “Birçok akrabamız ve komşumuz şehit oldu, elektrik yok, su yok. Ancak, kentimiz kurtuldu. Bizim için bu bile yeterli,” diyordu; lakin aynı haberde “...böyle bir savaşın aylar, hatta yıllar süreceği” de öngörülüyordu.[1]

Aynı gün gelen bir haberde, Suriye Esad diktatörlüğüne bağlı güçler uçak ve helikopterlerle Dera, İdlib, Duma ve Guta’da çeşitli noktalara varil ve vakum bombaları yağdırdı ve bir günde 44 kişi öldü. Yaralı sayısı belirsizdi. Ölü ve yaralılar arasında kadın ve çocuklar vardı.

Gene Suriye’de IŞİD, rehin aldığı Japon gazeteci Kenji Goto’yu, istediği fidyeyi alamadığı için kafasını keserek “infaz etti”; Japonya’nın milliyetçi-sağcı Başbakanı intikam için ant içti, Goto'nun annesi Junko İşido ise, alacakaranlık kuşağında pırıl pırıl ışıldayan bambaşka bir “andı” dile getirmekteydi: "Oğlum öldü, yüreğim parçalandı. O, dünyayı savaşların olmadığı bir yer haline getirmek isterdi. Çocukları savaş ve yoksulluktan kurtarmayı arzulardı. Size burada söz veriyorum ki, ben onun bu çabalarını sürdüreceğim.”[2]

Ürdün krallığı da IŞİD’e, elindeki Ürdünlü esir savaş pilotunu öldürmeleri halinde “biz de elimizdeki kadın terörist Sacide’yi ve diğer cihatçı mahkûmları asarız” diye intikam andı içiyordu. Böylelikle, Ortaçağ’ı ihya etme çabasındaki IŞİD’i aşıyor,  Ortadoğu’nun bu kadim topraklarında 4 bin yıl kadar geriye, “… komploya iştirak eden tapınak görevlisi kadınların diri diri yakılmasını emreden” Hammurabi kanunlarına dönüyorduk.[3]

Netice- i kelam: Dişe diş, Göze göz: IŞİD halifeliği, elindeki pilotu kafeste diri diri yaktı, Ürdün krallığı da elindeki terorist kadınla bir başka adamı astı!

Asya:

Pakistan’da yine Cuma, namaz çıkışı bir Şii camiine düzenlenen bombalı saldırıda: en az 49 ölü, 55 yaralı. Saldırıyı üstlenen Pakistan Talibanı’ndan Cündullah grubu eylemin rasyonelini net bir dille anlatıyor : “Hedefimiz Şii cemaati. Onlar bizim düşmanımız!”[4]

Afganistan’da Taliban militanları ile polis ve asker arasındaki çatışmalarda 31 ölü, 27 yaralı. Ayrıca, Charlie Hebdo dergisini protesto için girişilen gösteride sonuç: iki ölü, üç yaralı.

Afrika:

Mısır’da Sina yarımadasında gerçekleşen dört ayrı saldırıda 30 kişi öldü. Saldırıları IŞİD'in Mısır kanadı üstlendi. Mısır ordusu saldırıların rasyonelini, “militanları bastırmaktaki başarıları”[5]olarak izah etti. Sonuç: kafasına mermi isabet eden 6 aylık bir bebekle roket patlamasında parçalanan 6 yaşında bir çocuk öldü,12 yaşında bir çocuk da ağır yaralı.

Ayrıca, bir Mısır mahkemesi, İhvan-ül Müslimin (Müslüman Biraderler) adlı yasaklı partiyi destekledikleri gerekçesiyle 183 kişinin idam cezasını bireylerle uğraşmadan toptan onayladı.

Nijerya’da İslamcı Boko Haram militanları, Maiguduri kentine saldırı düzenledi: 11 ölü, 30 yaralı. Bu rakamları 2014 sonunda 1 günde öldürülen yüzlerce (belki de binlerce!) sivile eklemek gerekiyordu. Hükümet, militanları ağır zayiat verdirerek püskürttüğünü bildirdi.

Günümüzden 2 milyon yıl önce insanın ortak atasının buradan çıkıp tüm dünyaya yayıldığı Tanzanya’da ise insanlığın torunları şans-kader-kısmet yoksunu kalmış görünüyor: Renk pigmentleri olmayan albinolar kabile büyücüleri tarafından kaçırılıp elit ailelere satılıyorlar. Zenginler sağlık, bereket, şans ve zenginlik getirecek iksiri yaptırmak üzere bir kol ya da bacak için üç-dört bin dolar, tüm beden içinse 75 -100 bin dolar toka ediyormuş büyücüye. (Belki albino suyu içip, albino eti yiyerek, kâinatın efendilerine, yani Avrupalı beyazlara dönüşeceklerine inanıyorlardır, kimbilir?) İkinci albinosever grup ise, politikacılar tabii: Seçimlerde oylarını artırmak için şans getirdiğine inandıkları albino uzuvlarını siyasi kullanıma sokmuşlar. Son 9 yılda resmî kayıtlara geçmiş albino ölümü sayısı: 74![6]

Avrupa:

Ukrayna yeniden müthiş bir hızla şiddet sarmalına yuvarlandı. Ordu ile Rusya-destekli ayrılıkçı isyancılar arasındaki iç savaş, 5 aylık ateşkesten sonra yeniden patladı. 1 gün içinde 13 asker, 13 de sivil öldü. İnsanlar otobüste otururken vuruldu. Soğuk Savaşı bitiren eski Sovyet lider Gorbaçov, ABD’nin Rusya’yı yeni bir Soğuk Savaşın içine, hatta “ötesine” taşımakta olduğunu söyledi. (Ötesi: Sıcak savaş? Nükleer?) Tecrübeli uluslararası analistler, ABD’nin Ukrayna’ya silah ve asker gönderme planının ateşe benzin dökmek olduğunu yazdılar ve jeopolitik’in 1. kuralını hatırlattılar: Nükleer güçler zinhar kapışmamalı![7] “Tanrım, aklımıza mukayyet ol!” demekten başka çare var mı?

Hazır Doctor Strangelove’vari projelerden bahsederken, Asya’ya küçük bir dönüş yapmak elzem oluyor. Japonya’da güneş yine doğudan, yine bir “çılgın proje” olarak doğuyor: Milliyetçi-militarist-sağcı Başbakan Abe, “ülke dışında hayatı tehlikede olan vatandaşlarını kurtarmak için” orduya harekât düzenleme yetkisi verilmesini parlamentodan resmen talep etmeye girişiyor. Böylece II. Dünya Savaşı ardından yapılan dünyanın en pasifist (barışçı) anayasalarından biri 60 yıl sonra tarihin çöplüğünü boylarken, biz de orijinal modelinden1300 yıl sonra özel harekât komando samuraylarını dört iklimde “cirit atarken” görebileceğiz – hem de high-tech!

Bu küçük “sapak”ın ardından tekrar Avrupa’ya dönelim: Avrupa’nın doğusunda tansiyon yükselirken, güneyde, yeni kurulan solcu SYRİZA – sağcı ANEL koalisyonunun hakim olduğu Yunanistan ile Türkiye arasında Ege’deki  Kardak/İmia kayalığı üzerinde uçaklar arasında “it dalaşı”, sularda da botları arasında itiş kakış derken, olmadık yeni bir krizin eşiğinden dönülüyordu.

Yılın başında ortamın hakim unsuru tehdit, gerilim, kriz, şiddet, çatışma ve terörden ibaret değildi elbette. Dünya çapındaki neoliberalizmin, yani sınır tanımayan serbest piyasa köktenciliğinin toplumları ve gezegeni çökerten hegemonyasına karşı Yunanistan’da SYRİZA’nın önemli seçim zaferi ve İspanya’da yüzbinlerin Podemos (Yapabiliriz) partisinin potansiyel zaferine işaret eden gövde gösterileri, İrlanda’da, İskoçya’da ve evet İngiltere’de de –Yeşiller’de ete kemiğe bürünen – solun aynı hegemonyaya karşı potansiyelinin gözle görülür yükselişi[8], içinde debelendiğimiz bu alacakaranlık ortamın içindeki küçük ama parlak umut ışıkları olarak beliriyordu – bir şey söylemek için henüz çok erken olmakla birlikte!

Acayip Havalar Ve Sayılı Fırtınalar

Ocak sonu fırtınaları da beraberinde getirdi. Sayılı fırtınaları. Evet takvimde yazılıydılar, ve evet üç aşağı beş yukarı “vaktinde” gelmişlerdi. Ama olağandışı bir tarafları olduğu da kesindi: Sayılı fırtınaların sayıları, kuvvetleri, etkileri olağanüstü artmıştı. Acayip havalar vardı.

Türkiye’de Marmara’da ve Ege kıyılarında kıyametler koptu. Yer-gök-deniz birleşti. Görülmemiş şiddette uğultulu dolular yağdı. Yüzlerce binanın çatısı uçtu, yüzlerce araç hasar gördü, düzinelerce tekne battı, Yunanistan tarafında Osmanlı’dan kalan tarihî köprü yıkıldı. Edirne’de Tunca, Meriç ve Arda nehirlerinin yükselmesi sebebiyle yollar, ormanlar ve Orman İşletme müdürlük binaları sular altında kaldı, koca mahalleler ve bazı köylerin tamamı tahliye edildi, cephanelikler taşındı. Türkiye’de 12 kişi öldü. (6’sı soba zehirlenmesinden.)

 Ocak 2015, Arnavutluk (Fotoğraf için kaynak: http://www.worldbulletin.net/)

Balkanlar’da sadece Osmanlı köprüleri yıkılmadı tabii: Makedonya’da seller tarım arazilerini yuttu, olağanüstü hal ilan edildi. Arnavutluk’un güneyindeki şehir, kasaba ve köyler sular altında kaldı.

Aynı günlerde Kuzey Amerika’da ABD’nin ortası, Kanada’nın birçok yeri olağanüstü kar fırtınaları altında felç oldu.

Ve evet, anlaşılıyordu ki, yeni yılın ana konusu, yeryüzündeki hayatımızdı!

Ocak ayı ortasında tüm resmî rakamlar geldi ve durum kesinleşti zaten: 2014, kayıtlara geçmiş en sıcak yıl oldu. “Kayıtdışı iklim” göstergeleri de farklı değildi: Yeryüzü en az 5 bin yıldır bu kadar ısınmamıştı. Önde gelen bir iklim bilimci: “İklimin insan tarafından değiştirildiğine ilişkin kanıtlar o kadar güçlü ki, artık neyi tartışıyoruz hiç anlamıyorum,” diyor ve ekliyordu: “Manyak bir durum yani.”[9]

Bu “manyak durum”un anlamı şu: Hayattaki yegâne evimiz olan Dünya, “Tehlike Bölgesi”ne resmen girmiş bulunuyor – Hem de neredeyse kimse farketmeden! İki yeni uluslararası araştırmanın sonuçları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

Kolay Oldu: Dünyayı Kırmak İçin 60 Yıl Yetti!

Aslına bakarsanız, bayağı kolay olmuş! Her şey II. Dünya Savaşı’nın ardından, 1950 yılında başlıyor. İnsanın canhıraş ve önü alınmaz büyüme hırsı, her daim artan enerji “ihtiyacı”, durmadan daha çok daha çok tüketim yapılmasını, doğanın durmadan duraksamadan “hammadde kaynağı” olarak talan edilmesini bize, hepimize dayatan sakat bir ekonomik sistemin güdümünde sadece 60 yılda, yani bir insanın ömrü içinde, dünya adlı gezegeni resmen dağılma noktasına getirmiş bulunuyor.[10]

“Gezegenin Sınırları 2.0” adlı araştırmayı yapan Stockholm Direnç Merkezi (Resilience Center) adlı kuruluşun yöneticisi Johan Rockström, geçen yıl Dünya Ekonomi Forumu’nda, “dünyanın aslında bizi bir huzur (konfor) alanı içinde uyumaya teşvik ettiğini, [insanın tarım ve yerleşik düzene geçtiği] son 10 bin yıldır içinde bulunduğu kararlı denge (equilibrium) durumunu korumak için elden gelen her şeyi yaptığını” söylüyor. İnsanın gelişimine destek veren yegâne durumun da işte bu kararlı denge hali olduğunu önemle sözlerine ekliyor. “Modern, küreselleşmiş, tüketime dayalı ekonomi tavana vurmuş durumda ve bu, gezegen üzerinde muazzam etki yaratıyor.” Rockström, bir analoji daha yaparak, nasıl insan bedeninde 37 derece hararetin altı canlılık ve hayat, 37 derecenin üstü ise yıkım ve ölüme gidiş halini belirliyorsa, gezegen için de durumun aynı olduğunu belirtiyor. Yani, dünyanın tam bir “devrilme noktası”nın (tipping point” olduğunu ortaya koyduktan sonra, âcilen karbon vergisi koymanın, karbon salımlarını kontrol altına alacak uluslararası bağlayıcı sözleşmelerin yapılması zorunluluğunu vurguluyor. Bunları yapmamamız halinde anlatılamaz yıkımların bizi beklediğini de söylüyor.[11]

İklimin sınırları üzerine yapılan son 2 araştırmanın başındaki Will Steffen, bu hararet meselesinin insan gibi büyük memelilerin üzerindeki etkisini şöyle koyuyor: “Bazıları, teknoloji sayesinde adapte olabileceğimizi (uyum sağlayabileceğimizi) söylüyor. Ama bu bir inanç sistemi; olgulara dayanmıyor. Çekirdek vücut harareti 37 derece santigrad olan bir büyük memelinin o kadar hızlı evrilebileceğini gösteren hiçbir ikna edici kanıt yok. Böcekler uyum sağlayabilir, ama insanlar sağlayamaz ve işte bu da sorunlardan biri.”[12]

“Anlatılmaz yıkımlar” daha tam başlamış sayılmaz. Ama, şimdiden şunlar var: Mesela Türkiye’de 20 yıl içinde ekilebilir araziler müthiş azaldı, ülke bakliyatta ihracatçıyken, ithalatçı oldu. Mesela, aşırı hava olaylarının yerinden yurdundan ettiği insan sayısı, savaş ve çatışmaların savurduğu insan sayısının10 katına kadar çıkıyor! Mesela, iklim yıkımı ilerledikçe, yeryüzündeki memelilerin dörtte birinden fazlasının sonsuza kadar yok olacağı açıklandı. Mesela, aşırı sıcak ve aşırı soğukların dünya yüzündeki artış hızı, daha önce hesaplananın kat kat üstünde çıktı.

Paris’e Kalkan Son Trende Tango

Bunları hiçbirimizin istemediğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Peki? O halde? Sorun nedir? Sorun, yüzleşme zamanının gelmiş olması. Aynada kendi yüzümüze bakmak meselesi. Steffen’e dönelim:

“Şurası açık ki, ekonomik sistem bizi sürdürülmesi imkânsız bir geleceğe doğru sürüklüyor ve kızımın kuşağındaki insanlar hayatta kalmayı gittikçe daha zor becerecekler” diyor bu önde gelen iklim araştırmacısı. “Tarih defalarca gösterdi ki medeniyetler yükseldi, çekirdek değerlerine sımsıkı yapıştı ve ondan sonra da, değişmedikleri için, çöktü. İşte şimdi biz de bu noktadayız,” diye ekliyor.[13]

Araştırmacının işaret ettiği nokta, uçurumun tam kenarı. Ve, filozof Nietzsche’nin ünlü aforizmasında söylediği durumun ta kendisi: “Uçuruma gözlerini dikip baktığında, uçurum da senin içine bakmaya başlar.”

Yeni yıla bayağı burgaçlı, sarsıntılı, kargaşa dolu bir başlangıç yaptık. Kâhin olmasak da, yılın bitişinin de hayli dramatik olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yıl sonunda Paris’te yapılacak BM İklim zirvesi, gelecek kuşakların hayatını belirlemede son şanslarımızdan biri olabilir. Fosil yakıtları, kömür, petrolü, gazı yerin dibinde bırakıp yenilebilir enerjiye geçtiğimiz yolunda âvazımızı âleme Davut gibi salmak için son şanslarımızdan biri. Kısacası dostlar, Paris’e kalkan bu tren, son tren olabilir pekala.
Uçuruma diktiğim bakışları oradan koparıyor, gelecek kuşağın geleceğini görmek için kızımın kara gözlerinin ta içine bakıyorum. Kızım gülümsüyor.
  




[3] Bkz.: Eduardo Galeano, Aynalar, çev. Süleyman Doğru,  Sel Yayıncılık, 2009, s.19 
[13] Bkz.: yukarıda, dipnot 10.