5 Temmuz 2013 Cuma

Lûtfen Devam!




Boğaziçi Üniversitesi'nin 146. Mezuniyet töreninde yaptığım konuşmanın metni:

Merhaba 2013 sınıfı! Merhaba herkes!

Burada bulunmaktan büyük mutluluk ve onur duyuyorum. Bir kere, gençlerle bulunmanın mutluluğu var. İnsan onlarla hep genç kalıyor. En azından gönlü genç diyelim. Bunu sağlayan iki avantajlı meslek var : Biri Üniversite öğretim üyeliği. İkincisi radyoculuk. Bende her ikisinden biraz oldu. Üstelik Faustien bir pazarlık da yok burada; ebedî gençlik karşılığında birşey vermiyorsunuz..

Mutluluğun kaynağı bu. Onur da, 2013 Gezi kuşağına hitap ediyor olmaktan...

Şimdi bir mezuniyet töreni konuşması yapmalıyım. Bildiğiniz nutuk atma. Hani kimse dikkatini tam veremez, sonradan da zaten birşey hatırlamaz. Burada yeni kuşağın üyeleri olarak sizlere bilgece sözler söylemem, önünüzdeki hayata dair âkil tavsiyelerde bulunmam bekleniyor. Bu o kadar kolay değil. Hatta, bana bu nazik daveti yapan sayın rektör Profesör Gülay Barbarosoğlu’na ve dostum Prof. Fikret Adaman’a saygısızlık etmek istemem ama bu imkânsız. Bakın neden.

Geçenlerde, GPS (Global Power Shift) atölye çalışmaları kapsamında İTÜ Ayazağa kampüsünde bir panelde konuşma yaptım. Küresel Eksen Değişimi diye çevriliyor. Dünya gençliğinin en büyük iklim aktivizm platformu bu. 4 bir yandan gelen 500’den fazla genç iklim aktivistinin hikâyelerinden oluşuyor. Herkesin ayrı bir anlatısı var. Bu konuya birazdan döneceğim. Ama şimdilik şunu söyleyeyim: Orada Pakistan’dan bir aktivist kız, konuşmamı bitirdikten sonra bana sordu: “Sizin bu gençlere tavsiyeniz nedir?” Ben de resmen dünyanın öbür ucundan 45 günde –arada yürüyerek!– buraya gelen gençlere ne tavsiyesinde bulunabilirim ki?” dedim. İnci gibi dişlerini gösterip güldü.

Evet, aynı şey burası için de geçerli: Türkiye tarihinin gördüğü en büyük kitle başkaldırısı olan Gezi direnişini gerçekleştirmiş ve halen de gerçekleştirmekte olan genç insanlara hangi “aklı” verebilirim ki?

Öyleyse akıl filân vermeyi bir yana bırakalım; işimize bakalım. Madem herkesin anlatısı konuşuluyor. O zaman ben de kendi hikâyemi anlatayım.

Ben bu ayaklanmayı 45 yıldır bekliyordum. Bakın, şu kampusta (Güney) liseyi bitirir bitirmez, hayattaki en yakın arkadaşımla birlikte Paris’e gidecektim. Kafamızda kavak yelleri. Planımız buydu. Dünyanın biricik kültür merkezinde sinema okuyacaktık. Hatırlayın: “Yeni Dalga”, Godard, Truffaut... A bout de souffle... Arkadaşım benden önce gitti, ufak ufak yerleşti oraya. Ben biraz daha bekledim, oyalandım, oyalandım, oyalandım ve – son dakikada tırstım; biletim filan herşeyim hazır olduğu halde caydım. Arkadaşıma şu telgrafı çektim:

SEVGİLİ RALFİ STOP ÇOK DÜŞÜNDÜM STOP AMA BENDE O CESARET YOKMUŞ STOP KALIYORUM STOP SENİ SATTIĞIM İÇİN BENİ BAĞIŞLAYABİLECEK MİSİN STOP ÖMER

Böylece 14 kelimelik bir telgrafla –o zamanlar 140 karakter kuralı yoktu– ’68 Paris’ini yani koskoca Dünya devrimini kaçırmış oldum, iyi mi?. Muhteşem Paris yerine tuttum o kömür karası, boğucu Ankara’ya gittim. Bu gerzekliğim için bir ömür boyu hayıflandım. Bunun intikamını almak için 400 sayfalık bir roman bile yazdım. Mezuniyet yılım olan ’64’te geçiyor. İçinde mezuniyet balosu, mezuniyet töreni, aşk, heyecan ve macera bol da – devrim olmuştu yahu, devrim!...

Sonra aradan yarım yüzyıl geçti. Taksim ayaklanması oldu. Gene Mayıs! Bu sefer devrim durumları bizim kapımızı çalmıştı. Geçenlerde Abbas Ağa parkı’nda bir forumu izlemeye gittim. Bir baktım, arkada “Paris’ten Gezi’ye Selamlar...” yazılı bir bez pankart. 45 yıl sonra Paris İstanbul’a gelmişti.

Bu sefer kaçırmamakta kararlıydım. İstiklal’deki o 40 bin kişilik büyük yürüyüşte hayatımda ilk kez GS’lilerle FB’lileri ve Beşiktaşlıları kolkola gördüm; sağımızda solumuzda milliyetçiler ve Kemalistler de vardı; faşizme karşı omuz omuza diye haykırırken sağ eliyle bozkurt işareti yapan bir genç kız bile gördüm. Herşey vardı. Kavga, dövüş yoktu bir tek.

Asıl ön saflarda “cephe savaşı” vardı. Daha doğrusu, Taksim’in girişinde mevzilenmiş polisten sürekli gaz ve ilaçlı su yiyen kızlı erkekli sivil itaatsiz gençlerin acayip direnişi. Arada yer değişiyorlardı. Rotasyon. Gazdan bitap düşüp bir nefeslenmek için arkaya geliyor, sonra gene ön safa gidiyorlardı. Kan çanağına dönmüş gözlerindeki kararlı ifadeyi gördüm birden ve o an, bu işin bitmiş olduğunu anladım. Korku bitmişti çünkü. İktidarın, muktedirlerin yapacağı birşey yoktu. Gezi Türkiye’de dönüm noktasıydı. Türkiye ve dünya bir daha asla aynı olmayacaktı.

Ben Başbakan için bir tür reklam panosu sayılabilirim aslında:. Üç çocuk babası bir “paterfamilias”ım çünkü. Bu iyi haber. Ama bir de kötü haber var: Çocuklarımın 3’ü de Gezi’den çıkmadılar bir ay boyunca. İlk büyük yürüyüşte İstiklalde kızıma rastladım. Kucaklaştık, biraz birlikte yürüdük. Sonra, “baba ben öne gidiyorum” dedi ve ayrıldı. Ben de, “Aman dikkatli ol!” diyebildim sadece. Onu da içimden.

Gezi Direnişinde şans bu sefer yanımızdaydi. İlk günden yakaladık. Radyoda bir ay kesintisiz maraton yayın yaptık. Devrimci momenti canlı yayında verdik; hani “an itibariyle” diye bir laf var ya, tam öyle oldu: “Taksim düşerken” an itibariyle Hayko Bağdat telefonda anlatıyordu radyoya: “Bir dakika bakayım, polis çekiliyor galiba ... yok yok geri dönüyor şimdi gaz atıyor, çok kötü olacak ... ama yok, yok, çekiliyor… Polis tamamen çekildi! Burada meydanda 1 milyon kişiyiz şimdi!”

“Teşekkür ederiz,” dedik, “biz de birazdan oradayız.”

Önde gelen çevrecilerden Lester Brown’a bir keresinde sormuştum radyoda mülakat yaparken, niye insanlar bunca şey karşısında isyan etmiyor diye. Sene 2010’du.

“Sosyal değişim kimi zaman çok hızlı ve beklenmedik bir şekilde geliverir,” demişti o da. Aynen öyle oldu.

Radyo olarak biz de hızlı refleks gösterdik doğrusu,. Zaten Deprem’den de hazırlıklıydık. 1999’da tüm formatı tersyüz edip iki ay boyunca stüdyodan çıkmamıştık neredeyse. Sivil toplumun ilk kez devlete “hop dedik, biz de burdayız!” dediği 104 STK imzalı tam sayfa gazete ilanları o sırada hazırlandı; biz de işin içindeydik. İlk önemli sivil kıpırdanış buydu.

İkinci sivil başkaldırı da 2007’de Hrant Dink’in cenaze törenidir bence. 200 bin kişi oradaydık, toplandık, yere göğe sığamadık, yürüdük, köprüleri aştık gittik. Tek kelime naralanmadan, sessizce. Tabutun üstüne konan, hiç havalanıp kaçmayan, öylece duran o beyaz güvercinlerle beraber. Ne acayipti.

Sonra da Gezi geldi işte. Yürüdük, bağırdık, katıldık ve kesintisiz yayın yaptık... Formatı gene altüst ettik, saatler saati stüdyodan çıkmadık. Neyse işte,  1. haftanın sonunda 3 kelimelik bir mail geldi: “Haberi sizden alıyoruz.” Özlem adlı dinleyicimiz Ankara’dan selam gönderiyordu. Çok gururlandık. Haberi bizden alması, sadece bizim iyi yayıncılığımızdan kaynaklanmıyordu elbette, yerleşik medyanın korkunçluğundandı da. Onlar “görmediler kötüyü, duymadılar kötüyü, söylemediler kötüyü”.

Bu sıralarda bizim Radyonun internet sitesi de aldı başını gitti. Tekil ziyaretçi sayısı Gezi’nin ilk günü öncesi 1,800 iken, Gezi yayını’ndan 1 gün sonra 16, 800 küsur oldu! Sayfa görüntüleme ise 6 katına çıktı. (5 bin’den 30 bin küsura!). Facebook ve twitter takipçilerimizin sayısı acayip arttı – yükselen grafikleri görmelisiniz!

Derken, 17 Haziran’da bir mail daha geldi elimize. Şöyleydi:

“Sevgili Ömer, Geçen hafta Yunanistan’daki evimde tatildeydim ve sayenizde Türkiye’de yaşananları takip edebildim. Doğrusu, destekçisi olduğum radyonun bu kadar mükemmel olduğundan “haberim” yoktu. Hepinize tebrikler!
Ayrıca senin de 50 senede değişmemiş olduğunu söyleyebilirim...
Ve hatta yaşlı gözlerle hatırladım İstanbul Radyosu’na disc-jockeylik teklifiyle gittiğimiz günü. Rüyalarımızın bir kısmını gerçekleştirebildin! Lûtfen devam!
Öperim
r ”

Bu küçük ‘r’nin kim olduğunu hepiniz bildiniz tabii. (Ne de olsa “orantısız zekâ” sahibisiniz.)
Evet,  49 yıl önce Paris’e giden ve kendisini“sattığım” arkadaşım Ralfi’den  başkası değildi.
Bahsettiği rüyalar meselesine gelince, onları gerçekleştiren ben değilim tabii. Onları gerçek yapan, sizlersiniz! Kelimenin gerçek anlamında sivil itaatsizliğin ne demek olduğunu günler boyu gösteren, şimdi de, kadim Yunan agoralarındaki gibi doğrudan demokrasi deneylerini park forumlarında sürdüren sizler yani: 2013 sınıfı.

Şimdi de, biraz önce sözünü ettiğim olaya dönelim isterseniz: Küresel Eksen Değişimi’ne.

Bakın, yeryüzü için girişilecek dünya çapındaki ayaklanmayı da 15 yıldır bekliyorum desem yalan olmaz..

Gezi direnişi ile Gezegen için direniş, talihin garip bir cilvesi sonucu, Türkiye’nin kalbinde İstanbul’da birbiriyle buluştu. Dünyanın dört bir yanından gelen 500’ü aşkın sayıda genç iklim aktivisti bir haftalığına buradaydı. Kimisi gerçekten dünyanın öbür ucundan geliyordu. “Google’layın”, yeryüzünün her noktasına en uzak yerde oturan ve oradan gelen insanlar bunlar. Sonsuz maviliğin, okyanusun ortasında bit kadar görünen mercan atollerinden. 2 bin yıldır oturdukları bu “topraklar” sular altında kalıp; ebediyyen haritadan silinmeden önce on onbeş yılları kalmış. Ama, “boğulmayacağız, savaşacağız!” diyorlar. En az 2 bin yıl öncesinden gelen geleneksel savaş danslarını yapıyorlar.

Peki düşman kim? Bu insanlar, para tarihinin gördüğü en zengin şirketlerle boğuşmaktalar. Örneğin ExxonMobil ile. Sadece CEO’su, prim ve ikramiyeleri ile, opsiyonlu hisse senetleriyle onların topunu, adalarıyla birlikte kimbilir kaç defa satın alır. CEO Rex Tillerson diyor ki, “benim felsefem para kazanmak. Yeri delip petrol çıkararak para kazanıyorsam, o zaman onu yapmak benim hakkım.” Çevreciler, “ama onu yaparsan gezegen batar; batıyor,” deyince o da cevap veriyor: “İnsanlık acı çekiyorsa, gezegeni kurtarmak neye yarar?”

Herkesin bir anlatısı var yani. Zengin şirketin yöneticisinin felsefesi para ve kâr üstüne. Pasifikteki o bit kadar Nukunonu atolü yurttaşı genç adamın felsefesi de mercan kayalığını ve gezegeni kurtarmak için savaşmak üzerine kurulu. Dev şirketin gücü ve parası korkutmuyor artık onu. Korkusu kalmamış.

İklimle ilgili benim de bir hikâyem var: 2006 yılında yaptığımız mitingi hatırlıyorum. Yılın en soğuk ve tek kar yağan gününde yaptığımız “küresel ısınma” mitingini: Elimde küçük kırmızı  yangın söndürücü. Bizi Kadıköy’de demir bariyerlerle çevirdikleri o kafes gibi alana sokarlarken genç polis memuru yüzündeki gülümsemeyi zorlukla zaptederek sordu bana:
“Bununla mı durduracaksınız?

“Elimizden geleni yapacağız işte,” dedim ben de. Zerrece ironi, istihza olmadan. Ve bakın, işte geldiler. Dünyanın genç iklim aktivistleri buradaydılar. Şimdiye kadar benzeri pek görülmemiş yeni, cesur bir dalga yaratıyorlar. Genç kuşağın “âvâzını âleme Dâvut gibi sal”mak için buradaydılar, dansları, şarkıları, sloganları, zılgıtlarıyla.

#DirenGezi ile #DirenGezegen böylece buluştu işte. 4 yıldır kömür termik santraline bedenlerini siper ederek azimle direnen Gerzeliler de dayanışma için Gezi’ye geldiler. Gezidekiler de Gerzelilerin yediği gazları daha yakından gördüler. 2 bin yıllık atolleri ebediyyen elden gidecek olanların direnişini de gördüler. Ve tersi tabii. İklim direnişçileri de Gezi direnişini, Gezi ruhunu, Gezi esprisini yakından görmüş oldular. Her biri ülkelerine döndüklerinde burada gördüklerini de kendi mücadelelerine katacaklar bundan sonra …

Ama gidecek çok yol var daha. Ve kısa zaman içinde gidilmek zorunda bu yol. Dar alanda kısa paslaşmalar zamanı.

2010’da “ 3 Y” formülünü icat etmiştik: Yerel, Yatay ve Yavaş (slow anlamında) örgütlenme. Bence bu, bugün de geçerliğini koruyor. Geziden gezegene, oradan da geriye gidersek denklem şöyle:

Demokratik, eşitlikçi, hakkaniyetli ve âdil bir dünya
+
Tüm canlıların özgür ve haysiyetli yaşam sürdüreceği bir gezegen.

“İnsanlık tarihinde potansiyel felaketler hiç bu kadar küresel olmamış, bu çapta sosyal ve ekolojik krizler hiç bu kadar eşzamanlı tehdit oluşturmamıştı,” diye yazıyor iletişim profesörü Robert Jensen, ve önemle ekliyor: “Bizi tehdit eden tehlikeler hakkında da hiç bu kadar çok bilgiye sahip olmamıştık.”

Kapitalizmin temel ahlâk ilkeleriyle, anlamlı demokrasiyle ve ekolojik sürdürülebilirlikle bağdaştığı masalına hangi biriniz inanıyorsunuz? Bu palavraları anlatan ders kitaplarını yırtıp atmanın, rüzgâra savurmanın zamanı geldi ve belki de geçti bile.

İstanbul’un ve başka şehirlerin parklarında yeni bir toplumun felsefî, ahlakî, ekonomik, kurumsal temelleri üzerine derin ve anlamlı tartışmalar yaşanıyor şimdi. Parklarda, sokaklarda, dersliklerde, barlarda ve her yerde.

İnsanlar korkuyu yendi ve ayaklandı.... Dünyada da öyle. Derin bir sarsıntı ve ayaklanmalar zinciri var: Brezilya’da, Mısır’da, Bulgaristan’da, Hong Kong’da... Orada, burada ve her yerde...

Şimdi kavgaya girme zamanı. Girersek, aktivist ve yazar Rebecca Solnit’in dediği gibi –bir ihtimal–  kazanabiliriz. Ama girmezsek, kazanamayacağımız garanti! Kavgaya girmek içinse, hayatla yüzleşmek gerek; başka çaresi yok.

Robert Kolej’deki son yıllarımızda bizim sınıflara hocalık edenler arasında bireysel başkaldırı yolunu seçmiş sıkı entelektüeller, ABD’den (Vietnam savaşından vb.) kaçıp buraları mesken tutmuş olanlar vardı. Onların arasında yazar ve aktivist James Baldwin’i de özlemle hatırlıyorum.. Baldwin, 51 sene önce yazdığı bir makalede “Yüzleşilen her şey değiştirilir diye birşey yok,” diyordu hayatı kastedederek. Ve devam ediyordu: “ama yüzleşmedikçe, hiçbir şeyi değiştiremeyiz.”


2013’lüler sınıfı,

Gezi ile müthiş birşey başardınız aslında: Yüzleşmeyi başlattınız ve dünyayı değiştirmeye başladınız.

O zaman, 55 yıllık kadim dostum Ralfi’nin bana yazdığı gibi:

Lûtfen Devam!

Neden, biliyor musunuz?

 “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” da ondan.

Hepinizi saygı ve sevgiyle kucaklıyorum.


İstanbul, BÜ Kuzey Kampüsü

4 Temmuz 2013