15 Ağustos 2013 Perşembe

Mutluluk Rüyası Görmek




Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz
ve uykuyla çevrilidir küçücük hayatımız. 

William Shakespeare, Fırtına, IV, i

Geçen ayın başlarında (4 Temmuz 2013) Boğaziçi Üniversitesi’nin 146. mezuniyet töreninde benden istenen “misafir konuşması”nda, Paris’e gitmemeyi “seçip” 1968 dünya devrim hareketini “kaçırdıktan” yaklaşık yarım yüzyıl sonra Türkiye tarihinin gördüğü en büyük kitle başkaldırısı hareketine katılımcı/tanık olma fırsatını yakaladığımı dile getirmeye çalışmıştım. # DirenGezi, sadece İstanbul’un merkezindeki küçük bir parka değil, doğanın bizatihi kendisine karşı şirketlerle hükümetin elele vererek yıllardan beri ülke çapında yürüttükleri haşin saldırıya karşı nihayet girişilen ve bir bozkır yangını gibi ülkenin her yanına yayılan önemli bir direnişi de simgelemekteydi. Bu açıdan, belki de dünyada, ekoloji kavgasını direnişinin merkezine alan ilk büyük kitle hareketi örneği sayılmalıdır.

Ayrıca, kaderin garip bir cilvesi sonucu, küresel iklim değişikliği tehdidine karşı yaşam alanlarını savunmak üzere dünyanın her yere en uzak köşelerinden kopup gelen aktivistlerin kendi topluluklarının, kabilelerinin ve bizzat kendilerinin anlatılarını öteki aktivistlerle paylaştıkları “yeryüzü atölyesi” (küresel eksen kayması/global powershift) de İstanbul’da Gezi direnişi ile aynı esnada yer aldı.

Mezuniyet konuşmasında İstanbul’un can evinde biri “yerel”, biri küresel bu iki hareketin adeta mucizevî buluşmasına şu cümlelerle dikkat çekmek isteniyordu:

“#DirenGezi ile #DirenGezegen böylece buluştu işte. 4 yıldır kömür termik santraline bedenlerini siper ederek azimle direnen Gerzeliler de dayanışma için Gezi'ye geldiler. Gezidekiler de Gerzelilerin yediği gazları daha yakından gördüler. 2 bin yıllık atolleri ebediyyen elden gidecek olanların direnişini de gördüler. Ve tersi tabii. İklim direnişçileri de Gezi direnişini, Gezi ruhunu, Gezi esprisini yakından görmüş oldular. Her biri ülkelerine döndüklerinde burada gördüklerini de kendi mücadelelerine katacaklar bundan sonra.”[1]

Paylaşılan Rüyalar

 ’68 Parisi’nden günümüze gelen bir duvar yazısı: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” diyordu. Açık Radyo’da şimdi neredeyse 18 yıla varan yayın serüvenimizin ilk dönemlerinde bize dudak bükenlere “imkânsız olduğunu bilmiyorduk, onun için yaşatmayı başardık galiba” diyorduk. Yani, işin aslı şu galiba: Kim ne derse desin, kim hangi hesapla saldırırsa saldırsın, kim bizi ne kadar hayalcilikle suçlarsa suçlasın, esas olarak paylaşılan rüyalarla yürünebiliyor geleceğe. Yazar ve teoloji profesörü Ira Chernus, son yazılarından birinde rüya ve efsaneler üzerine fikir yürütüyor ve efsanelerin (mitosların) paylaşılan, kolektif rüyalar olduğunu bize hatırlatıyor:  

“Efsanelerde de, rüyalarda olduğu gibi, herşey olabilir... 1968 [dünya devriminde] radikal demokrasi ve herkes için eşitlik rüyası milyonlarca [insanın] zihninde kök saldı. Hem de şaşırtıcı bir hızla oldu bu.”[2]

50 yıllık bir rüyanın gerçeğe dönüşme sürecinin hikâyesini biraz kırık dökük, biraz da beceriksiz bir dille anlatmaya çalışan BÜ mezuniyet konuşmasından bir gün sonra, 5 Temmuz’da, dünyanın önde gelen düşünür ve aktivistlerinden Noam Chomsky, kendi rüyasına, yani sınırların olmadığı bir dünya rüyasına bir göz atma fırsatını bizden esirgemedi:

“...Ve tüm sınırlar erozyona uğramakta – genellikle korkunç biçimlerde olsa bile. [...] Sınırların belirsizleşmesi ve devletlerin meşruiyetine karşı geliştirilen bu meydan okumalar, Dünya’nın kime ait olduğu hakkında ciddi soruları ön plana çıkarmakta. Isı tutan gazlarla durmadan kirletilen ve daha geçen Mayıs’ta hep birlikte öğrendiğimiz üzere, bu kirlenmenin özellikle tehlikeli bir eşiği aştığı küresel atmosfer kimin?

“Ya da, dünyanın büyük bir kesiminde yerli halkların kullandığı terimi benimseyecek olursak, Dünya’yı kim savunacak? Doğa’nın haklarını kim koruyup savunacak? Müştereklerin, ortaklaşa mülkümüzün bekçiliğini, emanetçiliğini kim üstlenecek?

“Dünyanın şu anda kapıya dayanmış çevre felaketine karşı can havliyle savunulması gerektiği, okur yazarlığı olan herhangi bir rasyonel kişi için apaçık olmalı. Bu kriz karşısında gösterilen farklı tepkiler, günümüz tarihinin en çarpıcı ve garip özelliklerinden birini oluşturuyor.

“Doğa’yı savunma hattının ön safında, Kanada’nın Birinci Ulusları (First Nations) ya da Avustralya’nın aborijinleri gibi, genellikle “ilkel” diye adlandırılan yerli ve kabile gruplarının mensupları var; bunlar, imparatorluk saldırılarının ardından ayakta kalabilmiş halkların kalıntıları. Doğa’ya topyekûn saldırı cephesinin ön safında ise kendilerini en ileri ve medenî ülkeler diye adlandıranlar yer alıyor: Yani, en zengin ve en kudretli ülkeler.

“Ortak varlıkları (müşterekleri) savunma mücadelesi birçok biçime bürünür. Mikrokozm olarak bakıldığında bu mücadele an itibariyle Türkiye'de Taksim Meydanında cereyan ediyor : Cesur erkeklerle cesur kadınlar İstanbul'un müştereklerinden arta kalan son kalıntıları, bu kadim hazineyi yerle bir etmekte olan ticarîleştirmenin, mûtenâlaştırmanın ve otokratik yönetimin 'yıkı güllesi'nden kurtarmaktalar.

“Gezi direnişçileri, küresel müşterekleri tahrip eden aynı 'yıkı güllesi'ne karşı dünya çapındaki bir mücadelenin ön cephesinde yer alıyor; sınırları olmayan bir dünyada insanlığın doğru dürüst bir şekilde ayakta kalması konusunda herhangi bir umut olacaksa, her birimizin bu mücadeleye canla başla katılması şart. Bu bizim müşterek mülkümüz çünkü – ya savunacağız ya da yok edeceğiz.”[3]

Gelecek, Şimdidir

Gelecek şimdidir ey okur: dünyanın her yerinden direniş haberleri geliyor artık, farkında mısın? Bulgaristan’dan Brezilya’ya, Mısır’dan Meksika’ya, Hong Kong’dan Şili’ye ... Buralarda da Yedikule’den Munzur’a, Uludağ’dan Bozcaada’ya, GDO’dan AKM’ye, 3. Köprü’den 3. Havalimanına, ormanlardan ovalara, göllerden derelere, onbin yıllık tarih üzerine inşa edilen barajlardan milyonlarca yıldır orada duran toprakların bağrını yararak kazılacak kanala... Yani, bütün müştereklerimize eşzamanlı olarak yöneltilmiş topyekûn bir talan tasallutu ve buna başkaldıran kitlelerin direnişi.

Başkaldırı ve direniş başladı işte. Aslında epeydir var: Gerze’de 4 yıldır inatla ve azimle sürüyor mesela. Bir müşterek (kolektif) çaba tarafından henüz geliştirilme aşamasında olan, ama öyle olduğu halde insanı şaşırtacak zenginlikte bir mücadele tablosunu içeren Çevresel Direniş Atlası, toplanabildiği kadarıyla halihazırda ülkede mevcudiyeti saptanan 88 direniş noktasını bir harita üstünde çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.[4]

Yeni gerçek bu işte: Her yerde halk kitleleri ile muktedirler arasındaki temel kavga, çevre üzerinde kopuyor tamamen. Yaşama alanı üzerinde: Halk, solunacak havasını, içilecek suyunu, yiyeceğini, ekecek toprağını, çocuklarını gezdireceği, sevgilisiyle ve konu komşusuyla, mahallelisiyle yaşayacağı, birlikte eğleneceği, dayanışma içinde yaşamını sürdüreceği kenti savunmak için ölüm kalım mücadelesi veriyor.
Gelecek şimdidir: “12 Ağustos 2002 tarihini unutamam!”[5] diyen bir tabela var. 11 sene önce Balıkesir’in Sarıfakılar ve civar köylerinde çıkarak evleri, hayvanları ve tarım arazilerini yok eden yangının bittiği yere çakılan bu tabela yazısı, 11 yıl sonra yine aynı bölgede çıkan yangınlar dolayısıyla şimdi bir kez daha hatırlanıyor. Çok acımasız bir şaka yapacak olursak, yeni tabela yazısı şöyle bir cümle olabilir ancak: “30 Temmuz 2013’ü de unutamam…”

Gelecek şimdidir: “İstanbul’un göbeğinde petrol çıktı!”[6] 100 sene önce İstanbul’un tarihî semti Balat’ta petrol bulunduğuna dair bir Osmanlı belgesinin ortaya çıktığına dair haberleri yerleşik düzen gazeteleri ve televizyon kanalları ağızlarını şapırdata şapırdata veriyor. Ancak, bölge yerleşim alanı olduğu için petrol aramalarına izin verilmemiş. Enerji bakanı bir yayın organına verdiği demeçte, haritaların geçerliğini koruduğuna ilişkin gönül ferahlatıcı bilgi de vermiş kamuoyuna.[7] Hadi bir acımasız şaka daha yapalım:  Taksim Gezisi’nin altını Topçu Kışlası için kazarken bir bakmışız, Atatürk anıtının oralardan petrol fışkırmıyor mı? Üstelik yerleşim merkezi de değil orası. Taksim Maksemi (tarihî su deposu)  petrol kuyusuna dönüşse bir anda, fena mı olur? Hepimizin rüyaları gerçekleşir, cepleri para dolar. Ayrıca, bir kolaylık durumu daha var: zaten bir kısmı kazılmış olan dalma tünellerini de Londra’dan Çin-i mâçin’e bağlayacak bir petrol boru hattına tahvil etmekten daha pratik, kârlı ve cazip ne olabilir?

Yeni Radikalizmin Talepleri: Barış ve Huzur
Britanya’da kayagazı çıkarma (fracking) yolunda son zamanlarda Balcombe kasabası çevresinde girişilen çevre tahribatına karşı girişilen protestonun “buzdağının ucu” olduğunu belirterek, son zamanlarda ülkenin dört bir yanında kaynamaya başlayan hükümet karşıtı ve çevre koruma kaynaklı toplumsal isyan hareketleri üzerine bir makale yazan John Harris’ten bir alıntı yapalım:

“Endüstrisizleşmiş bir ülkede bakanlar daima devasa projeler ve yeni teknolojiler peşinde koşacaklardır deli gibi…ama hükümet korku, vurgun aşkı ve büyükşehir kibri karışımı bir ruh hali içinde olduğundan, bakanların düşünce tarzları da nevrotiklik (sinir bozukluğu) âlemine kaymak zorunda kalmıştır. Bütün bunlar enerji politikalarının ötesinde yeni karayolları yapma, inanılmaz derecede aptalca bir plan olan hızlı tren yapma, havalimanlarının genişletilmesi için manyakça israr etme gibi davalara kayar ve bir de rüzgâr çiftlikleri ya da terkedilmiş endüstri bölgeleri yerine yeşil alanlar üzerinde evler inşa etme gibi liberal-solcuların duyarlı olduğu davalara yönelir.”[8]

Yazar Britanya’daki son durumu anlatıyor elbette, ama bunun evrensel bir boyut taşımadığını, genel olarak her yerde aynı şeylerin olup bittiğini, Türkiye’de son zamanlardaki gelişmelerle kuvvetli paralellikler taşımadığını söyleyebilir miyiz? Hatta, bir adım daha da ileri gidip Harris’in makalesinin sonundaki iki tespiti genele – ve tabii Türkiye’ye – “teşmil edemez” miyiz:

“Birincisi, şunu akılda tutmak herhalde yararlı olur: Betona, fabrika bacalarına ve sırf büyüme uğruna büyümeye tapınma, öteden beri, demokrasiden çok daha fazla, diktatörlüklere yakışan bir durumdur. İkincisi, Balcombe’daki protesto olaylarının kanıtladığı gibi, artık pek çok insan, şimdiye kadar görülmemiş derecede haris ve kokuşmuş bir ekonomik sistemin karşısına çıkıyor, ve şaşırtıcı derecede radikal bir şeyi talep ediyor: Barış ve huzur.”

Yeni gerçek bu işte. Yeni radikalizmin talepleri barış ve huzur. Hani, çok banal olmayı göze alarak “mutluluk” arayışı da diyebiliriz. Balcombe’da, Gezi’de ve gezegenin başka binbir yerinde bu mutluluk rüyası hiç de o kadar karmaşık değil: Yenilenebilir enerji, enerji tasarrufu, verimli teknoloji kullanımı sayesinde, 20. yüzyılın köhne ve çürümüş fosil yakıtlı enerji ekonomisini sonsuza dek geride bırakmak. Müştereklerin daha fazla paylaşımı, daha hakkaniyetli, daha şeffaf ve, yurttaşların kendi kaderleri ve yönetimleri ile ilgili kararlara daha fazla katılımı… Banal mi? Belki. Ama, böylesine basit bir şey işte mutluluk. Yapılan tüm ölçümlerde mutluluk katsayısını yükselten kriterler, üç aşağı beş yukarı bunlardan ibaret – ne yaparsınız?[9]

Serbest Piyasaya Karşı Küresel Bahar Rüyası

Kendilerini kültür oyunbozanları (culturejammers)olarak adlandıran Adbusters dergisinin haşarı yazarları, derginin Ağustos başında yayımlanan son sayısındaki mesajlarında dünyadaki son durumu şöyle tahlil ediyorlar: “Birşey var: İnsanlar yığınlarla geliyor, kapitalizm ideolojisinin zırva olduğunu, bunun hiçbir vaadini tutamayan temelden bozuk ve onarılmaz bir sistem olduğu gerçeğini farkediyor...”[10]

Söyledikleri, günümüzün önde gelen yazar, gazeteci ve aktivistlerinden Chris Hedges’in geçen ay yayımladığı ve “Ya Diren ya Öl” diye çevirebileceğimiz makalesinde vurguladığı meseleyle tamamen aynı: “Ekonominin 5 bin yıllık tarihinde insan toplumlarının kendi davranışlarını piyasanın talepleri etrafında yapılandırması gerektiği yolundaki inancı doğrulayacak tek bir şey bile yok. Bu absürd, ütopyacı bir teori. Piyasa ekonomisinin hava cıvadan ibaret vaadlerinin yalan olduğu şimdi artık tümüyle açığa çıkmış durumda.”[11]

Adbuster’cılar da dünyaya gönderdikleri mesajda işbu yazının ana konusuna, düşgücü meselesine dönmekte de gecikmiyorlar:

“... Dünya çapında eşgüdümlü bir başkaldırı, kapitalist düsgücünün yeniden yüklenmesi – Küresel Bahar – rüyası gözlerimizin önünde gerçekliğe dönüşüyor [...] Occupy hareketinin ikinci yıldönümü yaklaşırken, bir nokta son derece açık seçik hale gelmekte: Şirket kapitalizminin kıyamet günü makinesi hiçbir zaman bu kadar kırılgan, bu kadar zayıf, bu kadar koparılmaya hazır görünmemişti. Bir sonraki adımın hangisi olduğunu bilmeden dansa devam etmeyi göze al ... ondan sonra da harekete başla, davulun ritmine ötekilerle birlikte ayak uydurarak.”[12]

Doğru, mutluluk hareketi sorunlarımızın tümüne cevap olamaz. Ekonomist ve sosyal yorumcu Richard Heinberg’in dediği gibi iklim değişikliği, su kıtlığı, aşırı nüfus sorunlarına ya da bir araya toplanmış düzinelerce krize doğrudan bir cevap olamaz, ama tüm bu krizleri azdıran ekonomik paradigmayı pekala tersyüz edecek güce sahip.[13]

Şaire de biraz gecikmiş bir cevap verebiliriz: Mutluluğun resmini çizemeyiz belki, ama formülünü fısıldayabiliriz en tıkalı kulaklara bile: Geziden gezegene, oradan da geriye gidersek, kurduğumuz denklem[14] şöyle bir şey oluyor:

Demokratik, eşitlikçi, hakkaniyetli ve âdil bir dünya + tüm canlıların özgür ve haysiyetli yaşam sürdüreceği bir gezegen için kavga = Mutluluk.

Çok şey mi istiyoruz?


Ömer Madra

İstanbul, 5 Ağustos 2013





[7] agy
[12] bkz.: yukarıda 10 no’lu dipnotu
[13] bkz.: yukarıda 9 no’lu dipnotu
[14] bkz.: yukarıda 1 no’lu dipnotu