5 Aralık 2012 Çarşamba

Dikkat Dikkat! Kırmızı Alarm!

Yeryüzü Komuta-Kontrol Merkezi Bildiriyor: Dikkat Dikkat! Kırmızı Alarm!
Şu dünya yüzündeki saygın bilim insanlarının ezici çoğunluğu için artık durum billûr gibi açık, net ve kanıtlanmış durumda: Küresel iklim değişikliği, muhtemelen bu gezegenin milyarlarca yıllık tarihinde görülmüş en büyük felaket tehdidini oluşturuyor. Yalnızca insan medeniyetini değil, gezegen üzerindeki tüm hayat formlarını da aynı anda tehdit eden ölümcül bir tehlikeden söz ediyoruz. 
“İklim değişikliği cephesinden gelen bütün haberler tam bir facia,” diye yazıyordu Kanadalı köşe yazarı Linda McQuaig geçenlerde. (Toronto Star, 21 Kasım 2012.) Dünyanın önde gelen bazı düşünür, yazar, araştırmacı ve gazetecileri de çoktandır aynı kaygıyı gitgide daha büyük bir homurtuyla dile getiriyor. Ne var ki, inanılacak gibi değil ama, gezegene karşı girişilen bu müthiş tasallut, birçok yönüyle, yeryüzünün insan sakinlerinin bilinç ve vicdan radarlarının altında seyrediyor ve lanetli gerçek bu işte!
İşbu yazının hedefi de söz konusu bilgi ve analizlerin bir özetini mümkün olduğunca çok okurla, özellikle de günümüz genç kuşağı mensupları ile paylaşmak. Çünkü, gittikçe dehşetengiz bir hal alan genel gidişatı değiştirebilecek, bu gidişe dur diyerek bedenlerini karar alıcıların ve kudretli şirketlerin yolu üzerine yatırabilecek olanlar, asıl onlar. Yani gençler ve tez zamanda büyük bir halk hareketi yaratabilecek, bunu da hızla önemli bir direnişe dönüştürebilecek olan sıradan insan kitleleri.
Öte yandan, fizik, kimya, astronomi ve yerbilimini kapsayan genel fizik bilimine çeşitli nedenlerle şüphe ile bakan, onu umursamayan, bu haber ve rapor sağanağı altında şemsiyesini açıp oturmakta kararlı olan, gününü böyle geçirebileceğini, hatta gününü gün edebileceğini sananlar varsa bu satırlara gözü ilişenler arasında, onlara söylenecek bir sözümüz yok tabii. Yazının geri kalan kısmını okumazlar, hatta göz bile atmazlar, olur biter.
O zaman, biz işimize bakalım: Sadece şu geçen yazın başından bu yana geçen birkaç ay içinde iklim değişikliği ve küresel ısınma hakkında yayımlanmış raporlardan kısa –ama insanı neredeyse yere sermeye yetecek kadar çarpıcı ve dramatik– bir özeti sizin için derlemeye çalıştık. Burada öncelikle belirtmek gerekir ki, söz konusu yayınların neredeyse tamamı –hani tamamı değilse de ezici çoğunluğu– merkezden, ana akımdan, yani yerleşik düzenin kaleleri ya da kalbi sayılabilecek siyasi, iktisadi, askerî odaklardan geliyor. Dünyanın “komuta-kontrol merkezi”nden desek yeridir. En büyük ticari hizmet merkezleri, uluslararası enerji piyasasının odağındaki kuruluşlar, uluslararası kalkınma kuruluşları, petrolcüler, sigortacılar, insanî yardım örgütleri ve –evet!– yeryüzünün en güçlü istihbarat kuruluşlarından! Yani, birtakım radikal, marjinal, kızıl, yeşil, kara renkten, uçuk kaçık, abuk sabuk kıytırık çevrecilerden, ağaç kucaklayıcılarından, doğa dostu kuruluşlardan, STKlardan, aktivistlerden filan bahsetmiyoruz burada; dünyanın “ağır abi”lerinden söz ediyoruz.
Kısa bir liste verelim: 
·      Petrolcüler: Ünlü Harvard Üniversitesi’nin bu yaz yayımladığı bir raporla başlayalım. Hazırlayan: petrol şirketi yöneticisi Leonardo Maugeri. Adam, dünyada yeni bir “petrole hücum” başladığını gayet ikna edici kanıtlarla ortaya koyuyor: Uluslararası sermaye “konvansiyonel olmayan” fosil yakıtlara (şist petrolü, zift kumu, bitumen petrolleri, kaya gazı, vb.) akıtıyormuş: Son 2 yıl içinde 1 trilyon dolar harcanmış, sadece 2012 yılı için ayrılan kaynak ise 600 milyar dolar! Gazeteci George Monbiot, durumu şöyle özetliyor: “Yer altında tamamımızı tavada bol yağda kızartacak petrol var. Ama hükümetlerle endüstriyi, bunu yeraltında bırakmaya zorlayacak gözle görülür bir araç yok elimizde. İklim çöküşünü önlemek için manevi ve ahlâkî ikna çabaları yirmi yılda bir sonuç vermedi… Dünyanın en güçlü ülkesi yeniden bir petro-devlet oluyor, ve onun kuzeydeki komşusunda [Kanada’da] cereyan eden siyasi dönüşüme bakacak olursak eğer, dünyayı bekleyen sonuçlar hiç de parlak görünmüyor.”
·       Enerjiciler: Enerji sektöründe dünyanın bir numaralı gözlem ve danışma kuruluşu olan Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), her yıl düzenli yayımladığı yıllık dünya enerji durumu raporlarının bu sene Kasım’da çıkan sonuncusunda alışılmamış ölçüde sert, hatta ürkütücü uyarılara yer veriyordu. Rapora göre, ABD, hidrolik kırma yoluyla kalın kaya kitlelerini patlatıp çatlatarak kayanın içinde saklı fosil yakıtları açığa çıkartmak suretiyle elde ettiği şist (Şeyl) petrolü, kaya gazı gibi alışılmadık (konvansiyonel olmayan) kaynaklardan en büyük yarar sağlayan ülke oluyordu. Bu kaynakların, ABD’yi, sadece 5 yıl içinde (2017’de!) Suudi Arabistan’ı bile sollayıp dünyanın en büyük petrol üreticisi haline getirmesi işten bile değildi. Amerikan sağcı çevrelerinde, Wall Street Journal gibi zengin elitlere yakın duran gazetelerde büyük sevinç yaratan bu müjdeli haberin, bir de çok karanlık yüzü vardı ama. Bunların çıkarılıp yakılması, sera gazı salımlarında öylesine müthiş artışlara yol açacaktı ki, tehlikeli iklim değişikliğine gem vurma umutları da kaf dağının ardına kaçacak, bir daha da asla görünmeyecekti. IEA’nın baş ekonomisti ünlü enerji uzmanı Fatih Birol, ABD hızla yön ve politika değiştirmezse iklim değişikliğine karşı hareketin geleceğinin hiç de parlak olmadığını söylüyor ve ekliyordu: “İklim değişikliği gündemin alt sıralarına kayıyor, enerji yatırımcıları üzerinde anlamlı bir etki yaratamıyor… Salım azaltması da yok… Bu yıl her zamankinden fazla karbondioksit salındığını gördük.” 

·       Yatırımcılar: IEA raporunda harekete geçemediği söylenen yatırımcılardan haber var: Dünyanın en büyük yatırımcılarından oluşan bir koalisyon, yaklaşan iklim değişikliği felaketine karşı çıkanlar korosuna katılmış görünüyor: İklim değişikliğini yok saymanın muazzam risklerini sayıp döken bir açık mektubu hükümetlere yolladıklarını Reuters haber ajansı Kasım ayı sonlarında haber yapacaktı. Yatırımcılar, hükümetleri ciddiyete davet ediyor, sera gazı salımları ve sürdürülebilir gelişme sağlayamazlarsa trilyonlarca dolar (!) tutarında yatırımı riske atacaklarını, dünyanın dört bir yanında ekonomilerin bozulma, çökme tehlikesine girebileceğini yazıyorlardı. Koalisyon deyip geçmeyelim: Uluslararası Yatırımcılar Kurulu, 22.5 trilyon dolar tutarında bir aktifin yönetiminden sorumlu! İşin ironik tarafı da yok değil. Açık Mektup’ta yatırımcılar, temiz enerjiye geçişi hızlandıracak politikalar ve düzenlemelerin tez elden yapılmasını…rüzgâr, güneş, jeotermal gibi temiz enerjiye ve enerji tasarruf tedbirlerine yapılacak yatırımların hızla arttırılmasını talep ediyorlar.    

·      Sigortacılar: Dünyanın en büyük reasürans şirketi olan Münich Re, hızla yükselen tazminat ödemeleri yüzünden gitgide sigortacıların karabasanı haline gelen doğal felaketlerin itici gücünün iklim değişikliği olduğunu cümle âleme resmen ilân etmekte bir beis görmedi. Şirketin geçen Ekim ayında yayımladığı kapsamlı ve ürkütücü raporda son 30 yılda doğal felaketlerin tüm kıtalarda çarpıcı ve dramatik bir şekilde arttığı tespitine yer veriliyor: Neredeyse bütün ülkeler fırtınaların, kasırgaların, hortumların, sellerin, kavurucu sıcakların ve kuraklığın dayağını yemekle meşguller. Dahası, rapor, bu etkilerin önümüzdeki yıllarda artarak süreceğini de öngörüyor. Münich Re yetkililerinden Peter Hoppe, bu raporda, doğal felaket ve âfetler üzerinde elde edilen verilerde şimdiye kadar dünyada ilk kez iklim değişikliği “ayak izi”nin kesin olarak saptandığını bildiriyor.

·       İş Âlemi: İklim değişikliği ile mücadele konusunda enerji ve yatırım camialarının uyarılarıyla atbaşı giden ve çok radikal eylem taleplerini yüksek sesle dile getiren bir başka rapor da –inanılması güç ama– iş ve ticaret erbabından geldi. Dünyanın en büyük serbest meslek hizmetleri firması PricewaterhouseCoopers (PwC), insanları küresel ısınma umacısı ile korkutması ile ün yapmış bir kuruluş sayılmaz. Dolayısıyla, şirketin yeni yayımladığı düşük karbon ekonomi endeksine özel bir dikkatle eğilmek yerinde olur, diye yazıyor gazeteci Joe Confino. Kullanılan çok dikkatli ve ölçülü dilin altında, radikal bir dizi tedbir alınmaması halinde büyük bir felaket yaşanabileceği uyarısı yatıyor. Hem de yalnız iş âlemi için değil. Şirket sözcülerinden Leo Johnson oldukça tok sözlü: “Bir nokta artık çok açık: Dünyanın her tarafında şirketler de, hükümetler de, insan toplulukları da, daha sıcak bir dünya için hazırlıklı olmak zorunda: Sadece 2 dereceye değil, 4 dereceye, hatta belki 6 dereceye.” Eh, iklim bilimcilerin neredeyse tamamı bu kadar yüksek sıcaklıkta dünyanın yaşanamaz bir yer olacağı konusunda hemfikir olduklarına göre cevap? O da hemen geliyor raporda, ama iç açıcı sayılmaz. 5-6 dereceye ulaşırsak, küresel sıcaklıklar son 50 milyon yıldır görülen en yüksek seviyeye erişmiş olacak. Deniz seviyeleri ise öylesine yükselecek ki, dünyanın her tarafındaki tüm liman şehirleri terkedilecek, çevre mültecilerinin sayısı da yüz milyonları bulacak. 6 dereceyi aşarsak? Canlı türlerinin, hmm, hepsi değil, ama yüzde 90’ı sonsuza kadar yok olacak!

·     Casusluk Âlemi: Finans ve iş dünyasının üstüne, iklim değişikliğine karşı duran savaşçılar listesine son olarak, ABD’nin Merkezî İstihbarat Teşkilâtı’nın, yani dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve en güçlü istihbarat teşkilatının katıldığını, küresel ısınma canavarına karşı arenada yerini aldığını da görmek 2012 yılı sonunda bu nâçiz gözlerimize nasip oldu. Şaşılası dünya! ABD’nin Ulusal araştırma Konseyi adlı  kuruluşunun CIA ve onun kardeşleri İstihbarat Camiası (IC) adlı teşkilâtlar zincirine ısmarladığı devasa rapor 200 küsur sayfa! “İklim ve Toplumsal Gerginlik: Güvenlik Analizleri Bakımından Sonuçlar” gibi meş’um bir başlığı var. Önümüzdeki on yıl içinde bile iklim bakımından süprrizler beklememiz gerektiğini, aşırı iklim olaylarının hem sayı, hem şiddet olarak durmadan hızlanacağını, etkilenen toplumların ve küresel sistemlerin bunlarla başa çıkmakta âciz kalacağını istihbaratçılara özgü soğuk ve net bir dille anlatıyor. Meramını özetlersek: çöken devletler, su savaşları, zorunlu kitle göçleri, kıtlık, kuraklık, açlık, salgın hastalıklar vb... Sorun sadece istihbarat camiası ile sınırlı kalmıyor yani.

Bir de ironik yanı var işin: ABD Meclis ve Senatosunda azgın sağcı vekil ve senatörlerin bastırmasıyla CIA’in iklim araştırma fonları kesilmiş, iklimle uğraşan bölümü de lağvedilmiş. CIA’ya komünist örgüt muamelesi çeken Cumhuriyetçi Parti senatörü John Barroso: “CIA’nın iklim işi gereksiz, masraflı ve hepten yersizdi,” demiş ve eklemiş: “Kaynaklarını terörle mücadeleye ve Amerikalıların güvenliğini sağlamaya ayırmalı.”  

·      İnsanlık Âlemi ve BM: Birleşmiş Milletler’in insanlık âlemini kalkındırma ve geliştirmede yardımcı olsun diye icat ettiği araçlardan biri olan Dünya Bankası, Kasım ayında dudak uçuklatıcı bir rapor yayımladı: Hükümetlerin bugünkü [olmayan] iklim politikalarını sürdürmelerinin yüzyıl sonunda –hatta belki de 2060’a doğru!– 4 derecelik bir küresel ısınmayı “garanti edeceğini” belirten 84 sayfalık kapsamlı rapor, bunun elbette fecî sonuçlar getireceğini de ekliyordu. Üstelik, –tıpkı Uluslararası Enerji Ajansı’nın raporunda söylendiği gibi– “ülkeler şu anda sera gazı salım indirimi konusunda verdikleri taahhütleri eksiksiz yerine getirseler dahi” dünyada gene de aşırı sıcak hava dalgaları, dünya gıda stoklarında büyük düşüşler, ekosistem ve biyolojik çeşitlilik kayıpları ve bir de, insanların hayatını tehlikeye sokan deniz seviye yükselmeleri kaçınılmazdı! Dünya Bankası’nın bu ürkünç raporu, Banka’nın enerji kredilerinin % 25’ini (3.4 milyar $) küresel ısınmayı en çok tetikleyen kömür yakıtlı termik santrallere açarak hem kendi rekorunu, hem de çifte standart ve riyakârlık rekorlarını kırmasına rağmen gene de yayımlamış olması ilginçti.  

Ve yine BM’nin Çevre Programı (UNEP) dünyadaki hemen bütün hükümetlerin üzerinde anlaşmaya varmış olduğu, 2020’ye kadar 2 derece sıcaklık artışı hedefinin tutturulmasının gittikçe “ihtimal dışı” kaldığını ilan etti. Permafrost denen sürekli donmuş tabakanın küresel ısınmayla her an daha fazla çözülmesinin geleceğimizin anahtarı olduğunu anlatan UNEP müdürü, “44 gigatonluk (gt) hedefi tutturma imkânı her yıl biraz daha daralıyor,” dedi. Bundan çıkacak sonucu da şu sözlerle özetledi: “Mesajımız, bulunduğumuz nokta konusunda büyük bir alarm ve kaygıdan ibaret.”
·       Dünya Kaynakları: Dünya Bankası, UNEP ve UNDP gibi BM kuruluşlarıyla ortak olarak 2 yılda bir rapor yayınlayan Dünya Kaynakları Enstitüsü  (World Resources Institute) ise tabuta son çiviyi çakarcasına açıklıyor: Kömürün her yerde yerin altında bırakılmasının şart olduğunu belirten bilim insanlarıyla alay edercesine, dünya çapında 1,200 yeni kömür yakıtlı termik santral planlanmakta! Bu ise, kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi, “Kontroldan Çıkan İklim Değişikliği”ni garantiliyor! Bu genişletilmiş santral planlamasının her yıl çeyrek milyon insanı öldüreceği hesaplanmış. Çeyrek milyon! Her yıl!  Artarak! “Ekosoykırım” da denebilir.

·      Gelişme Yolundaki Ülkeler: Savrulan trilyonlardan, kayıp giden hayatlardan, sonsuz göç yollarından söz ederken, geçen Eylül sonunda yayımlanan şoke edici bir rapora bakalım şimdi de. İklim değişikliği tehlikesinden etkilenecek gelişme yolunda ülkelerden 20’sinin kurduğu İklim Kırılganlığı Forumu (Climate Vulnerability Forum) adlı ortaklık tarafından DARA adlı uluslararası yardım ve kalkınma kuruluşuna ısmarlanıp hazırlatılmış bir rapor. Şöyle diyor kısaca: İklim değişikliği, dünya hükümetlerince böyle gözardı edilip giderse, üstümüze çullanan felaketin boyutu inanılmaz olacak: Sadece yirmi yıl içinde 100 milyon insan telef olacak, dünya ekonomisi trilyon dolarlık kayıplara uğrayacak. Olayın özet sayısal dökümü ise aşağıdaki gibidir:
İklim değişikliğinin üstüne gitmemenin dünya ekonomisine halihazırdaki maliyeti: Dünya Gayrisafi Hasılasının % 1.6sı = yılda 1.2 trilyon $ kaçınılmaz refah kaybı.
Hızla artan sıcaklık ve karbon yakmaya bağlı kirlenme sonucu maliyetler ikiye katlanacak ve 18 yıl içinde Dünya Gayrisafi Hasılasının yüzde 3.2’sine ulaşacak.
·      Gelişen Türkiye:  Kalkınma fetişizminin pençesine düşmüş görünen Türkiye, iklim değişikliğini hepten gözardı ediyor ve yok sayıyor. Bunun en büyük kanıtı, 2010 sera gazı salımlarını 20 yıl öncesine göre –% 25-40 azaltmak yerine– %115 artırması. Yani, salım artışında dünya rekortmeni olması!Yeni kurulan ve birçok saygın çevre kuruluşunu bir araya getiren İklim Ağı adlı şemsiye örgüt, ülke iklim politikalarının Türkiye’ye maliyetini hesaplayan bir raporla işe başladı: “İklim Değişiyor, Türkiye Değişmiyor...” başlıklı metin, yukarıda zikredilen İklim Kırılganlığı Raporu’na atıfla, şoke edici sayılar veriyor:
Ülkede 2010 yılında iklim değişikliği bağlantılı doğal felaketlerden 2,5 milyon kişinin etkilendiği ve 35 bin kişinin bu felaketler sonucunda hayatını kaybettiği tahminine yer veriliyor. Küresel iklim değişikliğine neden olan sera gazı salımlarının en büyük kaynağı olan ve en kısa zamanda devre dışı bırakılması gereken kömür yakıtlı termik santrallere bakınca, tablo şöyle. 8.400 MW’lık kurulu güce sahip 23 yeni kömür santrali inşasına devam...İlan edilmiş, lisans almış ve/ya lisans başvurusu yapmış 28 santral sırada...Özet sayısal döküm aşağıdaki gibi:
İnsanî maliyet: Tek bir yılda 2,5 milyon iklim mağduru + 35 bin ölü!
Parasal maliyet? GSYİH’in %0.6’sı = 6 milyar TL. Yani, iklim değişikliği ile ülkeye (=  vergi verenlere) 6 milyar TL fatura çıkartılmış oluyor.
Âtıl yatırım maliyeti: Karar alıcılar iklim dostu çözümlere değil, fosil yakıtlara yatırım yapıyor, maliyeti artırmayı sürdürüyor, topluma yanlış maliyeti ödetiyor.
Uluslararası prestij maliyeti: “Türkiye’nin Kömürle Kara Sevdası” yüzünden BM Doha İklim Zirvesinde STK’lar tarafından “Günün Fosili Ödülü”ne layık görülmesi, ülkenin bölgesel güç iddialarına karşın, uluslararası alanda alay konusu olmasının maliyeti hesaplanamıyor
 ***
Ey okur, gördüğün gibi, olay ortada aslında. Durum açık seçik ve net. 1 derece bile değil, sadece 0.8 derecelik bir sıcaklık artışı ile bu hale geldi dünyamız. Tarumar oldu. Ne dünyada, ne de –sık sık unutulmasına rağmen– dünyanın ayrılmaz bir parçası olan Türkiye’de bu saçmalığın daha fazla sürüp gitmesine izin verebiliriz. Bu fosil yakıtları yakmaya devam edersek hepimiz cayır cayır yanarız. Zaten şu anda kurtulma şansımız yüzde 50 civarında. Yapılacak şey belli. Bir avuç enerji şirketi dışında kalan iş çevreleri, enerji kuruluşları, sigortacılar, yatırımcılar, kurumlar, kuruluşlar vb. de artık bilim insanlarının ve çevrecilerin kervanına katıldı.  Durum açık seçik ve net. Dünyanın en önde gelen çevre aktivistlerinden üçünün, Bill McKibben, Nnimmo Bassey ve Pablo Solon’un geçenlerde hükümetlere ve onların görüşmecilerine gönderdikleri açık mektupla yazdıkları gibi –  tastamam öyle işte:
“... Var olduğunu bildiğimiz karbon yakıtların çoğunu yerin altında bırakmalı ve daha fazlasını aramayı kesmeliyiz. 2 derecelik sıcaklık artışının altında kalmak için yarı yarıya bir şansımız olmasını istiyorsak, keşfedilmiş petrol, kömür ve doğalgaz rezervlerinin 2/3’ünü yeraltında bırakmalıyız; eğer şansımızın %80 olmasını istiyorsak, o zaman söz konusu rezervlerin %80’ine dokunmamalıyız.
“Bu şu anlama geliyor, yönümüzü değiştirmek için çok ciddi şekilde küresel eyleme geçmezsek, iklim hikâyesinin sonu şimdiden yazılmış olacak. Şüpheye mahal yok, olağanüstü eylemler olmazsa bu fosil yakıtlar yanacak, sıcaklık tırmanacak, ve bu da iklimle ilintili bir doğal felaketler zincirleme reaksiyonu yaratacak.”     
Durum açık seçik ve net. En önde gelen iklim bilimcinin, James Hansen’ın yazdığı gibi – tastamam öyle işte: “Bunu onarabiliriz. Cevap, karbona bir fiyat koymakta yatıyor. Fosil yakıtların fiyatını dürüstçe saptamalıyız; bu fiyat bunların topluma maliyetini –fırtınaların yıkımını, tarım alanlarına ve ekosistemlere bindirilen yükün bedelini ve elbette paha biçilmez insan hayatlarını içine alacak şekilde– yansıtmalıdır.[...]
          “Eyleme geçilmesi talebimizi yeterince net bir şekilde ortaya koyabilirsek, [...] liderlerimizin kısa vadeli sorunların ötesine bakıp ilerideki, başımızın üzerinde sallanan uzun vadeli tehditleri farkedeceği, hemen önlerinde duran cevabı göreceği konusunda iyimserim… 
Evet, durum açık seçik ve net:
Muhtemelen bu bizim son zar atışımız olacak.
2 Aralık 2012

26 Kasım 2012 Pazartesi

UMUT YOLU - ÖNSÖZ

Say Yayınları'ndan Kasım ayında basılan Stéphane Hessel ve Edgar Morin'in Umut Yolu kitabına önsöz olarak yazılmıştır.

Elinizdeki küçük kitabı bir davetiye olarak görebiliriz aslında. Yazarları, II. Dünya Savaşı’nda Nazizme ve faşizme karşı Direniş’te bilfiil yer almış, ölümlerden ölüm beğenmiş Stéphane Hessel ile Edgar Morin’in dünya âleme bir daveti var. Biri 95, öbürü 92 yaşındaki bu cesur, akıllı ve vicdanlı delikanlılar, hepimizi ekranın (TV, bilgisayar, sinema, cep telefonu ...  işte her ne ekranı ise onun) başından kalkıp, en yakın pencereden dışarı bakmaya çağırıyorlar.

Onların istediği gibi biraz dikkatlice bakarsak, dışarıda birbirinden korkunç iki manzara görebiliriz: Birincisi, toplumun neredeyse bütün unsurları ve değerleri ile birlikte hızla çözülmeye doğru sürüklenişi. İkincisi de, tabiî, canlılar âleminin (biyosferin) belki daha da büyük bir hızla bir ölüm sarmalının içine doğru itilmesi.

Bu ürkütücü tablonun bir yanında şirketler kapitalizminin bir boa yılanı gibi herşeyi kıskıvrak sarıp sıkarak boğan ekonomik hegemonyası ile boğazımıza kadar battığımız milliyetçilik, etnik-dinsel-cinsel-türsel ayrımcılık batağı var. Öbür yanda, yine aynı şirketlerin kısa vadeli devasa kârlarını maksimuma çıkartmak ve hep orada tutmak uğruna havayı suyu, çevreyi, iklimi, kısacası yerde gökte ne varsa hepsini birden topyekûn zehirlemesinin ve paralayıp atmasının yürek burkucu görüntüsü göz alabildiğine uzanıp gidiyor...

Yalnızca günümüzün zalim diktatörlüklerinde değil, gelişmiş demokratik gelenekleriyle övünen ülkelerin ezici çoğunda da gitgide yükselen büyük bir tehditle yüz yüzeyiz. Demokrasinin kökünden tahribini, yoksulların sürekli soyulup soğana çevrilmesini, başta iklim değişikliği olmak üzere gezegen çapındaki ekolojik yıkıma karşı en ufak tedbir alınmasının bile yürütme, yasama ve yargı erklerinin de “satın alınmasıyla” başarıyla engellenmesini de yine aynı kaynağa bağlayabiliriz: Toplumun en tepesine çöreklenmiş o küçücük ama korkunç zengin ve güçlü elitin açgözlülüğüne. Günümüz “Occupy” isyancılarının diliyle söylersek % 1’in, kadim Yunan medeniyetinin terimlerini kullanacak olursak plütokrasinin o sonu gelmez açgözlülüğüne bağlayabiliriz bunu; bağlamalıyız da.

Ve bu iki olgu tamamen içiçe: Yakın tarihteki toplumsal kalkışmaların ve adalet ayaklanmalarının hem katılımcısı, hem de dikkatli bir gözlemcisi olan yazar Rebecca Solnit’in dediği gibi toplum için kamusal alan neyse, yeryüzünde hayat için biyosfer de o: İçinde bir arada yaşadığımız yerler bunlar; onlara karşı girişilen tasallut ve saldırılar da paralellik gösteriyor – haliyle.

Hessel, geçen yıl yayımlanan Öfkelenin! adlı risalesinde, dünyada akıl hafsala almaz boyutlarda bir eşitsizliğin, adaletsizliğin, yoksulluk, şiddet ve ölümün kol gezmesine yol açan bu saldırı ve tasallut dalgasına karşı dünya halklarını “öfkelenmeye”, İkinci Dünya Savaşı’ndan onca yıl sonra “yeniden direnmeye” çağırmıştı. Dünyanın dörtbir yanında milyonlarca nüshası satılan o risale, hemen her yerde protestocuların “el kitabı” olmuştu.
  
Şimdi de Hessel, direniş yoldaşı ve kadim dostu ünlü sosyolog Morin’le el birliği yapıyor. İki “kafadar” açık seçik ve sade bir dille kaleme aldıkları yeni bir “risale” ile bu sefer neyi protesto etmemiz gerektiğini anlatıyorlar. Temel talepleri gayet net: Tepedeki elitin, ana akım medyayı da kontrol altında tutarak yarattığı son derece etkili bir propaganda mekanizması ile tedavülden kaldırdığı toplumsal değerlerin, duygudaşlığın, birbirine “dokunmanın”, “halden anlama”nın, ortaklaşa yaşamanın, empatinin, paylaşmanın yeniden ön planda olacağı bir topluma dönme çağrısı yapıyorlar. Komşu, mahalle, topluluk üyeleri olarak hepimizin paylaştığı şeylerin, yani ortak varlık alanlarının geri getirilmesinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu vurguluyorlar.

Maddiyatın pençesinden kurtarılmış daha dolu dolu bir hayatın temelini oluşturmak için eğitimde derin reformun şart olduğunu belirtirken filozof Jean – Jacques Rousseau’dan alıntı yapıyorlar: “Ona yaşamayı öğretmek istiyorum.” (s.68) Yaşama sanatından bahsediyorlar yani. Bu “sanat”ın özünde ise temel olarak şefkat, merhamet ve vicdan vardır. Hessel ve Morin, çağımız “gelişmiş” toplumlarının hayatında bu niteliklerin tedavülden kalkmış olmasından yakınıyorlar en çok. Tek tek insanları ve insan topluluklarını birbirine bağlayan bağlar olmadan, gündelik hayatta diğer canlılara şefkat göstermeden, kısacası nezaket, dürüstlük, doğruluk kültürünü canlandırıp yeniden ayağa kaldırmadan insan medeniyetinin ayakta kalmasının nasıl mümkün olabileceğini sorguluyorlar.

Yazarlar finans kapitalizminin, ya da başka bir deyişle şirket kapitalizminin bu soruya bir cevap getirmekten âciz olduğunu, aksine sistemin inanılmaz boyutlara ulaşmış kibrinin yeryüzü için herhangi bir “kurtuluş” olanağını da ortadan kaldırdığını hüzünle, ama hayli ikna edici bir dille ortaya koyuyorlar.  Çevre aktivizmi liderlerinden Bill McKibben’ın dediği gibi, “mevcut sistemin kendi araçlarına bırakılması halinde sistemin kendiliğinden değişiklik yapması imkânsız” olduğuna göre, insanların bir araya gelip onu dönüştürmesi gerekiyor mutlaka. İşte o yüzdendir ki, kitapta da siyasi değişim talep edecek büyük halk hareketleri yaratma yolunda güçlü bir çağrıya yer veriliyor.

Yeryüzündeki tüm insanların kaderinde bir pay sahibi olan “gezegen yurttaşları” kimliği ile yola çıkan Hessel ve Morin adalet, eşitlik ve kardeşlik evrensel ilkelerini savunmak üzere şiddet kullanmayan tüm başkaldırı ve direniş yöntemlerini uygulamaya çağırıyorlar bizi. Dünyanın tepesinde tünemiş olan elitler ve onların cebindeki siyasal “karar vericiler”, açıkça görülüyor ki, gerçek dünyadan bihaber, yeryüzü gerçekliğinden kopmuş ve gerçeklikle ilişkilerini neredeyse tamamen kopartmış durumdalar. Onlara karşı başkaldırı ve direnmek, yazarlara göre kaçınılmaz bir zorunluluk olmanın yanı sıra, entelektüel sorumluluğun gereği de. Özellikle, geleceği elinden alınmış genç nesillere ve hatta henüz doğmamış kuşaklara karşı boynumuzun borcu!

Genç kuşaktan söz etmişken, günümüz gençlerinin, dünyanın yakın tarihte gördüğü en büyük zulüm çarkı olan Nazizm ve Faşizmin nasıl birşey olduğu hakkında yeterince sağlam bir fikre sahip oldukları pek söylenemez doğrusu. Hele tarih ders kitapları 1923’ün ötesine pek geçmeyen Türkiye’deki tedrisattan gelip geçen kuşaklar için bu, büsbütün böyle. Hessel ve Morin ise Nazizmin o korkunç kan ve ateş çemberinden geçmiş, faşizmin o en katıksız, en zalim halini bizzat görmüş oldukları gibi, bunu bile bile kendi iradeleri ile onu göğüslemeyi de seçmiş iki direnişçi. Sözleriyle eylemleri birbiriyle tam tutarlık gösteren bu iki direnişçi bugün faşizmin o çirkin başını tekrar kaldırma potansiyeline sahip olduğunu söylüyorlar ve insanları “büyük bir vicdan isyanı”na teşvik ediyorlarsa, uyarılarına iyi kulak vermek gerekir.

Stéphane Hessel ile Edgar Morin hepimizi, solu geleneksel olarak beslemiş dört temel kaynağa yaslanan bir “yeniden doğuş” hareketine tez zamanda katılmaya çağırıyor:  Bireylerin özgürlüğüne odaklanan liberteryanizme, toplumun iyileştirilmesine odaklanan sosyalizme, toplumun ortaklaşmaya dayanan kardeşliğine odaklanan komünizme ve bir de, “toprak anamızla ilişkimizi ve karşılıklı bağımlılığımızı sağlayan ve Güneşimizde bütün canlı enerjilerin kaynağını bulan ekolojik kaynağa”. (s.84-85)

Tez zamanda. Evet, zaman hayli daralmış, düşman da her zamankinden daha güçlü gözüküyor, doğru. Ama bu bizi asla umutsuzluğa sevketmemeli. Çünkü, Hessel’le Morin, Umut Yolu ile bizi büyük bir mücadeleye, belki de gelmiş geçmiş en büyük mücadeleye çağırıyor. Ve eğer mücadele varsa, umut da vardır –  daima!


Ömer Madra

Açık Radyo yayın yönetmeni,
Yazar, yayıncı ve çevre aktivisti

4 Kasım 2012