6 Mayıs 2014 Salı

Traji - Komedi

Şu sıralarda Shakespeare’in 450. yaşını kutlamakla pek meşgul olduğumuzdan mıdır, nedir, hangi olguya baksak, etiketlemeyi aynı bileşik isim sıfatı ile yapıyoruz: #Traji-komedi. Örnek olarak 1 Mayıs’ı ele alalım ve modern Türkiye’de (özellikle İstanbul’da ve Taksim Meydanında yaşanan) 1 Mayıs “fenomeni”ni kronolojik olarak özetleyelim:
 1 Mayıs 2014, İstanbul. Fotoğraf: Yasin Akgül, Nar Photos

·         1923’te Cumhuriyet kurulur, ve 1 Mayıs yasal olarak "İşçi Bayramı" ilan edilir.
·         Ertesi yıl, 1924’te kitlesel 1 Mayıs kutlamaları yasaklanır.
·         Sonraki yıl (1925) kitlesel-bireysel ayrımı da kalkar ve kutlamalar hepten yasaklanır.
·         Bu mutlak yasak tam 10 yıl sürer.
·         1935’te yasak biter, bayram gelir ama bu başka bayramdır: "Bahar ve Çiçek Bayramı".
·         İşçi bayramı ise artık başka bahara kalmıştır.
·         Ayrıca resmî tatil ilan edilir, ama bu da yeni model tatildir: ücretsiz tatil!
·         40 yıl aşağı yukarı hep çiçek-böcek bayramı olarak gider, çocuklar böyle büyür.
·         40 yıl sonra, işçiler nihayet sahneye çıkar:1976’da coşkulu kitlesel kutlamalar yapılır.
·         Ertesi yıl (1977) Taksim’de Kanlı 1 Mayıs olur: 34 ölü, failler meçhul kalır.
·         Trajedinin ertesi yılı, 1 Mayıs yüzbinlerce kişi tarafından Taksim’de buruk kutlanır.
·         1979’da sokağa çıkma yasağı gelir, ama kitleler sokağa çıkar, korsan kutlama yapar.
·         1980’de darbeye giden günlerde kutlama olmaz.
·         Darbeden sonraki yıl  MGK bayramı iptal eder, 1 Mayıs’ı tatil olmaktan çıkarır – gene.
·         Darbe sonrasındaki yıllarda bir süre bayram, kutlama vesaire olmaz.
·         1989’daki 1 Mayıs’ta bir trafik polisinin silahından çıkan mermilerle bir işçi ölür.
·         Sonraki yedi yıl boyunca kayda değer bir 1 Mayıs vukuatı olmaz. Taksim yasaklı kalır.
·         1996`da Kadıköy’deki kutlamada kitlelere polis ateş açar: 3 kişi ölür, büyük isyan çıkar.
·         Bu yeni trajediden sonra 10 yıl Kadıköy de kutlamalara yasaklı kalır.
·         2006’da yasak kalkınca Kadıköy’de miting olur; olay çıkmaz.
·         2007’de Kanlı 1 Mayıs’ın 20. yıl anmasında Taksim’de kan çıkar: 1 ölü, 100 yaralı.
·         Ertesi yıl, sil baştan yapılır: 1 Mayıs "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanacaktır.
·         Aynı yıl (2008) uzlaşmazlık çıkar: gaz, plastik mermi, tazyikli su atılır, yaralanmalar olur.
·         2009’da gene sil baştan olur: 27 yıl sonra 1 Mayıs tekrar resmî bayram kabul edilir.
·         Aynı yıl, resmî bayram kutlamaları için Taksim'e çıkılmasına izin verilmez – gene.
·         2010:  Kanlı 1 Mayıs’tan 32 yıl sonra, 140 bin kişi coşkuyla Taksim'de bayramı kutlar.
·         Ertesi yıl (2011) 1 Mayıs “hafif olaylarla” karışık kutlanır.
·         2012: 1 Mayıs “polis gözetiminde” kutlanır.
·         2013: Taksimde kutlama yasaklanır. Çatışma çıkar. Olaylı 1 Mayıs olarak tarihe geçer.
(Kaynak: (Vikipedi, “Türkiye'de 1 Mayıs İşçi Bayramı”, son erişim 5 Mayıs 2014)

***
Ve 2014: 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamaları için Taksim’e (ve Ankara’da da Kızılay’a) geçit verilmez. Taksim alanı hükümet tarafından yasaklanır – Başbakan bayramı Taksim’de kutlamak isteyenleri “Taksim’den umudunuzu kesin!” diye “uyarır”. Emek ve Dayanışma gününü kutlama adresi olarak da emekçilerle işçilere Yenikapı’da iktidar tarafından yeni yaptırılan denizden doldurma devasa alanı gösterir.
Ankara Valiliğinden konuyla ilgili olarak, yarım yüzyıl önce Sovyetik ülke Komünist Partileri politbürolarına taş çıkartacak edada işçi ve emekçi güzellemeleri gelir. Vali “… örgütlü demokratik toplum anlayışının temsilcisi Sendikalarımız ile alın terinin gerçek sahipleri tüm Ankaralı emekçilerimizin … duyarlılık, anlayış ve … aklıselim”lerine tam güvendiklerini belirtir. Hemen ardından da Ankara’nın kalbi olan Kızılay Meydanı’nı “alın terinin gerçek sahibi emekçilerin” emek bayramı kutlamalarına yasakladıklarını açıklar. (Bkz.)
İstanbul Valisi de emekçiye yönelik lirik, idilik, poetik söyleminde Başkent’teki muadilinden geri kalmaz. Kendisinin de emekçi bir aileden geldiğini, emeğin kutsallığını kabul ettiğini, emekçilerle aynı safta olduğunu belirten Vali, “böylesine bir bayramı bayram neşesi içerisinde kutlamamız ve ortaklaşmamız gerekir” der. Sonra da kentin en belirgin ortak varlıklarından biri olan, onun belleğini yaratan en önemli kamusal alanı, yani Taksim Meydanı’nı “emeğin kutsallığını” kutlamak isteyen emekçilere yasakladığını ilan eder. (Bkz.)
Derken, şehir 39.000 polisle kuşatılır ve neredeyse tüm toplu ulaşım araçları iptal edilir. Tahmin edileceği gibi, çatışma çıkar. Bir internet gazetesinin video-haberinin lejandında anlatıldığı gibi “1 Mayıs, çok polis, çok gaz, çok savaş!” durumları olur. (Bkz:T24)
Küçük çocukların dahi kendi evlerinin önünde gaz bulutlarından etkilenip evlerinden çıkmak zorunda kaldıkları, düpedüz perişan oldukları “mübalağa cenkler” olur. “Bir örnek giyinmiş, şapkalı ve copları sırt çantalarından taşan” sivil polislerin eylemciler arasına karıştığı ifade edilir. Göstericilerden bazıları de karşılık olarak sapan, havai fişek ve molotof kokteyli kullanırlar. (Gazeteler)  Açık Radyo’ya demeç veren bir milletvekilinin, “ilan edilmemiş bir sıkıyönetim hali”, bir gazetecinin “darbe günleri gibi”, yine bir diğerininse “sokağa çıkma yasağı gibi” diye tasvir ettiği tuhaf tuhaf haller yaşanır velhasıl. Hükûmet yanlısı (“kanki”) gazetelerden biri, bu durumu “Kadıköy’de Bayram, Taksim’de Terör” diye tarif ederken, Dışişleri Bakanı’nın "Gazetecilerimiz 'kısmen özgür' denilen ülkelerden de 'özgür' denilen ülkelerden de daha özgür" şeklindeki çarpıcı açıklamasını doğrulamak istermiş gibidir. (Bkz: Sabah, Radikal);
Gene bir başka gazeteci Açık Radyo’ya verdiği mülakatta, polisin kitleyi kuşatıp “kapana kıstırdığı”nı, ve “3 Belediye otobüsü dolusu polisin ülkenin en büyük gazetelerinden birinin binasını koruduğunu”, böylece tarihte belki pek ender rastlanan bir örnekle medya – iktidar ilişkisinin tepetaklak olduğunu anlatır. Aynı zamanda sendikacı da olan bir diğeri, kimi gazetecilerden “valilikten izin belgesi” göstermelerinin istendiğini, dünyada duyulmamış böyle bir belgesi olmayan ve fakat üzerlerinde kocaman PRESS yazılı o çok bilinen önlüklerden taşıyan gazetecilere ise hedef gözeterek gaz fişeği atıldığını, bazılarının yaralandığını dile getirir. (Yukarıdaki beyan, söyleşi ve demeçler için bkz. “1 Mayıs’ta İstanbul”, özel programı)
Valiliğin resmi açıklamasında 142 gözaltı, 90 yaralı bilançosu verilirken, ÇHD’nin verdiği rakam yaklaşık 160 gözaltı, 180 yaralanma ve travma vakasıdır. Aralarında gazetecilerin de bulunduğu 17’den fazla insan, gözaltı süreleri tekrar tekrar uzatılarak günlerce gözaltında tutulduktan sonra, çok sayıda avukatın adliyedeki protesto eylemi sonunda 4. günün gecesinde serbest bırakılır. (Gazeteler)
Netice - i Kelam: Başbakan’ın yasakladığı Taksim Meydanı emekçilere yar olmaz, güvercinlere ve polislere kalır (Radikal), Başbakan’ın gidilmesini istediği Yenikapı’daki meydan da ıssız kalır. Tabii, o uçsuz bucaksız beton zeminde vakur bir edayla tek başına dolaşan görkemli bir karga ile, ellerindeki büyük Türk bayrağı ve “Değişim Katılımla Başlar” yazılı bez pankartla poz veren Katılımcı Büro Sendikası Genel Merkez üyesi 6 kişiyi saymazsak… (Bkz. Cihan haber ajansı – Fotoğraf AA)
***
Evet, komedi tamam. Peki trajedi nerede? Burada gözden kaçırmamamız gereken en canalıcı noktalardan biri de şu oluyor galiba: 2014 1 Mayıs olayları, neredeyse 1 yıl önce başlayan Gezi Parkı protesto hareketinin bir uzantısı niteliğini taşıyor. Gezi hareketi, tıpkı iki yıl önce ABD’de başgösteren Occupy Wall Street hareketi gibi, sadece demokrasiyi sabote eden, yoksul kesimlerin  mahvedilmesine ve el konmamış son doğa parçalarının gaspına karşı girişilmiş bir başkaldırı hareketinden ibaret değildi. Gezi, aynı zamanda, halkın barışçıl protesto hakkının dişle tırnakla savunulması için girişilmiş çok önemli bir haysiyet hareketiydi. Gerek geçen yaz Gezi’de, gerekse ondan sonraki pek çok toplumsal çalkantıda barışçıl protestoculara karşı girişildiğine defalarca tanık olduğumuz polis şiddet ve zorbalığı, bu seneki 1 Mayıs’ta sistemli bir şekilde uygulandı. Ama bu zor kullanma, her türlü protestoyu illegal hale getirmeyi hedefleyen, kentlerin merkezindeki kamusal alanları da protestoculara fiilen yasaklayan hükümet kararlarıyla birlikte geliyordu.
Çerçeveyi bu yasaklar çizmekte, zor kullanımı ve şiddet, protesto hareketinin içine yoğun şekilde polis sızması, izleme/gözleme faaliyetleri ile de pekiştirilmekteydi. Zorla poşu giydirilerek eline taş tutuşturulan ve fotoğrafı çekilerek fişlenen üniversite öğrencisini gösteren videoyu Flash Haber herkesin faltaşı gibi açılmış gözlerinin önüne getirdi. Görüntülerde, bir duvara yaslanmış iki genç, polisin poşu takma girişimine direniyor; biri eylemlere ilk kez katıldığını söylüyor, “Amirim yapmayın, öğrenciyim, İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciyim” diyor. Fakat, “Taksana şunu!” diyen bir polis gencin boynuna puşiyi geçiriyor; bu sırada bir başka polis fotoğraf çekiyor ve kan dondurucu bir soğukkanlılıkla “Çektik bitti!” diyor… Polisin de “belgelendiğini” fark etmesi uzun sürmüyor ve kameramanın daha fazla görüntü almasına izin verilmiyor. (Bkz.)
1 Mayıs protestosunu örgütleyen sendika liderlerinden birinin söylediği ise şu: “Tek tip sırt çantası, mont ve şapka giyen, eylemci görünümlü sivil polislerin Halaskârgazi Caddesi'nde eylemcilerin arasında karıştığı fotoğraflarla belgelenmiş … emekçilere kapısını açan halkın, esnafın camlarının polis tarafından kırıldığı görülmüştür.” Tıpkı Occupy Wall Street günlerinde gördüğümüz gibi, burada 2014 1 Mayıs protesto ve/ya kutlamalarında da basın ya da eyleme katılanlar polisin bu illegal davranışlarını belgelemek istediklerinde ya derhal polis “müdahalesine” maruz kalıyorlar ya da fotoğraf veya video çekimi yapmalarına engel olunuyor.
Ödüllü gazeteci Chris Hedges’in “Barışçıl Gösteri Suçu” başlığını taşıyan son yazılarından birinde ABD’de Occupy’la ilgili olarak söylediği nokta, 1 Mayıs İstanbul’u için de geçerli: “Devletin verdiği mesaj gayet açık: Muhalefet etmeyeceksiniz.” Türkiye’de 1 Mayıs 2014 eylemi katılımcılarının da tek gerçek “suçu” barışçıl bir kitle gösterisine katılmaları olmasın sakın? 
Trajedi mi, komedi mi? Yoksa ikisi birden mi? Etikete siz karar verin.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Ütopyalar ve Distopyalar Arasında Alaylarla Kaf Dağı’na Hareket



Bu dünyada ender raslanan olağanüstü olayların birinde, pek çok ülkede yüksek satış sayılarına ulaşmış Ecotopia adlı ütopya romanının müellifi, aktivist Ernest Callenbach, geleceğin dünyasına ilişkin gözlem ve önerilerini içeren son yazısını ölümünden sonra yayınlanmak üzere, favori mecralarından birine “gönderir”. Daha doğrusu, üzerinde aylarca çalıştığı yazıyı bilgisayarındaki dosyasında saklı tutmuş, yakından takip ettiği internet sitesinde (Tomdispatch.com) yayınlanmasını, bir çeşit vasiyet olarak kendi yayın temsilcisinden rica etmiştir. Yazarın “vasiyeti”, zaten onun sadık okurlarından biri olan blog kurucu-editörü Tom Engelhardt tarafından seve seve yerine getirilir ve “Ekotopyacılara Mektup”, yazarın ölümünün hemen ardından, onun seçtiği yerde yayınlanır. Poe’nun hikâyelerini aratmayan bir “hayat sanatı taklit ediyor” durumu yani: Ölüden gelen mektup. İlk yayınlanış tarihi 2012 Mayıs.

Karanlık kehanetler içeren risalenin açılış paragrafında şöyle diyor yazar:
“Önümüzdeki karanlık zamanlarda, yani bir yüzyıl ya da daha uzun zaman sürecek son derece zor zamanlarda işe yarayabileceğini düşündüğüm bazı düşünce ve davranış tarzlarını derleyip toparlamak uygun olabilir diye düşündüm...”

Burada, çöküş haline geçmiş bir imparatorlukta (ABD) ve aslında ondan pek farklı durumda olmayan geri kalan dünyada, sıradan insanlar olarak gittikçe azalan ayakta kalma şansımızla nasıl canlı kalabileceğimizin ipuçları üzerinde duruluyor. “Büyük Resim”e bakıyor yazar: “Değerli küçük gezegenimiz”in neredeyse her yerinde ekolojik yıkımın, siyasi ve ekonomik çöküşün, birbiriyle asla uzlaşmaz ideolojik ve dinsel çatışmaların, yoksulluk ve kıtlığın kol gezdiğini, bu tablonun ileride büsbütün vahimleşeceğini söylüyor.

Aslında çağımızın birçok düşünür, yazar, gazeteci ve aktivistinin son zamanlarda gitgide daha büyük bir netlikle ortaya koyduğu bu karanlık tablonun sorumlusu kim? Acayip zengin, küçük bir plütokrasinin gittikçe yoksullaşmış, eğitimsiz ve umutsuz bir insan kitlesi üzerinde kurduğu egemenlikten bahsediyoruz. Çürümeye terkedilen yeryüzünün bağrından sonsuz bir hızla, durmaksızın azami serveti söküp çıkarmak ve bunu gittikçe canı çıkan orta sınıfların sırtından, gittikçe daha fazla şiddet kullanarak yapmakta olan bir “yağmacı elit”ten.

Böylesine eşitsiz, hakkaniyetsiz bir düzenin, gittikçe çöken ekolojik ortamda varlığını uzun vadede sürdürmesi imkânsız; ama ömürlerini uzatmasının çeşitli araçları var. Bunların en önemlileri, güçlü polis devletleri oluşturmak, askerî kontrolü sıkılaştırmak, medyayı sürekli manipüle etmek, ve – hiç olmazsa bir süre için – eksiksiz gözetleme/dinleme mekanizmaları oluşturmak.
Tarihin en etkileyici ekolojik ütopya kitaplarından birinin yazarının, ölümünden önce kaleme aldığı son risalesinde, büyük resim olarak gerçek dünya halini daha çok bir distopya halinde tasvir etmesine çok da şaşmamamız gerekiyor herhalde.
Distopyalardan bahsederken, geleceğin en büyük distopya vizyonlarını ortaya koyan iki yapıtın, George Orwell’in “1984”ü ile Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı olduğu konusunda genel bir mutabakat olduğu söylenebilir. Öteden beri, dünyanın karanlık gidişâtı üzerinde kafa patlatanların arasındaki en önemli tartışma konularından biri, bu iki önemli yazardan hangisinin haklı çıkacağı idi. Orwell’in “Büyük Ağabey” vizyonundaki gibi kaba kuvvete, sertlik ve şiddete dayalı aşırı baskıcı bir güvenlik ve gözetleme devletine mi dönüşecektik? Yoksa Huxley’in öngördüğü gibi eğlence ve gösterilerle büyülenmiş, teknolojiye esir düşmüş ve kendi “baskıcı” devletimize meftun olacak kadar sınırsız tüketim tarafından iğfal edilmiş bir “gösteri toplumu” mu olacaktık? Uzun yıllar sonra, bugünlerde artık bu tartışmaya bir nokta koymuş olduğumuz söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki, yazarların her ikisi de haklı çıktı. Bunu belirten gazeteci, yazar ve aktivist Chris Hedges’e göre, Huxley köleleşmemizin ilk aşamasını, Orwell de ikinci aşamasını öngörmüştü.
Yine Hedges, Mısır’da ordunun bu yaz gerçekleştirdiği korkunç kitle katliamını, böyle bir “distopya”nın gerçek hayattaki günümüz versiyonundan bir kesit olarak ele alıyor ve “...dünya elitleri ile dünya yoksulları arasındaki daha geniş kapsamlı küresel savaşın habercisi” olarak yorumluyordu: “Azalan kaynakların, müzmin işsizlik ve eksik istihdamın, nüfus fazlalığının, iklim değişikliği yüzünden mahsul verimindeki düşüklüğün ve yükselen gıda fiyatlarının yol açtığı bir savaş.”
Günümüzün önde gelen bilim tarihçilerinden Naomi Oreskes ve Erik Conway, de ABD’nin saygın bilim ve sanat dergisi Daedalus’ta yeni yayımladıkları makalede distopyaların en yenisini sunuyorlar: “Serbest” piyasa köktenciliğine körükörüne bağlanan ve tümüyle kendini aldatma ideolojisine saplanan Batı Medeniyeti’nin, küresel iklim değişikliğine bağlı olaylar yüzünden 2073 yılında Büyük Çöküş’ünün ve Büyük Kitle Göçü’nün ardından 2074’te dünyanın ikinci karanlık çağına girişini, yüzyıllar sonra, dünyada ayakta kalmayı başarmış az sayıdaki topluluklardan “İkinci Çin Halk Cumhuriyeti” tarihçilerinin gözünden hikâye ediyorlar.
Elinizdeki kitap, İklim Savaşları – Dünya Aşırı Isınırken Hayatta Kalma Mücadelesi, yukarıda kısaca bahsedilen distopyaların en önemlilerinden biri olarak kabul edilebilir. Diğerlerinden önemli bir farklılığı, buradaki ana aktörün, insan kaynaklı iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın gezegende meydana getireceği korkunç tahribatı distopyasının ana eksenine oturtmuş olması. Gwynne Dyer, başta para tarihinin gördüğü en kârlı devasa petrol, kömür ve enerji şirketleri olmak üzere, Callenbach’ın “yağmacı elit” diye adlandırdığı o muazzam güçlü plütokrasinin satın ve teslim aldığı yerleşik medyanın ve devlet/siyaset bürokrasinin söylemediği – dahası hasır altı ettiği – temel bilimsel gerçeklerin birçoğunu sakınmasız bir dille ve büyük bir cesaretle dile getiriyor.
Yazar, aynı zamanda, belki de kısmen anlaşılabilir kaygılarla, gezegeni – üstündeki canlıların büyükçe bölümüyle birlikte – tam yıkıma götüren sürecin bilimsel kanıtlarını görmezden gelme ve işimize gelmeyen o korkunç gerçekleri kendilerine göre yeniden “kurgulama” eğilimine kapılan birçoğumuzu da ürkütmekten, oturduğumuz rahat koltuktan hafifçe sıçratmaktan kaçınmıyor: Önümüzdeki 10 sene içinde gıdanın Ürdün’de karneye bağlanmasından, 15 sene içinde tam yeryüzü cehennemine dönüşen ABD-Meksika sınırında makineli tüfeklerle taranan “kaçak”lardan, 2036’da Pakistan’la Hindistan arasındaki acayip nükleer “çarpışmadan” ve bundan “galip çıkan” Pakistan’ın zaferine Pirus’un bile şaşıp kalacağından; 2045’te iç savaşın ardından kitle göçüne zorlanan yüz milyonlarca Çinliden, uçuk yeşil gökyüzü altında mor-yeşil bakteri çorbası halindeki “ölü” okyanuslardan bahsediyor. Bunların tümünün yeni bilimsel araştırmalara dayanıyor olması, daha da ürkütücü.
Ve bir de, sadece 12 yıl sonrasının Türkiye’si “öngörülüyor” kitapta: Suriye ve Irak’ın su için Türkiye’ye saldırmaları, savaşı kaybetmeleri, Türkiye’nin savaşı kazanması; ve fakat kazandıktan sonra milyonlarca İranlı ve Arap göçmeni ülkeden kovması, bir on sene içinde başgöstermesi mukadder olan, ama devlet sırrı olarak saklanan ve halka asla söylenmeyen kıtlık felaketi...
Suriye’deki iç savaşı tetikleyen başlıca faktörün 2006 yılında başlayan kuraklık-kıtlık-gıda fiyatları yükselmesi-açlık-isyan-hükümet baskısı zinciri olduğu, önde gielen analistler tarafından kısa süre önce yazıldı. Dwer, bu iç savaşın korkunç boyutlara ulaşmasından ve bölgeyi tehdit edecek boyutlara ulaşmasından önce kaleme aldığı kitabında güçlü öngörüler geliştiriyor. Suriye’nin korkunç yıkım manzarasının kökeninde “Bereketli  Hilal” bölgesinde iklim bozulmasının yattığını söylüyor. Buna bağlı olarak, yıllardır süregelen kuraklığın, susuzluğun ve gıda fiyatlarındaki artışın da çatışmaları doğurduğunu tespit eden, yine bilimsel temelli kuvvetli senaryolar yazmayı başarıyor. Kitabın Türkçe’de yayınlanması, Türkiye’nin özellikle güneydoğu komşularıyla nasıl bir ilişki çerçevesi içinde kalacağının ciddi tartışma konusu olduğu şu günlerde büsbütün önem kazanıyor.
Dyer’ın Türkiye için çizdiği yarı-karanlık hikâye 2036 yılındaki savaş ve göçmenlerin kovulması ile sona eriyor ve kitap ondan sonrasına ait bir senaryo içermiyor. Ama, İklim Savaşları’nın temel mantığını doğal sonuçlarına uzatırsak, karşımıza ilginç bir paradoks çıkabileceğini görürüz. Şöyle bir durum tahayyül edilebilir: 2071’de Türkiye Malazgirt savaşının bininci yılını tarihinin en görkemli kutlama törenleri ile kutlama hazırlıklarının sonuna gelmiştir. Tam tamına o günlerde, talihin garip bir cilvesi sonucu, Oreskes ile Conway’in öngördükleri büyük Çöküş gerçekleşir. Türkiye de, tamamen eşzamanlı olarak, kendi ağırlığı altında çöken Batı Medeniyetinin o muazzam gümbürtüsü altında kalıp kendisi de büyük bir çöküşe gidebilecektir…
İklim Savaşları kitabının, yayımlandığı bütün dillerde, şimdi de Türkiye’de, yeryüzünün bu en önemli – hatta tek önemli! – meselesinde, siyasî karar alıcıları, artık daha fazla vakit kaybetmeden ciddi şekilde harekete geçmeye ikna etmesi umulur. Tabii aktivistleri de, aynı şekilde. Onlarsa, bu kitabı ve bunlar gibi değerli kitapları okumakla edinecekleri değerli ek bilgi ve gözlemleri, karar alıcıları etkilemekte kullanmak üzere hızla harekete geçseler ne iyi olurdu.

Ömer Madra
İstanbul, Eylül 2013

UMUT YOLU - ÖNSÖZ


Elinizdeki küçük kitabı bir davetiye olarak görebiliriz aslında. Yazarları, II. Dünya Savaşı’nda Nazizme ve faşizme karşı Direniş’te bilfiil yer almış, ölümlerden ölüm beğenmiş Stéphane Hessel ile Edgar Morin’in dünya âleme bir daveti var. Biri 95, öbürü 92 yaşındaki bu cesur, akıllı ve vicdanlı delikanlılar, hepimizi ekranın (TV, bilgisayar, sinema, cep telefonu ...  işte her ne ekranı ise onun) başından kalkıp, en yakın pencereden dışarı bakmaya çağırıyorlar.

Onların istediği gibi biraz dikkatlice bakarsak, dışarıda birbirinden korkunç iki manzara görebiliriz: Birincisi, toplumun neredeyse bütün unsurları ve değerleri ile birlikte hızla çözülmeye doğru sürüklenişi. İkincisi de, tabiî, canlılar âleminin (biyosferin) belki daha da büyük bir hızla bir ölüm sarmalının içine doğru itilmesi.

Bu ürkütücü tablonun bir yanında şirketler kapitalizminin bir boa yılanı gibi herşeyi kıskıvrak sarıp sıkarak boğan ekonomik hegemonyası ile boğazımıza kadar battığımız milliyetçilik, etnik-dinsel-cinsel-türsel ayrımcılık batağı var. Öbür yanda, yine aynı şirketlerin kısa vadeli devasa kârlarını maksimuma çıkartmak ve hep orada tutmak uğruna havayı suyu, çevreyi, iklimi, kısacası yerde gökte ne varsa hepsini birden topyekûn zehirlemesinin ve paralayıp atmasının yürek burkucu görüntüsü göz alabildiğine uzanıp gidiyor...

Yalnızca günümüzün zalim diktatörlüklerinde değil, gelişmiş demokratik gelenekleriyle övünen ülkelerin ezici çoğunda da gitgide yükselen büyük bir tehditle yüz yüzeyiz. Demokrasinin kökünden tahribini, yoksulların sürekli soyulup soğana çevrilmesini, başta iklim değişikliği olmak üzere gezegen çapındaki ekolojik yıkıma karşı en ufak tedbir alınmasının bile yürütme, yasama ve yargı erklerinin de “satın alınmasıyla” başarıyla engellenmesini de yine aynı kaynağa bağlayabiliriz: Toplumun en tepesine çöreklenmiş o küçücük ama korkunç zengin ve güçlü elitin açgözlülüğüne. Günümüz “Occupy” isyancılarının diliyle söylersek % 1’in, kadim Yunan medeniyetinin terimlerini kullanacak olursak plütokrasinin o sonu gelmez açgözlülüğüne bağlayabiliriz bunu; bağlamalıyız da.

Ve bu iki olgu tamamen içiçe: Yakın tarihteki toplumsal kalkışmaların ve adalet ayaklanmalarının hem katılımcısı, hem de dikkatli bir gözlemcisi olan yazar Rebecca Solnit’in dediği gibi toplum için kamusal alan neyse, yeryüzünde hayat için biyosfer de o: İçinde bir arada yaşadığımız yerler bunlar; onlara karşı girişilen tasallut ve saldırılar da paralellik gösteriyor – haliyle.

Hessel, geçen yıl yayımlanan Öfkelenin! adlı risalesinde, dünyada akıl hafsala almaz boyutlarda bir eşitsizliğin, adaletsizliğin, yoksulluk, şiddet ve ölümün kol gezmesine yol açan bu saldırı ve tasallut dalgasına karşı dünya halklarını “öfkelenmeye”, İkinci Dünya Savaşı’ndan onca yıl sonra “yeniden direnmeye” çağırmıştı. Dünyanın dörtbir yanında milyonlarca nüshası satılan o risale, hemen her yerde protestocuların “el kitabı” olmuştu.
  
Şimdi de Hessel, direniş yoldaşı ve kadim dostu ünlü sosyolog Morin’le el birliği yapıyor. İki “kafadar” açık seçik ve sade bir dille kaleme aldıkları yeni bir “risale” ile bu sefer neyi protesto etmemiz gerektiğini anlatıyorlar. Temel talepleri gayet net: Tepedeki elitin, ana akım medyayı da kontrol altında tutarak yarattığı son derece etkili bir propaganda mekanizması ile tedavülden kaldırdığı toplumsal değerlerin, duygudaşlığın, birbirine “dokunmanın”, “halden anlama”nın, ortaklaşa yaşamanın, empatinin, paylaşmanın yeniden ön planda olacağı bir topluma dönme çağrısı yapıyorlar. Komşu, mahalle, topluluk üyeleri olarak hepimizin paylaştığı şeylerin, yani ortak varlık alanlarının geri getirilmesinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu vurguluyorlar.

Maddiyatın pençesinden kurtarılmış daha dolu dolu bir hayatın temelini oluşturmak için eğitimde derin reformun şart olduğunu belirtirken filozof Jean – Jacques Rousseau’dan alıntı yapıyorlar: “Ona yaşamayı öğretmek istiyorum.” (s.68) Yaşama sanatından bahsediyorlar yani. Bu “sanat”ın özünde ise temel olarak şefkat, merhamet ve vicdan vardır. Hessel ve Morin, çağımız “gelişmiş” toplumlarının hayatında bu niteliklerin tedavülden kalkmış olmasından yakınıyorlar en çok. Tek tek insanları ve insan topluluklarını birbirine bağlayan bağlar olmadan, gündelik hayatta diğer canlılara şefkat göstermeden, kısacası nezaket, dürüstlük, doğruluk kültürünü canlandırıp yeniden ayağa kaldırmadan insan medeniyetinin ayakta kalmasının nasıl mümkün olabileceğini sorguluyorlar.

Yazarlar finans kapitalizminin, ya da başka bir deyişle şirket kapitalizminin bu soruya bir cevap getirmekten âciz olduğunu, aksine sistemin inanılmaz boyutlara ulaşmış kibrinin yeryüzü için herhangi bir “kurtuluş” olanağını da ortadan kaldırdığını hüzünle, ama hayli ikna edici bir dille ortaya koyuyorlar.  Çevre aktivizmi liderlerinden Bill McKibben’ın dediği gibi, “mevcut sistemin kendi araçlarına bırakılması halinde sistemin kendiliğinden değişiklik yapması imkânsız” olduğuna göre, insanların bir araya gelip onu dönüştürmesi gerekiyor mutlaka. İşte o yüzdendir ki, kitapta da siyasi değişim talep edecek büyük halk hareketleri yaratma yolunda güçlü bir çağrıya yer veriliyor.

Yeryüzündeki tüm insanların kaderinde bir pay sahibi olan “gezegen yurttaşları” kimliği ile yola çıkan Hessel ve Morin adalet, eşitlik ve kardeşlik evrensel ilkelerini savunmak üzere şiddet kullanmayan tüm başkaldırı ve direniş yöntemlerini uygulamaya çağırıyorlar bizi. Dünyanın tepesinde tünemiş olan elitler ve onların cebindeki siyasal “karar vericiler”, açıkça görülüyor ki, gerçek dünyadan bihaber, yeryüzü gerçekliğinden kopmuş ve gerçeklikle ilişkilerini neredeyse tamamen kopartmış durumdalar. Onlara karşı başkaldırı ve direnmek, yazarlara göre kaçınılmaz bir zorunluluk olmanın yanı sıra, entelektüel sorumluluğun gereği de. Özellikle, geleceği elinden alınmış genç nesillere ve hatta henüz doğmamış kuşaklara karşı boynumuzun borcu!

Genç kuşaktan söz etmişken, günümüz gençlerinin, dünyanın yakın tarihte gördüğü en büyük zulüm çarkı olan Nazizm ve Faşizmin nasıl birşey olduğu hakkında yeterince sağlam bir fikre sahip oldukları pek söylenemez doğrusu. Hele tarih ders kitapları 1923’ün ötesine pek geçmeyen Türkiye’deki tedrisattan gelip geçen kuşaklar için bu, büsbütün böyle. Hessel ve Morin ise Nazizmin o korkunç kan ve ateş çemberinden geçmiş, faşizmin o en katıksız, en zalim halini bizzat görmüş oldukları gibi, bunu bile bile kendi iradeleri ile onu göğüslemeyi de seçmiş iki direnişçi. Sözleriyle eylemleri birbiriyle tam tutarlık gösteren bu iki direnişçi bugün faşizmin o çirkin başını tekrar kaldırma potansiyeline sahip olduklarını söylüyorlar ve insanları “büyük bir vicdan isyanı”na teşvik ediyorlarsa, uyarılarına iyi kulak vermek gerekir.

Stéphane Hessel ile Edgar Morin hepimizi, solu geleneksel olarak beslemiş dört temel kaynağa yaslanan bir “yeniden doğuş” hareketine tez zamanda katılmaya çağırıyor:  Bireylerin özgürlüğüne odaklanan liberteryanizme, toplumun iyileştirilmesine odaklanan sosyalizme, toplumun ortaklaşmaya dayanan kardeşliğine odaklanan komünizme ve bir de, “toprak anamızla ilişkimizi ve karşılıklı bağımlılığımızı sağlayan ve Güneşimizde bütün canlı enerjilerin kaynağını bulan ekolojik kaynağa”. (s.84-85)

Tez zamanda. Evet, zaman hayli daralmış, düşman da her zamankinden daha güçlü gözüküyor, doğru. Ama bu bizi asla umutsuzluğa sevketmemeli. Çünkü, Hessel’le Morin, Umut Yolu ile bizi büyük bir mücadeleye, belki de gelmiş geçmiş en büyük mücadeleye çağırıyor. Ve eğer mücadele varsa, umut da vardır –  daima!


Ömer Madra

Açık Radyo yayın yönetmeni,
Yazar, yayıncı ve çevre aktivisti

4 Kasım 2012