7 Eylül 2013 Cumartesi

Savaş ve Barış


1995 Haziran’ında Boğaziçi’nde denize nazır eski bir yalıdan bozma eğlence mekânında Açık Radyo’nun kuruluşunu cümle âleme duyurmak için verdiğimiz “parti”de Manifesto’muzu da davetlilere ve basına dağıtmıştık. “Radyo ne işe yarar?” diye soruyorduk o metinde. Sözüm ona safça görünen ama aslında cevabını bildiğimiz – daha doğrusu bildiğmizi sandığımız – kibirli ve ukalaca bir soruydu.

O soruyu sorduğumuzdan tam tamına bir sene önce, çok uzaklarda bir yerde çağdaş dünyanın en yeni soykırımı gerçekleşmekteydi. Doğu Afrika’da Allah’ın unuttuğu Ruanda’da 1994 baharı ve yazında 100 gün içinde bir milyon insanı kesmişlerdi. Birleşmiş Milletler’in “barış gücü”nü oluşturan Belçika taburları da oradaydı ama başta o, dünyada hiçbir örgüt ve kişinin kılı kıpırdamamıştı ve hepimiz başlarımızı başka tarafa çevirmiştik. Ruanda’da günde 10 bin kişi esas olarak palalarla doğranarak öldürüldü. Her gün. Saatte 417 kişi. Her saat. Dakikada 7 kişi. Her dakika. Ve bu hadise 3 ayı aşkın bir süre kesintisiz devam etti. Kanlar, dereler halinde aktı. Hepimiz sustuk.

Bu arada, radyonun haber-sohbet-müzik-eğlence vb. yanısıra başka ne işe yarayabileceğini de işte o vesileyle öğrenmiş olduk. Kigali’deki bir radyonun bitmek bilmez ırkçı ve kanlı savaş çığırtkanlıkları, yırtıcı ölüm çığlıkları aylarca sürmüş, bu “fon müziği” eşliğinde kadın-erkek-çoluk-çocuk insanların kökü kurutulmuştu. Hutular’ın Tutsi’leri kestiği bu kırımda, insanın aklında kalan en kan dondurucu sözler “ılımlı Hutu” kelimeleriydi. Bu sıfat tamlaması, soykırıma karşı çıkanların katlinin neden vacip olduğunu anlatıyordu.

Denize nazır yalıda verilen tanıtım partisi ile tamı tamına aynı günlerde Avrupa kıtasında da soykırım vardı. Sürüp giden Bosna savaşında Srebrenitsa kasabasında Republika Srpska birlikleri, Sırbistan içişleriyle birlikte çalışan “Akrepler” adı verilen faşist paramiliter birlikler ve  bir de Rus ve Yunan gönüllüleri, bir gece içinde 8 bin civarında erişkin Boşnak erkeğini erişkinleri, delikanlıları ve oğlan çocukları ile birlikte katletti. Bu katliam, “güvenli cep” ilan edilmiş olan Srebrenitsa’da kendilerine emanet edilmiş Boşnakları katillerine teslim eden BM Hollanda “barış gücü” taburunun (Dutchbat) neredeyse “gözleri önünde” cereyan etti, tıpkı Ruanda’da olduğu gibi. “Emanete hıyanet” kavramının tanımını soracak olan biri varsa, ona bundan âlâ bir örnek göstermek zor olur herhalde.

Susan, göz yuman sadece BM barış gücü askerleri değildi tabii, hepimizdik biraz. Radyo’da yayına geçtikten sonra bir süre her gün Saraybosna Günlüğü programıyla, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa topraklarında görülmüş en büyük kitle katliamı”nı da içeren bu savaşı Boşnakların gözünden ve dilinden aktarmaya çalıştık. Sonra savaş bitti, program da bitti ve herşey unutuldu. Sırbistan Cumhurbaşkanlarından biri uzun yıllar sonra geçmişteki bu “savaş suçları” için özür dilediğinde gene de soykırım kelimesini ağzına almayacaktı.

Açık Radyo’cular olarak biz, daha ilk günden “kucağımızda bulduğumuz” bu soykırım, etnik temizlik ve kitle katliamları ile birlikte başlayan yayın hayat tecrübemizi upuzun 18 yıl boyunca nice savaş, iç savaş, katliam ve yıkımla “besleyerek” bugüne kadar geldik. Yine ilk kuruluş yıllarımızda hemen hemen aynı günlerde cereyan eden korkunç birinci Çeçen savaşını, daha sonra ikincisini, Kosova’yı, Sierra Leone’un, Kongo’nun kanlı elmaslarını, kesilen kollarla bacakları, çocuk askerler dehşetini, tecavüzleri, Darfur soykırımını, Liberya’nın birinci ve ikinci iç savaşlarını, Sri Lanka iç savaşlarını ve soykırımlarını, canlı yayında izlediğimiz 11 Eylül’ü, Afganistan’ın vurulmasını, Irak’ın binbir yalan dolanla istila ve işgal edilişini, ülke tüm dokusunun lif lif dağılmasını, İsrail’in Lübnan’a ve işgal altındaki Filistin topraklarına saldırılarını, Pakistan’ın, Yemen’in durmadan ve yeniden havadan vurulup durmasını, sonra Libya’daki iç çatışmayı, sonra Libya’nın vurulmasını ve daha sayısını ve adlarını bile artık hatırlamakta zorluk çektiğimiz nicelerini adeta içimiz çıkarcasına izledik ve bunların hem olgularını, hem de tahlil ve yorumlarını elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce dinleyicilerimizle paylaştık. Kimilerinde dıştan müdahalenin – asla ahlakî olmamakla birlikte –  insanî açıdan belki “daha az gayri ahlakî” olduğunu düşündük, “kabul edilebilirliğini” tartıştık...

Tarihçi Will Durant, insanlığın binlerce yıllık tarihinde, yeryüzünün bir yerlerinde savaşın olmadığı yılların parmakla sayılabilecek kadar az olduğunu söylüyor. Tam da bunun doğrulamasını yapmak için çalışıyormuşuz gibi bir hal var ortalıkta. İşte şu bülten metninin yazıldığı sıralarda korkunç bir yeni savaşın eşiğinde bulunmaktayız. Birçok belirsizlik bulunmakla birlikte, yakın geleceğin hiç de umut vaad etmediği söylenebilir. Komşumuz Suriye, Dante’nin cehenneminin iç halkasına çok yakın bir yerde duruyor.

Rakamlar şöyle: Birleşmiş Milletler’in son açıklamalarına göre 2,5 yıllık iç savaşın sonucunda ülkeden kaçan mültecilerin sayısı 2 milyonu aştı. Suriye’den akın akın kaçan çocukların, kadınların ve erkeklerin sayısı sadece son 1 yıl içinde 10 katına çıktı! Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu komşu ülkelere günde 5 bin kişi sığınıyor. Her gün! Saatte 200’ün üzerinde insan. Her saat.

1994’teki Ruanda soykırım felaketinden sonraki en büyük mülteci krizi yaşanıyor. Kaçan 2 milyonun yarısı, kendi nüfusu 4 milyon olan Lübnan’a sığınmış durumda. Ürdün’de yarım milyon, Türkiye’de de – nihayet geçenlerde son anda yapılan resmî açıklamaya göre – bir o kadar, Irak’ta da 100 bin. 2011’de çatışmaların başlamasından bu yana hayatını kaybeden insanların sayısı 100 bini aştı. 7 binden fazla çocuk öldü! Üstüne üstlük, insanlığın hâlen iskân edilen en eski kenti olan Halep gibi kentler olduğu gibi yıkıldı, binlerce yıllık kültür mirası camiler yerlebir edildi, altyapı diye birşey ve taş üstünde taş kalmadı. 2 milyon mülteci, sadece sınırın dışındakilerin sayısı. Ülke içinde yerinden yurdundan olanların sayısını ise tam bilen kimse yok; ama 7 milyon kişiye yakın oldukları tahmin ediliyor. Yani, toplam ülke nüfusunun yaklaşık yarısının aç ve açıkta olduğu söylenebilir! Sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel açılardan muazzam bir yıkımdan, mutlak bir kaostan bahsediyoruz.

Dahası, Oxfam yardım kuruluşu yetkililerinin açıklamasına göre bu, buzdağının ucu, yani görünen kısmı. Ülke içinde yersiz yurtsuz dolaşan bu 6-7 milyonluk kitlenin büyük çoğunluğuna yiyecek, giyecek, barınak, sağlık gibi herhangi bir hizmet ve/ya yardım götürülemiyor, çünkü onlar zaten cehennemî çatışmanın tam ortasında kalmış durumdalar. Sadece yüzde 5’inin barınağa benzer “makûl” koşullarda yaşadığı, geri kalan yüzde 95’inse çadırlarda, yollarda ya da yıkılmış binaların enkazı arasında hiçbir altyapı hizmeti almadan yaşamaya çalıştığı tahmin ediliyor. Ülkede sağlık sistemi çöküş halinde. Eğitim sistemini ise –  unutalım gitsin: Çocukların yüzde 50’si, yani resmen yarısı okul yüzü bile görmüyor! Bu çocukların bir daha ömür boyu okula gitme şansı bulmaları çok küçük bir ihtimal. Gidenlerin bu şansı daha ne kadar sürdürecekleri de meçhul. Tabii, gerek yurt dışına sığınmış, gerekse de ülke içinde yerinden olmuş insanların bir daha kentlerine, kasabalarına, köylerine ya da evlerine dönebileceklerini düşünmek için de sebep yok elimizde. Çünkü, başta Filistin halkı olmak üzere dünyada bunu başarabilmiş olanların örneğine pek rastlanmıyor en azından yakın tarihte. (Democracy Now!.org, 4 Eylül 2013)

İşte böyle bir facia ortamı üzerine şimdi, bir ABD roket saldırısı bekleniyor. Özetlersek: Nobel Barış Ödülü sahibi, parlak bir anayasa hukukçusu olduğu bilinen Başkan’ın uluslararası hukukta kuvvet kullanılmasına izin verebilecek yegâne kuruluş olan BM’yi, BM Antlaşmasını, ABD Anayasası’nı ve Amerikan halkının tüm anketlerde açıkça ortaya çıkan savaş ve müdahale karşıtı taleplerini tümüyle hiçe sayarak girişeceği bir saldırı var. Noam Chomsky’nin de geçenlerde söylediği bu: Mevcut uluslararası toplumun hukuku, bir ülke liderinin kendisine dünya polisliği veya jandarmalığı atfederek, BM onayı alınmaksızın girişeceği bir saldırıyı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi liderlerinin yargılanıp cezalandırıldığı uluslararası Nürnberg Mahkemesinin va’zettiği kurallara göre, ciddi bir “savaş suçu” olarak niteliyor. Savaş suçu işleyenlerin cezasının da, Nürnberg mahkemesinin biçtiği cezalardan farklı olması düşünülemez.

Tıpkı Irak’ta olduğu gibi tereyağından kıl çeker gibi, sınırlı süreli bir “cerrahi operasyon” yapılacağı belirtiliyor ABD liderleri tarafından. Neşteri atıver, iş bitsin! Türkiye’deki siyasi liderler de böyle bir operasyonu yapacak her türlü gönüllüler koalisyonu içinde yer alacağını belirttiler.

2003’teki Irak “operasyonu” için de aynen böyle denmişti; ama öyle olmadı. Milyona yakın ölü, yaralı ve sakat veren, kimi dulları kendilerini satarak ancak hayatta kalabilen Irak toplumu tamamen dağıldı, mezhep ve din çatışmaları ülkeyi paramparça etti, “sınırlı operasyon”un üzerinden 10 küsur yıl geçtikten sonra şimdilerde her gün onlarca kişi korkunç patlamalarda, suikast ve saldırılarda hayatını kaybediyor.

Dünya tarihinde hiçbir saldırıda olmadığı gibi, Suriye’de de olmayacak. ABD’nin deneyimli diplomatlarından emekli albay Ann Wright’ın serinkanlı analizine göre böyle bir saldırının muhtemel sonuçları arasında özetle şunlar var: Suriye uçaksavarları ABD füzelerine kendi roketlerini atacaklar, birçok Suriyeli sivil kadın-erkek ve çocuk ölecek ve her iki taraf da bu ölümlerden öteki tarafı sorumlu tutacak, Şam’da ve bölgede ABD’nin ve onun “koalisyon ortağı” olan Türkiye gibi ülkelerin büyükelçilikleri ve kimi işyerleri yakılıp yıkılacak, Suriye belki bölgedeki ABD müttefiklerine, İsrail’e ve belki Türkiye’ye roketler atacak, İsrail bunlara karşılık verecek ve belki Suriye’nin en yakın müttefiki İran’a da roketlerle saldıracak, İran da buna karşılık belki hem İsrail’e, hem de ABD’nin Türkiye, Afganistan, Bahreyn ve Katar’daki üslerine roketle misilleme yapacak, ayrıca Hürmüz Boğaz’ını ablukaya alıp Basra Körfezi’nden petrol naklini engelleyebilir... (Common Dreams.org, 31 Ağustos 2013)

Uğursuz savaş rüzgârlarının alabildiğinde uğultulu biçimde estiği olağanüstü günlerde dahi olağanüstü toplanmamış olan TBMM’nin ve “başkomutan” sıfatını taşıyan Cumhurbaşkanı’nın görüşlerinin bilinmediği, ayrıca kamuoyu yoklamalarının yokluğunda da halkın ne düşündüğünün öğrenilemediği sisli bir ortamda T.C. Başbakanının “ülkemiz böyle bir şeye her an hazırdır... ve her türlü koalisyonun içinde yer almaya hazır olduğumuzu söyledik” demesi, kendisinin uluslararası basında uzun süredir yer alan sayısız risk olasılıklarının farkında ve duruma hakim olduğunu gösteriyor. (Gazeteler)

Ama bu yeterli mi? Siyasal tarih, savaşlarda evdeki hesapların hiçbir zaman çarşıya uymadığını gösteren sayısız örneklerle dolu.

Savaşın gerçek yüzü: Suriyeli bir baba, evlerine isabet eden füze sonucu hayatını kaybeden 2 çocuğundan birine, toprağa verilmeden hemen önce, son kez sarılırken.

Kimse elbette neler olacağını bilemez, ama örneğin ABD’nin en deneyimli diplomat ve analizcilerinden William Polk’un, Suriye ve kendi ülkesi ABD açısından olası tahminlerini şöyle özetleyebiliriz: Suriye, Afganistan’daki gibi büyük parçalara (örneğin Kuzeydoğu’da Kürt bölgesi vb.) ayrılıp bölüneceği gibi, ayrıca Irak’taki gibi mahalle mahalle de bölünecek, Müslümanlar Aleviler ve Hıristiyanlardan öç alma peşinde koşacak, onlar da kendi hayatlarını kurtarmak için kaçışacak. Milyonlarca insan daha yerinden yurdundan olacak. Büyük gıda sıkıntısı ve kıtlık içine girilecek. (Bu arada, Suriye iç savaşını tetikleyen en önemli etkenlerden birinin küresel iklim değişikliğine bağlı büyük kuraklığa ve gıda krizine bağlı ayaklanmaların kaba kuvvetle bastırılması olduğunu da unutmayalım.) Ülke, teroristler, İslamcı radikaller ve uyuşturucu kaçakçıları için bir cennet halini alacak. ABD sınırlı operasyon derken, oraya da asker göndermek zorunda kalacak, birçok ölü ve yaralı askeri personel olacak, devlet bütçesi, Irak ve Afganistan’dan sonra Suriye’de de göçecek; belki birkaç trilyon dolar da oraya gömülecek. (The Atlantic.com, Ağustos 2013)

Uzun süreli, çok pahalı ve belki de kazanılması imkânsız bir yeni savaştan bahsediliyor burada. Peki ama neden? İnsanî, hukuki, askeri, ahlaki, etik ve pratik açılardan, yani hemen hemen her bakımdan saçma, kabul edilemez ve tahripkâr bir durum yaratan, cinayet- intihar-kâbus karışımı bir girişim, herşeye rağmen neden büyük ihtimalle gerçekleşecek? Neden, savaş ve zor kullanmanın asla çözüm getirmediğini, diplomasi, hukuk ve siyasetten başka bir çözüm mekanizmasının geçerli olamayacağını herkes bildiği halde, dünya yüzünde neredeyse kimse istemediği halde yeni bir savaş çıkacak? Ve belki bölgeye, belki onun da ötesine yayılacak, 2013 sonbaharı da muhtemelen hayatımızın en korkunç dönemlerinden birinin başlangıcı olarak tarihe geçecek?

Kimse istemediği halde mi? Tam doğru değil bu ifade. ABD Kongresi’nden Florida Milletvekili Alan Grayson, ibareyi biraz tamamlayarak düzeltiyor: “Bunu isteyen kimse yok” diyor ve ekliyor: “Ordu-endüstri kompleksi hariç.” 
(The Nation.com, 4 Eylül 2013)

Gazeteci ve yazar Chris Hedges de birkaç firma ismiyle detaylandırıyor bunu: “Herşey dönüp dolaşıp aynı yere, bütün o silah ticaretine geliyor. Biz [ABD], gezegen üstündeki en büyük silah ve mühimmat satıcısıyız ve bu işle uğraşanlar da, para kazandıkları sürece başka hiçbir şeyle ilgilenmezler... Afganistan gibi yerlerde sürüp giden çatışmaları ateşleyen şey, Halliburton, Raytheon, Boeing gibi şirketlerin buralardan çıkmaya niyetlerinin olmaması. Asla çıkmak gibi bir niyetleri yok. Kaç Amerikalı ölmüş, kaç Afgan ölmüş, umurlarında bile değil. Afganistan’da, bölgede neler olup bittiği umurlarında değil. Halliburton gibilerin hisse senetleri fiyatlarına bakın, anlarsınız. 11 Eylül’den bu yana hepsinin hisse senedi fiyatları dörde katlandı. İşte bütün bunların ardındaki görünmeyen motor da budur. [Obama gibi siyasi liderlerin üzerine] Büyük baskı yapıyorlar.”
(The Real News Network/Truth-out.org, 1 Eylül 2013)

Türkiye, en yetkili siyasi kişisi olan Başbakan’ın ağzından her şeye tamamen hazır olduğunu ilan ediyor, iktidara yakın yeni yerleşik medya da ahenkli bir koro halinde, gayet eril, milliyetçi tonları ağır basan ağır savaş propagandası yapıyor durmadan. İnsan, yukarıda aktarmaya çalıştığımız, radyoda da günler boyu konuşup durduğumuz bütün bu istatistiksel verileri, binbir türlü insanlık durumunu, haddi hesabı olmayan siyasi-sosyal-ekonomik analizi ve tabii derin vicdanî kaygıyı gerek siyasi liderlerin, gerekse önde gelen medyanın seçkin gazeteci ve yazarlarının da hissettiğini, onların da aynı biçimde hassas, dürüst ve içten davrandığını düşünmek istiyor.

Yoksa çünkü, “ülkece her an herşeye hazırız” dendikten sonra, gelecek sene bu vakitler Açık Radyo’nun 19. yayın yılında haber programlarında komşu Suriye’de belki 100 bin, belki 300 bin yeni ölüden, Türkiye içlerine yerleştirilmek zorunda kalınan 1 milyon yeni sığınmacıdan, dört bir yanda yükselen etnik gerginlikten ve bunların yol açtığı şiddetli çatışmalardan, patlamalardan, çatlamalardan, açlıktan, susuzluktan, kıtlıktan söz ediyor olabiliriz. Böyle programları gönül rahatlığıyla dinlemek isteyecek kimse var mıdır? Hiç sanmayız.