28 Şubat 2011 Pazartesi

Devrim Yılının İkinci Ayı Biterken

Gerçekten de bütün dünya bir sahne. Ama, sanki bu sıralar, geleneksel Japon sanatı olan Kabuki tiyatrosunun bir sahnesi gibi. Şöyle: Baş oyunculardan biri, oyunda canlandıracağı karakterin altını çizmek için “resim gibi” poz veriyor: İki yumruk havada. Tam bu noktada, seyirci üzerindeki etkiyi daha da artırmak için yüksek sesle oyuncunun adı bağırılıyor: “Halk onu seviyor!” Oyuncunun yüzündeki hatları sonsuza kadar donduran botoks makyajı da canlandırılan karakterin karakter özelliklerini göstermek üzere acayip abartılı: yerine göre müşfik ve babacan, yerine göre de kahhar, mahvedici.

Paranoyak Albay rolündeki Kabuki oyuncusu Trablus’ta Yeşil Meydan’da sevecenlikle bağırır: “Haydi gençler, sokaklarda, meydanlarda rahat olun. Sabaha kadar sokaklarda kalın. Dans edin, şarkı söyleyin, mutlu olun!.. ” Sonra, apansız, ton değişir: “Ama yüksek biçimde mücadelenize devam edin (...) Gerekirse tüm silah depoları açılır. Yeşil bayrak göklerde olduğu sürece onurlu bir hayatımız olur.” (NTVMSNBC)

Gidişat da Kabuki tiyatrosundaki günboyu süren oyunlar gibi. 5 Perdelik bir oyun bu. Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da ve başka pek çok yerde. Şöyle oluyor: Birinci perdede kutlu, coşkulu ve yavaş bir açılış: Başlıca karakterleri tanıyor, konuyu öğreniyoruz. Başrolde halk var: Sıradan insanlar, özellikle de gençler. Onyıllardır tepelerine binerek onları ezip boğmuş ejderha ve canavar makûlesine “defol git!” diyorlar bir ağızdan. “İstemiyoruz sizi.” Ondan sonraki üç perdede olaylar hızlanıyor: Canavarlar ilk olarak toplumun haberleşme şebekelerini suçluyor, ardından komplocu dış mihraklara ver yansın ediyor, sonra da herkesi öldürüp yemeye çalışıyor;  yabancı oyuncular bu arada herkese “itidal” tavsiye ediyor. Üçüncü perdede mutlaka bir büyük dram ya da trajedi yaşanıyor, dördüncü perdede de hemen her zaman bir savaş oluyor. Son perde ise daima çok kısa: Hızlı ve tatmin edici bir sonuca ulaştırıyor seyirciyi: Devrim oluyor, zorba ve uşakları devriliyor, toplum için umutlu günler başlıyor: yeni bir başlangıç.

Bu satırlar yazıldığı sırada Libya zorbası, çocukları, paralı askerleri ve kiralık haydutları ile, ayaklanan halka karşı, Trablus’ta sonu olmayan (ve fakat maalesef muhtemelen çok kanlı) son bir cephe muharebesine hazırlanırlarken, Kabuki oyununun dördüncü perdesinde olduğumuzu kestirmek pekâlâ mümkündü. Ondan sonraki perde çok kısa ve kesin olacak.

Obama, “halkına ateş açan bir yönetim artık meşruiyetini yitirmiş demektir ve gitmelidir” gibilerinden demokratik tınılı büyük bir laf etti sonunda, ama hem çok geç, hem de daha önemlisi, yanlış ve eksikti: Birincisi, kendi halkı filan yoktu diktatörün; diktatörlerin halkları olmaz. İkincisi, darbeci zorbanın daha en başından beri meşruiyeti yoktu; darbecilerin meşruiyeti kendinden menkuldür; sadece onunla silah ve enerji çıkarları açısından derin bağları olan riyakâr ve çıkarcı batı yönetimlerinin nezdinde varolan (yalancı) bir meşruiyetten söz ediyor olabiliriz olsa olsa.

Ama başa dönersek, Shakespeare’in “Küre” tiyatrosunun kubbesinde çınlayan o metafor daha gerçek: Bütün yerküre bir devrim sahnesi oluyor artık: İnanılması güç belki, ama birdenbire devrim her yerde! İsyan ve başkaldırıların yerine göre farklı evreleri var sadece ve bu da normal sayılmalı.

“Oryantalizmin bize öğrettiği şekliyle o uysal, yumuşak başlı, yenilik düşmanı, yalaka Araplar, birdenbire özgürlük, kurtuluş ve haysiyet savaşçılarına dönüştürdüler kendilerini…” diyor Ortadoğu’nun deneyimli muhabiri Robert Fisk. “Tektonik levhalar yer değiştiriyor ve ortaya trajik, cesur –hatta kimi zaman kara mizahla dolu– sonuçlar çıkıyor… Ortadoğu’da zaten her zaman demokrasi istediğini iddia eden Arap hükümdarlarının haddi hesabı yok […] Suriye’de devlet memurlarının ücretleri artılıyor, Cezayir’de 19 yıllık OHAL bir gecede kaldırılıyor, Bahreyn’de hapishaneler boşaltılıyor, Sudan’da Beşir bir daha başkanlığa aday olmayacağını açıklıyor, Ürdün kralı Abdullah anayasal monarşi fikrini incelemeye başlıyor…” (Independent)

Sadece bir hafta sonunda dünya şöylesine ayaklanmalarla sarsılmaktaydı: Irak’ta “gazap günü”nde kapatılan yollarda 20 kilometre yürüyerek Tahrir meydanında ve başka şehirlerde iş, elektrik, temiz su, doğru dürüst emeklilik maaşı ve sağlık hizmeti isteyen insanlardan 19’u üstlerine ateş açılarak öldürüldü. Göstericiler arasındaki Selma adlı kadın elindeki (günde 12 TL’ye tekabül eden) 1000 dinarlık maaş çekini sallayarak, “Başbakan Maliki’nin vicdanı bunu kabul ediyor mu, bilmek isterim!” diye bağırıyordu. (Washington Post). Meclis Başkanı, yükselen protesto dalgası karşısında, 3 ay içinde yeni seçim kararı alınacağını açıkladı. (El Cezire)

Daha önce böyle şeylere pek sahne olmayan Umman’da kadınların da aralarında bulunduğu, hatta başı çektiği göstericilerin üzerine Sultan Kâbus’un polisleri kâbus gibi çöktü ve en az 2 kişiyi “plastik mermi”lerle öldürdü. Sonra da kabine değişikliği, öğrenci harçlıklarının artırılması gibi sosyal reformlar yapılacağı ilan edildi. (El Cezire)

Irak’ta Kürdistan’da Süleymaniye’de başlayıp tüm Soran bölgesinde devam gösterilerde 8. güne girilirken en az 5 kişi ateşli silahlarla öldürüldü, 200 kişi yaralandı. Barzani ve KDP karşıtı gösterilerde yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik, anti-demokratik uygulamalar, ölümlerin hesabının sorulması, cinayetler için özür dilenmesi gibi talepler vardı. (ANF). Tunus’ta devrik diktatörün adamı Gannuşi’ye karşı gösterilerin dinmemesi üzerine “geçiş dönemi” başbakanı istifa etmek zorunda kaldı. (NTVMSNBC)

Mısır’da Tahrir meydanındaki yeni gösterileri cop ve elektrikli taser aletleriyle dağıtan polis, göstericileri yıldıramayınca sonradan özür diledi. (El Cezire). Yeni Anayasa’nın bir ay içinde referanduma sunulacağı da aynı sıralarda ilan edildi. (Reuters/aa) Fas’taki göstericiler, “özgür ve tüm vatandaşları için eşit bir Fas istiyorum” diye sokaktaydı. (El Cezire).

Kuzey Afrika yangını, Kara Afrika’nın çürümüş yönetimlerine de sıçramakta gecikmemişti tabii: Ciddi gösteri ve ayaklanmaların gözlendiği ülkeler arasında Moritanya, Senegal, Gabon, Kamerun, Benin ve Zimbabwe de vardı. [Bu sonuncu ülkede, Mısır’la dayanışma gösterisine girenlerin terorist sayılacağı da ilan edilmekteydi.] (Independent/aa).

İran’da, Mısır’ın isyancılarını desteklediğini söyleyen Cumhurbaşkanının polisleri, 3 kişinin öldürüldüğü gösterilerden sonra ev hapsinde tutulan kendi ülkelerindeki muhalefet liderlerini gizlice başka yere naklettiler. (AP/aa)

Yemen’de 2 güçlü kabile diktatörü terkedip isyancıların safına geçti. (El Cezire)

Asya’da ayaklanma bir tayfun gibiydi: Hindistan’da kadınların başını çektiği 50 bin kişilik müthiş bir gövde gösterisi bu koca ülkenin hükümetinde ciddi endişelere yol açtı. Kadınlar, bir yanda yiyecekler çürürken öbür tarafta yiyecek fiyatlarının zamlanmasını kabul etmeyeceklerini söylediler. (El Cezire)

Çin’de, birincisinin sertçe bastırılmasından bir hafta sonra ikinci “Yasemin devrimi” çağrısı yapıldı. Çinli Komünist yetkililer “bizde Tunus ve Mısır’daki gibi iç huzursuzluklar yaşanmaz, bu tamamen gerçek dışı!” dediler. Önde gelen bir düşünce kuruluşu, bu ülkede her yıl 90 bin kitle eylemi olduğunu belirtti. (BBC)

Derken ayaklanma humması, bu güne kadar hiç aklımıza bile gelmeyecek yerlere de, mesela Vietnam’a yayıldı. Komünist hükümet  hızla bastırmaya çalışsa da, işler eskisi kadar kolay olmayacaktı anlaşılan. (El Cezire)

Gene pek akla gelmeyecek yerlerden Kuzey Kore’de, Sevgili Lider’e rağmen, insanlar, açlıktan ot ve ağaç kabuğu yemeye başlayınca, birçok yerde dünyanın en kapalı rejimine başkaldırdı. (BBC)

Avrupa’da Hırvatistan’da başkent Zagreb yüksek işsizlik, yolsuzluk vb. sebepleriyle hükümet aleyhindeki gösterilerde polisle şiddetli çatışmalara sahne oldu. (El Cezire).
Oradan ABD’ye. Mısır’lı devrimcilerin dayanışma gösterilerinden derinlemesine etkilenen sendikacılar, memurlar, öğrenciler, veliler, itfaiyeciler ve bilumum ayaklanmacılar Wisconsin’de yeni sağcı valiye kan kusturmak üzere eyalet tarihinin en büyük gösterisine giriştiler. 125 bin kişi yürüdü, eyalet hükümet binasını işgal etti ve onları çıkarmakla görevli polisin de onlara katılması gibi ilginç olaylar yaşandı. (Commondreams.org, Reuters, Nation)

Avrupa’dan Amerika’ya güçlü bir akış daha görüldü ayrıca: Britanya’nın en hızlı büyüyen ve vergi kaçıran büyük şirketlerin başının belası haline gelen doğrudan eylem grubu UK Uncut, Amerikalılara da esin kaynağı oldu: New York’tan Hawai’ye 50 şehirde kemer sıkma politikalarına ve şirketlerin vergi kaçırmasına karşı gösterilere girişildi. (Guardian)

Yerküre Sahnesi’nde “Devrim Yılı”nın ikinci ayı işte böyle geçti.



28 Şubat 2011  


25 Şubat 2011 Cuma

Cep harçlığı

Maaşlara zam, ayrıca gıda yardımı, bir de harçlık. Libya’da Kaddafi yönetiminin son hamlesi bu “reform” vaadi. Aslında, psikopat albayın diktatörlüğünün can vermekte olduğunun bundan daha sağlam kanıtını bulmak zor olurdu herhalde. İnanmak güç ama, Bin Ali ve Mubarek rejimlerinin “son sözleri” de tastamam bunlar olmuştu. (Hanna Arendt’i neredeyse her gün anmamak zor: Kötülüğün banalliği: bunun haddi hududu yok belli ki.) Şizoid albayın hükümeti, belki bir de, Batı’dan satın aldığı keskin nişancı kurşunları, tank paletleri, uçak roketleriyle filan yok ettiği genç evlatları için hayrına yâsin okutmayı da vaadedebilirdi. Libya ahalisinden bir kişi bile bunları yemeyecektir; bunu görmek için allame olmaya lüzum yoktu. Tobruk’lu isyancı delikanlı bunu cep harçlığı için yapmıyordu:
“Bu insanlar sadece hürriyetlerine kavuşmak istiyorlar. Sadece su istiyoruz. Sadece elektrik… Okula gitmek istiyoruz. Normal bir hayat yaşamak istiyoruz yalnızca. Şu koca dünyada herkesin yaşadığı gibi normal bir hayat. Hepsi bu...” (Democracy Now, 24 Şubat 2011, http://www.democracynow.org/ )
Sokaklarda duvarlar baştan başa graffitiyle dolu: “Hür Yeni Libya’ya Hoş Geldiniz!”
Yani, dedik ya, cin şişeden çıktı artık. Şizoid Albay cincilerin şahı olsa ve dahi cincilerin alayı gelse, onu yeniden şişeye sokamaz bir daha.
2011 Devrim yılı oldu. Oluyor. Tarihçi ve gazeteci Andy Worthington da bu yıl “Terörle Savaş”ın yerini “Tiranlarla Savaş” aldı diyor. 
Yani 2000’ler “Terörle Savaş” çağı idi: Afganistan’a ve Irak’a haksız ve illegal savaşlar, ABD’nin zalim diktatör müttefikleriyle özellikle Ortadoğu’da ama pek çok yerde de gizli küresel işkencehaneler ağı kurup işlettiği korkunç bir dönemdi.
Ama şimdi birden tablo değişti: 2010 sonunda tek bir adam, Muhammed Buazizi kendini yakan kibriti çaktı ve çakış o çakış: Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen, Kuveyt, Cezayir, Fas, Umman, İran, Kürdistan (Irak), hatta Suriye, hatta hatta Suudi Arabistan … böyle gidiyor işte. İlk ikiden sonra gelenlerin hepsinin başındakiler israrla biz Tunus’a, Mısır’a benzemeyiz diyorlar ve fena halde benziyorlar işin kötüsü.
Dahası, Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın devrimci coşkusu, Batı’daki halk ayaklanmalarına da yeni bir esin kaynağı oldu. Britanya’da ve şimdi ABD’de Vergi kaçıran şirketlere karşı doğrudan eylemlerle parlayan Uncut hareketi fırtınalar estiriyor. Wisconsin’de başlayan devlet memurları ve sendikaları hareketi, öğrencileri ve velileri de içine alıp bir çığ halini aldı ve eyalet hükümet binasının işgaline gitti.
Dünya Kaynaklarını Paylaşalım (Share The World’s Resources) adlı kuruluşun yönetici ve editörlerinden ikisi, Adam Parsons ve Rajesh Makwana Arap dünyasındaki isyancı ve devrimcilerle Avrupa’daki sözümona kemer sıkma politikalarına karşı başkaldıran devrimciler ve güneyin yoksul ülkelerinde yoksulluğun sona erdirilmesi için büyük bir mücadele veren milyonlarca insan arasında sayısız ortak nokta bulunduğunu belirtiyorlar.
Vardıkları sonuç: Yeryüzünde insanların önceliklerinin artık ve nihayet köklü bir biçimde değiştirilip yeniden sıralanması için gittikçe yükselen güçlü bir haykırışın uğultusu duyuluyor halklardan. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde özellikle gençlerin öncülüğünde sosyal paylaşım sitelerinin ve sorumlu medyanın ateşlemesi ve orta sınıfların da geniş çapta desteği ile büyük bir kalkışma var. Tarihte belki de eşine rastlanmamış bir iyiniyet, neş’e, coşku ve dayanışma ruhu ile sokağa dökülen bu milyonlarca cesur insan, sözümona liderlerinin –insana asırlar gibi gelen– onyıllar boyunca istiflediği, cebellezi ettiği kaynakların ilk kez âdil bir şekilde paylaşımı yolundaki demokratik taleplerini büyük bir kararlılıkla dile getiriyorlar.
Aynı anda, başta Avrupa’da olmak üzere üç kıtada insanlar kurtarılan suçlu bankerlerin ve finansçıların verdiği yıkımı gidermek için hükûmetlerinin giriştiği sözümona kemer sıkma politikalarına karşı, ve adam gibi müterakki vergi politikalarına, yoksul ülkelerde borçların iptaline gidilmesi için güçlü bir çağrıda bulunuyorlar. Bunlar da servet ve kaynakların yeniden dağıtılması ve siyasi gücün yeniden yapılandırılması için önemli bir değişim umudu yaratıyor. (A Global Call for Sharing and Justice”, agy.)

Mesele “cep harçlığı” değil yani.

24 Şubat 2011 Perşembe

Varan 3 ?

El Cezire’nin Latin Amerika muhabirlerinden Dima Khatib, gazetecilikten bağımsız olarak sıkı bir twitter’cı olarak Mısır’daki başarılı devrimci ayaklanmayı baştan izleyip yansıtan genç bir kadın. 11 Şubat tweet’inde bir kehanette bulunmuştu. Arap diktatörlerinin “3 nutuk karabüyüsünün lanetiyle ilenmiş" olduğunu söylüyordu. Gerçekten de önce Tunus’ta Ben Ali, ardından Mısır’da Mubarek, üçüncü nutuklarını irad ettikten hemen sonra tarihin çöp tenekesine tangır tungur postalandılar. Dima Khatib, tüm diktatörlerin üçüncü konuşmasını izlemek üzere “şimdi ve burada” durumunda olacağını söylemişti. (Bkz: @Dima_Khatib Dima Khatib أنا ديمة I think Arab dictators are cursed by the 3 speech-spell !!!!!! :) And I will be there to tweet all 3 speeches of all of them #jan25 #arab)

Libya’daki Şizoid Katil Albay da şu satırların yazıldığı sırada üçüncü ve –bizce son!– “halka sesleniş” konuşmasını yaptı. Ne dediği önemli değildi. (Her şeyin başının altında El Kaide vardı filan). Üçüncü Konuşma’nın laneti önemliydi. Dima’yı hatırladık ve heyecanlandık…

Libya’nın dışında yeryüzünde belki de ayaklanma beklenecek son iki ülke Kuzey Kore ile Suudi Arabistan’dan haberler: Ulu Önder’in doğum gününden iki gün önce 3 kentte gösterilerde protestocular, “yaşayamıyoruz, bize ışık verin, bize pirinç verin” sloganları attılar… Suudilerin cephesinde ise 86 yaşındaki gaddar ve kleptokrat Wahhabi diktatörün, milyarlarca dolarlık “rüşvet” vaadine rağmen, 11 Mart’ta “gazap günü” yapılacağı açıklandı. Sevgili Lider Kim Jong-il’den ve mukaddes toprakların kralı Abdullah’tan “varan bir” nutuklarının gelmesini bekliyoruz artık.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çık elimden mel'un leke... Arabistan'ın bütün ıtırları, temizleyemez şu ufacık eli!



Albayın bir önceki tv gösterisi oyun, dekor, kostüm ve sahnelenme süresi gibi unsurları itibariyle absürd tiyatronun en son ve parlak örneği sayılabilirdi. O kadar ki, Beckett, Genet ya da Ionesco'yu hasetten oracıkta çatlatabilirdi.  Bunu böylece yazdık zaten. Lakin, ikinci gösteriyi tariften âciziz: Ancak Sofokles ya da –belki daha iyisi– Shakespeare, bu tragedyanın tüm boyutlarıyla başedebilecek dehâya sahip olabilirdi.
ALBAY: [Tepeden inerek girer]:
Libya’nın hakikatini, şeytanın uşağı, uyuşturulmuş karafatmalar, orada burada dolaşan sıçanlar değil, [kendisine 3. şahıs olarak hitap etmektedir] Kaddafi temsil eder. Kaddafi başkan olsaydı istifa ederdi, ama o başkan değil ki; devrimin lideri…”
[Bir saat onbeş dakikalık tiraddan sonra, elini, omzunu üniformalı küçük oğluna öptürür ve yumruğunu göklere sallayarak sağdan çıkar.]

Bu gerçekten inanılmaz tiradda gerçek dünya ile ilişkisi hemen hemen sıfıra inmiş olduğu görülen adam, kendisine Zaim –guru lider– ya da “Afrika’nın krallar kralı” diyen, bir ruh hastasıydı ve El Cezire’nin baş siyaset analisti Marwan Bishara’nın dediği gibi, gerçekleri tehlikeli şekilde inkâr eden adamın bu durumu “heyhat çok uzun bir zamandır” devam etmekteydi.
Ve yine heyhat, dünyanın kendine lider diyen çıkarcı siyasetçilerinin tamamına yakını da gerçeklikten tamamen kopmuş bu yaratığın kanlı elini öpmekten, o elden ödüller almaktan çekinmiyordu. Çünkü onlar da öbür uçta, kâr ve çıkar dünyasının hiper gerçekliğinde kulaç atmaktaydılar.
Albay, tiradının bir yerinde daha kan dökmeye başlamadığını söyledi ki, işte bu gerçekten inanılmazdı, çünkü tam bu konuşmanın yapıldığı sırada biçilmiş, delik deşik edilmiş,  bacaklardan kopmuş beden görüntüleri ele geçmekte, milislerin ve yabancı paralı askerlerin elinde katledilmiş olan insanların sayısı 500 olarak verilmekteydi. Evleri tek tek insanlardan temizleyeceğini, isyancı fareleri idam edeceğini, ayrıca ülkeyi yakacağını söyleyen Albayın henüz kan banyosuna başlamamış hali buydu yani. Arabistanlı Bedevi albayın Ukraynalı “karısı” ne diyordu bu işlere bilinmez, ama İskoç soylusu arkadaş katili Macbeth’in eşinin durumu pek iyi değildi, onu biliyoruz:
            LADY MACBETH: Çık elimden, mel’un leke, çık diyorum sana!
[…]
            Kan kokuyor hâla şurası:
            Arabistan’ın bütün ıtırları
            Temizleyemeyecek şu ufacık eli!
(Shakespeare, Macbeth, Perde V, Sahne 1)

ABD, AB, BM, Arap Birliği, NATO, G-20 ve o çok harfli kısaltmalarıyla temsil edilen diğer bütün modern dünya liderliği susup otururken, Libya’nın bağrından çıkan cesur genç kadınlarla delikanlıların elinde yükselen bir pankartta şunu okuyorduk biz:
“Başkaları ezilirken hiç kimse özgür olamaz.”
Bir başkasında da şunu:
“Bizimle savaşabilirsiniz + Bizden sonraki kuşaklarla da savaşabilirsiniz. Ta ki Libya Özgür Olana Kadar!”

O kadar bekleyeceklerini hiç sanmıyoruz bu gençlerin. Cyrano’dan ufacık bir bozma yapma pahasına (Zaim değil) Zalim Albay’a  hitaben söylersek, “Tiradın sonunda bitiktir işin!...”



22 Şubat 2011 Salı

“Dünya niye sessiz?”

Dünyanın şu günlerde devrimci bir enerjiyle dönüşmesindeki hız başdöndürücü. Libya'nın 42 yıllık kan dökücü diktatörünün 2-3 günlük ömrü kaldığını yazdığımızda, bu inandırıcı gibi gözükmüyordu belki ama, galiba bugün-yarın olacak. Savaş uçaklarıyla havadan, Afrika'dan ve Doğu Avrupa'dan bazı ülkelerden (?) ithal edilmiş paralı askerlerlerin makineli tüfek ateşiyle yerden kendi silahsız halkına karşı giriştiği katliama ve yüzlerce kişiyi biçmesine rağmen, adamın ve avenesinin işinin bittiğini görmemek için ancak Batılı siyasi "lider"lerden biri veya o liderlerin gelişme yolundaki ülkelerdeki takipçilerinden olmak gerekiyor.
Elçileri, BM temsilcileri ve halkını bombalamayı reddeden pilotları adama ve rejime “ihanet edip” halka sadık kaldı.
“Ölüm her yerde” idi. Bir Trablus sâkini El Cezire Televizyonuna katliamı böyle anlattı.
“Dünya niye sessiz?” Bu da, aynı gencin, içlere taş gibi çöken ağır sorusuydu. Haklı bir soru.
Dünyanın kaderini belirlemekte başrol oynama iddiasındaki kerameti kendinden menkul G-20'ye katılan haşmetlû liderlerden olup bitene dair tek laf çıkmadı. AB'nin özellikle İtalya ve Fransa gibi petrol bağımlısı ülkeleri, favori diktatörlerini, kan göllerine rağmen son âna kadar desteklemeyi sürdürdüler.
İnsanlar akıl almaz bir hunharlıkla katlediliyor olmasaydı, insanın bayağı eğlenebileceği bir İonesco oyunu gibiydi ortalık. Berlusconi daha geçen yıl elini öptüğü diktatörü, bu meşgul zamanında rahatsız etmemek için aramadığını insanlara açıklayacak bir arsız-yüzsüz tavrı sergilemekte beis görmüyordu. (Sonradan, tabandan gelen baskı ile şiddet kullanılmasını kınayacaktı.)
Uluslararası toplumu, yani hepimizi temsil eden biricik kuruluş olan BM'nin tavrı da hoştu: Genel Sekreter Ban'ın gözünden hiçbirşey kaçmıyordu: Ülkede şiddetin arttığını tespit etmişti bir kere, ve bundan duyduğu "kaygı"yı, ortalıkta bir operet generali gibi gezinen bol nişanlı, madalyalı Albayın bizzat kendisine iletmişti. Bununla da yetinmeyen cesur BM yetkilisi, Libya'da olanları dikkatle takip ettiklerini, eğer katliam iddiaları doğrulanırsa, bunların uluslararası hukuka aykırı olacağını ve o zaman bunları "şiddetle kınama"yı düşündüğünü de bize açıkladı.
AB'nin dış yetkilisi Ashton ise, günün en önemli keşfini yapmaktaydı belki de: Libya ile bizim (Avrupalılar'ın) komşuluk ilişkimiz var dedi Barones. Bununla herhalde "komşuda pişen bize de düşer" demek istemediğini tahmin etmekteydik.
Libya'daki korkunç katliamın aslında katliamla alakası olmadığı da kısa sürede ortaya çıkacaktı: Libya resmi devlet Televizyonu açıklama yaptı: Katliam olmamıştır dedi.
Kaddafi'nin oğlu da  İtalyanlar ve Türkler mi gelsin istiyorsunuz, iç savaşa izin veremeyiz, belki az reform yaparız diyordu, ama adamın dev ekrandaki görüntüsüne ayakkabı yağıyordu.
Bütün görüntülerin en absürd olanı ise, yine bizzat hunhar dikatörden geldi tabii, beklenebileceği gibi: Ülkeyi terkettiğine dair söylentilere (hatta söylentinin ötesinde bizzat Britanya Dışişleri bakanının dile getirdiği bir rivayetti bu) karşı, ve sabaha karşı, hazret, 20 saniyeliğine televizyona çıkar:

[60’lı yıllardan kalma küçük bir İtalyan otomobil… Arabanın açık ön kapısından Kaddafi sahneye soldan girer: Botokslu suratı ifadesizdir. Elinde bir beyaz şemsiye vardır.]
ALBAY: Memnunum. Çünkü bu akşam Yeşil Meydan’da gençlerin önünde konuşuyordum. Fakat yağmur yağdı. Allah’a şükür bereket yağıyor. Bazıları için şuna açıklık getirmek istiyorum: Trablus’tayım. Venezuela’da değil. Bu kanallara inanmayın. Onlar köpek. Haydi Hoşçakalın…
[Sağdan çıkar ve ekran kararır.]

Günün en kötü üç haberiyle bitirelim:
1)      Bahreyn’deki devrimci ayaklanma yüzünden bu yılın ilk Formula 1 yarışları iptal edildi. Formula 1 patronu, Bahreyn’in –şimdilik hâlâ–  patronu olan veliaht prense, durumu anladığını söyledi ve “n’apalım, canınız sağolsun!” dedi. (Tabii konuşma İngilizceydi, Türkçe’ye halk dilinde adapte ettik.)
2)      Libya’daki kanlı gelişmeler sonrasında İtalya borsası keskin düşüşler gördü.
3)      Gene bu yüzden, Libya’nın hissedarları arasında bulunduğu Juventus futbol kulübünün hisseleri değer kaybetti.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Bozkır Yangını Yayılıyor: Devrimci Dalga-II

1 Şubat'ta “Devrimci Dalga” başlığıyla yayınladığımız yazıdan 10 gün sonra, Tahrir Meydanı’nı terketmeden direnen Mısır halkı, uzun yıllardır süren Mubarek diktatörlüğünü devirdi. Şimdi Ortadoğu’da Bahreyn, Libya ve Yemen’de de halk meydanlarda:


Ayaklanmalar Tunus'la Mısır'dan sonra Bahreyn'i, Libya'yı, Yemen'i, silip süpürüyor. Bahreyn'de demokratik isyancılar, birçok ölü ve yaralı verdikleri çatışmalardan sonra başkent Manama'nın heykelli İnci Meydanı'nı ordu ve polisten geri aldı, rejimin değişmesi için gösteriler sürüyor. Libya'nın doğu yakasındaki ayaklanma paralı ithal katillerin 200 civarında silahsız barışçı protestocuyu katletmesine rağmen bastırılımadı; isyan Batı'da başkente doğru yayılıyor. Kimi gözlemciler, 42 yıllık Kaddafi diktatörlüğünün 2 - 3 günlük ömrü kaldığını söylemekte!

Cezayir'deki yeni dalga kanla ve sertlikle bir günlüğüne şimdilik bastırılırken, Yemen'de diktatörün sonu gittikçe daha yakın görünüyordu. Derken, Fas'tan ayaklanma haberleri ABD'nin Wisconsin eyaletindeki demokratik başkaldırı dalgasının ülkenin başka yerlerinde de tomurcuklanması haberlerine, onlar da Britanya'da gençlerin Barclays bankasına karşı giriştiği protestonun sloganlarına karışıyordu. 20 kısım tekmili birden toplanan G 20 ülkelerinin aile fotoğrafı için poz veren haşmetli devlet insanlarından bu ayaklanmalarla ilgili tek bir yorum çıkmadı ama demokrasi kokusu buram buramdı.
“Herkes Tarih Yapabilir”

Kitlelerin alttan gelen dalgasıyla Mısır halkı 30 yıllık diktatörlüğü devirdi ve yazar Roni Krouzman’ın “Umudun Zaferi” başlıklı yazısında   söylediği gibi, özgürlük, haysiyet ve sahici demokrasi için gerçek bir şansın kapısını ardına kadar açtı. Düşünülmesi, düş kurulması, inanılması bile güçtü, hatta düpedüz “olacak şey değil”di aslında, ama oldu işte.

“Başını dimdik tut, çünkü sen bir Mısırlısın” sloganının uğultusuyla inleyen olağanüstü bir devrim durumuydu Mısır’daki. Bunu en iyi özetleyen sahnelerden biri, olayı “Mısır’da Huzursuzluk” ya da “Mısır Krizde” gibi deli saçması logolarıyla takip etmeye çalışan patetik BBC kameraları karşısında Mona Ali adlı 28 yaşındaki kadının tanıklığı idi. Ömründe Mubarek’ten başka hiç siyasi lider görmediğini belirttikten sonra genç isyancı kadın şöyle devam ediyordu:  “30 gün filan sürer sanıyordum, ama 18 günde olduğunu görmekten çok gururluyum... Şu anda tarih yaptığımı hissediyorum. Kendi kuşağımın tarih yazdığını hissediyorum… Dünyada herkes tarih yapabilir.”

BBC’nin biraz şaşkın, hatta sersemlemiş durumdaki muhabiri ertesi gün ne yapacağını soruyordu Mona’ya. O da, “yarın tatil,” diye cevap veriyordu. “Ama öbür gün gene iş başı. Yapacak tonla iş var. Ülkeyi yeniden kurmak zorundayız.”
BBC: Ya Ordu?
“Seçimleri 6 ay içinde yaptıracaklarına söz verdiler, onlara inanıyoruz.”
BBC: Ya tutmazlarsa sözlerini?
“Sorun değil. Yine doldururuz meydanları, olur biter. Bunun artık geri dönüşü yok.”

Mümkün olanın sahnelenmesi

Mona haklıydı, herkes devrim yapabilirdi, cin şişeden çıkmıştı artık, bir daha oraya tıkılamazdı, ve bu sadece Mısır, sadece Ortadoğu, sadece Arap dünyası için değil, tüm insanlık için müthiş etkileri olabilecek, inanılmaz bir zaferdi. Umudun zaferi. Mısır’da üç haftalık bir zaman dilimi içinde yaşananlardan çıkarılacak hisseyi Krouzman şu satırlarla anlatıyordu:

“Bu olaylar ve –ve onların ardındaki cesur kadınlarla erkekler– canlı olmanın ne d emek olduğu, hayatta sahiden neyin önem taşıdığı ve en önemlisi, felaketler içinde yüzen bir gezegende neyin mümkün olduğu hakkında bize neler öğrettiler, neler: Müslümanlarla Hıristiyanların bir arada yaşayabileceğini ve hatta gezegen üstünde en kaygan zemine sahip bir bölgede birbirine destek olabileceğini, alçak gönüllülüğün, tevazunun ve işbirliği yapmanın gerçekten mümkün olduğunu… onları hiçbir zaman tanıma şansına bile sahip olamayacak insanların dünyanın dörtbir yanından onlara destek vereceğini öğrettiler… Nihayet, güvenliğimizin de baskı yoluyla sağlanamayacağını. Güvenliğin ancak ve ancak adalet ve demokrasiye yaslanarak sağlanabileceğini…” (Krouzman, agy.)

Mısır’daki başkaldırının önümüze açtığı geniş ufuklar konusunda en umutlu değerlendirmelerden biri de, günümüzün yaşayan en saygın gazeteci ve belgesel sinemacılarından John Pilger’dan geldi: Mubarek’in devrilmesinden sadece iki gün önce yazdığı makalesi, Mısır’daki ayaklanma bizim için mümkün olanın sahnelenmesidir” cümlesiyle açılıyor, şöyle devam ediyordu: “Bu başkaldırı, dünya yüzünde halkların yıllardır mücadelesini verdikleri, onların düşüncelerini kontrol altında tutanların ödlerinin koptuğu şeydi.” Dünyanın dört bir yanında halkların bilincinin yükselmekte olduğunu, bu dalganın onları korku ile kontrol altında tutmak için uğraşan emperyal elit liberallerin üzerinden aşıp gittiğini söyleyen Pilger, “Mısır Başkaldırısı Bizim Oralara Geliyor” başlıklı makalesini hayli çarpıcı bir cümleyle noktalıyordu:

“Tahrir Meydanı’nda genç bir Mısırlı kadın, ‘Durmayacağız,’ diyordu. ‘Eve Gitmeyeceğiz.’ Londra’nın ortasında, sivil itaatsizliğe kalkışmakta kararlı 1 milyon kişiyi polis zoruyla zaptetmeye kalkın ve ondan sonra da bunun mümkün olamayacağını sanmaya çalışın bakalım.”

Nasılsınız, iyi misiniz?

Evet, hal böyleyken böyle. Başka bir dünya mümkün diyorduk, ama artık böyle değil. Başka dünya, burada ve şimdi. Şimdi geçin o halde bilgisayar ekranınızın başına, açın Açık radyoyu, açın gözlerinizi ve kulaklarınızı, başlayın bakmaya ve dinlemeye: Bahreyn’e bakın, Yemen’e kulak verin… Sonra Libya’ya, Irak’a, İran’a, Cezayir’e, Fas'a ve Kuveyt'e sonra Güney Afrika’ya, Suriye’ye ve – inanmayacaksınız belki ama– ABD’ye, Wisconsin’e! Pilger haklı çıkıyor: Ayaklanmanın bozkır yangını Amerika Birleşik Devletleri’ne sirayet etti bile! Wisconsin’de öğretmenleri, işçileri, öğrencileri kitleler halinde onbinlerle sokaklara dökülüp: “Biz Wisconsin’iz!” “Sendikamızı Ezdirmeyiz!” diye haykırırken izleyin bir süre.

Sonra tekrar başa dönün isterseniz: Tunus’tan başlayın tabiî, ardından Mısır’a geçin… Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

19 Şubat 2011

Ömer Madra

Devrimci Dalga – Herkese Mubarek Olsun!

Devrimci Dalga– Herkese Mubarek Olsun!

Dünyanın gidişatını izlemek için daima büyük bir gayret içinde olduğumuz halde, itiraf etmek gerekir ki, Ahmet İnsel, Ocak ayı başlarında Açık Gazete içindeki kendi “Ufuk Turu” köşesinde bu konuyu gündeme getirmeseydi, başdöndürücü bir hızla değişen dünyanın gerçeklerine “ayılmamız” için en az birkaç gün daha geçmesi gerekebilecekti. Arap dünyasında yükselen müthiş isyan dalgasından, daha doğrusu, onun fitilini ateşleyen Tunus’taki başarılı halk ayaklanmasından söz ediyoruz. Tunus gençliği, uzak bir kasabada üniversite mezunu ama işsiz “işportacı” delikanlının polis devletinin hakaretine uğradıktan sonra incinen haysiyetini korumak için kendini yakması üzerine, onun tutuşan bedeninden oluşturduğu özgürlük meş’alesiyle ABD ve Batı destekli zalim ve yoz diktatörlüğün hırsızlık rejimini hayret verici bir süratle alaşağı etti – ABD’yi ve Tunus’un eski “efendi”si Fransa başta olmak üzere tüm eski, yeni kolonyalist Avrupa ülkelerinin yönetimlerini büyük bir şaşkınlığa, hatta hafif bozguna uğratarak...

“Bozkır Yangını”

Açık Radyo’da o tarihten itibaren, bu sefer ipin ucunu hiç kaçırmadan meşalenin ışığını izlemeyi sürdürdük. Aynı ateş, 1968 Devrimi kuşağının çok iyi hatırladığı bir deyimle bir “bozkır yangını” gibi, büyük bir hızla yayıldı, birçok Arap ülkesini yaladı ve geldi Mısır’a dayandı. Şu satırların yazıldığı sırada Mısır toplumunun bütün kesimlerinden genç, yaşlı, dinci, dinsiz, başörtülü, “yarı-çıplak”, milliyetçi, enternasyonalist, çoluk, çocuk 2 milyon insan başkent Kahire’nin büyük meydanında, o meydanın adına layık bir duruşla, 30 yıllık çürümüş, vahşi, haydut diktatörlüğe meydan okuyor, yalnızca özgürlük ve umut talep ediyordu – hemen şimdi! Bunun adına devrim diyorduk biz de.

Karşısında duvar gibi dikilen robocop ordusuna tek başına molotof kokteyli fırlatan genç kızın, sıyrılan pantolonundan görünen çiçekli donu, insanın aklına Eugène Delacroix’nın 1830 devrimini resmettiği “Özgürlük Halka Öncülük Ediyor” başlıklı tablodaki çıplak göğüslü özgürlük allegorisi genç kızı getiriyordu. Gözlerimizin önünde serpilip gelişen Mısır Devrimi’nde kadınlar ve gençler başı çekmekteydi. Devrim şimdi ve burada idi yani.

Şair ve müzisyen Gil Scott-Heron, öfke-umut karışımı stili ile terennüm ettiği o benzersiz resitatif şarkısında devrimin televizyondan seyredilemeyeceğini homurdanmıştı, ama yanılıyordu, ve o da eminiz yanılmaktan mutlu olacaktı.

“Cesur genç insanlar, hayatlarını riske atarak, tepeden tırnağa çürümüş otoriter rejimlere baş kaldırdıklarında ve hele başkanı devirmeyi başardıklarında, alkışı hak ederler,” diyor önde gelen düşünürlerden Wallerstein. Ve şöyle devam ediyor: “Bundan sonra ne olursa olsun, insanlık için iyi bir an’dı… Otoriter bir rejime isyan etmek kolay bir iş değildir. Rejimin elinin altında silahları ve parası vardır, normalde yönetim, ona sokaklarda meydan okuma çabalarını kolayca ezer geçer.” (The Second Arab Revolt: Winners and Losers”, (http://fbc.binghamton.edu/commentr.htm) Olağanüstü cesaretleriyle bu olağanüstü devrimci moment’i yaşayan, aynı anda bize de yaşatan gençlerin gözlerindeki sevinç ve coşkuyu da haklı öfkelerinin yanında farketmemek mümkün değildi – eğer görmek için bakıyorduysak tabii.

Topluluk Duygusu – Bir Araya Gelmek

Ve, azıcık dikkatle bakarsak kolaylıkla görebileceğimiz çok önemli bir ikinci nokta daha vardı: Açık Radyo’da yıllardır hayranlıkla takip ettiğimiz bir topluluk radyosu (ve televizyonu) olan Democracy Now’un editörlerinden Mısırlı gazeteci ve aktivist Şerif Abdül Kuddus, ülkesine döner dönmez ayağının tozuyla Özgürlük (Tahrir) Meydanı’ndan yaptığı canlı yayında zamanın ruhunu şöyle tarif ediyordu:

“Gerçekten akıl almaz bir topluluk duygusu var şimdi ortalıkta: İnsanların biraraya toplanma duygusu. Ben Mısır’ı ömrümde böyle görmedim. İnsanlar Özgürlük Meydanı’nda çöplerini topluyor, yemek dağıtıyor, birbirine yardımcı oluyor. İnsanlar Özgürlük Meydanı’nın ortalık yerinde çadırlarını kuruyor, oracıkta uyuyor. Son derece duygusal bir sahne. Hiçbir zaman olamaz dediğiniz türden bir sahne. Büyük ölçüde lidersiz bir hareket. Yani tek bir grup, örgüt filan yok. Toplumun tüm kesimlerinden insanların bir araya geldiği bir halk ayaklanması. Muhalefet grupları da hareketin içine girdiler şimdi. Müslüman Kardeşler (İhvan) ve diğer muhalefet grupları. Ama insanlar onların kendilerini seçtirmelerini kabul etmiyor. Çok çarpıcı bulduğum bir sahne şuydu: İhvan grubundan birçok kişi ‘Allahüekber” diye bağırmaya başladı. Birden, çok daha yüksek bir slogan yükseldi hançerelerden ve onu bastırdı: ‘Müslüman, Hristiyan, hepimiz Mısırlıyız.’ Mısır’da bugün olup biteni gerçekten simgeleyen birşey varsa, işte buydu!”

“Vaziyet Mükemmel”

Bundan sonra ne olacak? Soru daima budur elbette. Çağın önde gelen bir diğer düşünürü Slavoj Zizek de, Guardian’daki “Arap Devrimci Ruhundan Neden Korkacakmışız?” başlıklı yazısında bu soruyu ortaya koyarken, şöyle de bir cevap getiriyor: “Mubarek, orduyu isyancıların üzerine gönderdikten sonra seçim kolaylaştı: Ya kozmetik bir değişiklik olacak artık ve böylece bir şeyin değişmesiyle herşey aynı kalacak, ya da gerçek bir kopuş yaşanacak… İşte hakikat ânı: Batılıların Mubarek için getirdikleri argüman, yani ‘ya o ya da kaos’ argümanı, onun aleyhine bir argüman aslında. Batılı liberallerin ikiyüzlülüğü nefes kesici: Kamuoyu önünde açıkça demokrasiyi desteklediler. Şimdi, halk zalim diktatörlere karşı din adına değil de laik özgürlükler ve adalet adına isyan edince de, birden derin kaygılara kapılıverdiler. Özgürlüğe bir şans doğduğu anda neden sevinç ve coşkuya kapılmayıp kaygıya garkolunduğunu anlayabiliyor musunuz kuzum?” 

Zizek, kendi sorusuna, yine 68 devrimi kuşağından olanların gayet iyi hatırlayacağı bir alıntıyla kendi cevap veriyor: “Mao Zedung’un eski düsturu bugün belki her zamankinden daha geçerli: ‘Gökteki cennetin altında büyük kaos var – vaziyet mükemmel yani.’”

Tunus’taki ayaklanmayı Açık Gazete’de konuşmaya başladığımız anda, “Darısı, başta Mubarek, diğer tüm diktatörlüklerin başına İnşallah,” demiştik. İyi ki böyle bir dilekte bulunmuşuz. Yüreğimiz temiz olmalı ki, dileklerimiz yavaş yavaş gerçekleşiyor gibi. Bu süreçte iki önemli tabunun yıkılmış olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, Batılı yönetimlerin, liberallerin ve kerameti kendinden menkul kimi “devrimci”lerin bu müthiş riyakârlıklarının yanısıra, demokrasiyi ve halkların gücünü ne kadar aşağıladıkları ve aşağılamanın ötesinde- bunlardan ne kadar korktukları, Tunus-Mısır devrim hattında olağanüstü berraklıkta bir kristal küre gibi açığa çıktı. Tabii, aynı korku Suudi Arabistan, Yemen, Libya, Ürdün, Suriye… bu zulüm sıradağlarını da bekliyor şimdi.


“Ânında Görüntü”


İşin ironik tarafı, bu sinsi korkuların birden gözlerimizin önünde belirmesi, Arap dünyasında insanların yüzlerce yıllık “korku imparatorlukları”nı çürük bir perde gibi yırtıp atmalarıyla aynı âna denk geldi. Tamer Şaban adlı blogçunun hazırladığı o kısacık ama son derece ustaca kotarılmış vurucu videoda sakallı gencin haykırışı, bazı halklarda artık korkunun bir daha geri gelmeyeceğini bütün kesinliğiyle zihinlerimize çakmaktaydı: “Müslüman, Hristiyan veya Tanrıtanımaz!... Ne olursak olalım, lanet olası hak ve özgürlüklerimizi vereceksiniz ve bizi bir daha asla susturamayacaksınız!” (www.youtube.com/watch?v=DvoyfMLO6rU)
  
Yerlebir olan –veya böyle olacağını pek yakında göreceğimiz- ikinci “tabu” ise, kuşaklar boyu zihinlerimize özenle yerleştirilmiş olan “Arap-çorap” ırkçılığı. Bizi sırtımızdan hançerlemiş, her millet hak ettiği yönetimle yönetilir “öz”deyişine uygun şekilde diktatörlerine layık yaşayan pısırık, pis Arap” anlayışı, yine görmek isteyenler için, ebediyen gömülmüştü. Kahire, İskenderiye, Süveyş ve diğer Mısır şehirlerinin meydanlarında, yollarında, köprülerinde ve sokaklarında korkunç diktatörlüğe barışçı bir şekilde başkaldıran milyonlarca insanın gözlerindeki haklı gazap ve kararlı coşkunun yanısıra, inkârı mümkün olmayan bir gururu görmemek için hakikaten “bakar-kör” olmak gerekirdi. Devrim yapmakta olduğunun bilincinden yansıyan bir gururu. Wallerstein, “İkinci Arap Başkaldırısı” diye adlandırdığı bu benzersiz olayın zaman içinde en büyük kazananının “elbette Arap halkları” olacağını söylerken, herhalde bunu kastediyor olmalıydı.

Yıldızın Parladığı Anlar…

Yeryüzünde devrim yıldızının parladığı ender anlardan birkaçına, eşi benzeri hiç görülmemiş anlara, eskimiş bir deyimle “ânında görüntü” ile tanık olmanın olağanüstü ayrıcalığını yaşıyoruz. Tabii, bu “ânında görüntü”, ElCezire ve Democracy Now gibi ender mecralarla, Facebook, Twitter gibi paylaşım medyasını büyük bir sorumluluk ve cesaretle kullanan vatandaş gazetecilerinin yılmadan bize sundukları gerçek hayat yayınları için söylenmiş bir laf. Yoksa, Mısır Devlet Televizyonu ya da Türkiye’de ve Batılı ülkelerin pek çoğunda yerleşik düzen medyasının sunduğu “paralel evren”lerden söz etmiyoruz. Hiçbir şeyin olmadığı haber bültenleri, hiçbir şeyin olmadığı birinci sayfaları ve manşetleriyle bu “mecra”ları  izlemekle yetinenler, maalesef, kendilerini inanılmaz bir fırsattan ebediyyen yoksun bırakmış oluyorlar. Eh, ne yapalım, acı kader!

İnsanlık tarihinde böyle birşey olmadı. Böylesine bir “demokratik devrim” ayaklanmasına milyarlarca insanın an be an tanık olması, rüyada görülse inanılacak şey değildi; ama oluyor. Oldu. Tarih gözlerimizin önünde yazılıyor. Yazıldı. Tabii ki, bu devrimin ne sonucu olacağını bilmiyoruz.  Şu satırların yazıldığı anda, ne olacağını bilmek elbette imkânsız. Yüzlerce, hatta binlerce masum insanın kanla katledilmesi bile mümkün.

Ama bildiğimiz birşey var: Dünya, sıradan insanların sakince bir araya gelip kendi başlarına kendi kaderlerini tayin etmek için cesurca ve neşeyle ayağa kalkmalarından sonra bir daha eski dünya olmayacak. Asla.

1 Şubat 2011
Ömer Madra