Elinizdeki küçük kitabı bir davetiye olarak görebiliriz aslında. Yazarları, II. Dünya Savaşı’nda Nazizme ve faşizme karşı Direniş’te bilfiil yer almış, ölümlerden ölüm beğenmiş Stéphane Hessel ile Edgar Morin’in dünya âleme bir daveti var. Biri 95, öbürü 92 yaşındaki bu cesur, akıllı ve vicdanlı delikanlılar, hepimizi ekranın (TV, bilgisayar, sinema, cep telefonu ... işte her ne ekranı ise onun) başından kalkıp, en yakın pencereden dışarı bakmaya çağırıyorlar.
Onların istediği gibi biraz dikkatlice bakarsak, dışarıda birbirinden
korkunç iki manzara görebiliriz: Birincisi, toplumun neredeyse bütün unsurları
ve değerleri ile birlikte hızla çözülmeye doğru sürüklenişi. İkincisi de, tabiî,
canlılar âleminin (biyosferin) belki daha da büyük bir hızla bir ölüm
sarmalının içine doğru itilmesi.
Bu ürkütücü tablonun bir yanında şirketler kapitalizminin bir
boa yılanı gibi herşeyi kıskıvrak sarıp sıkarak boğan ekonomik hegemonyası ile
boğazımıza kadar battığımız milliyetçilik, etnik-dinsel-cinsel-türsel
ayrımcılık batağı var. Öbür yanda, yine aynı şirketlerin kısa vadeli devasa
kârlarını maksimuma çıkartmak ve hep orada tutmak uğruna havayı suyu, çevreyi,
iklimi, kısacası yerde gökte ne varsa hepsini birden topyekûn zehirlemesinin ve
paralayıp atmasının yürek burkucu görüntüsü göz alabildiğine uzanıp gidiyor...
Yalnızca günümüzün zalim diktatörlüklerinde değil, gelişmiş
demokratik gelenekleriyle övünen ülkelerin ezici çoğunda da gitgide yükselen
büyük bir tehditle yüz yüzeyiz. Demokrasinin kökünden tahribini, yoksulların
sürekli soyulup soğana çevrilmesini, başta iklim değişikliği olmak üzere
gezegen çapındaki ekolojik yıkıma karşı en ufak tedbir alınmasının bile yürütme,
yasama ve yargı erklerinin de “satın alınmasıyla” başarıyla engellenmesini de yine
aynı kaynağa bağlayabiliriz: Toplumun en tepesine çöreklenmiş o küçücük ama
korkunç zengin ve güçlü elitin açgözlülüğüne. Günümüz “Occupy” isyancılarının
diliyle söylersek % 1’in, kadim Yunan medeniyetinin terimlerini kullanacak
olursak plütokrasinin o sonu gelmez açgözlülüğüne bağlayabiliriz bunu;
bağlamalıyız da.
Ve bu iki olgu tamamen içiçe: Yakın tarihteki toplumsal
kalkışmaların ve adalet ayaklanmalarının hem katılımcısı, hem de dikkatli bir
gözlemcisi olan yazar Rebecca Solnit’in dediği gibi toplum için kamusal alan
neyse, yeryüzünde hayat için biyosfer de o: İçinde bir arada yaşadığımız yerler
bunlar; onlara karşı girişilen tasallut ve saldırılar da paralellik gösteriyor
– haliyle.
Hessel, geçen yıl yayımlanan Öfkelenin! adlı risalesinde, dünyada akıl hafsala almaz boyutlarda
bir eşitsizliğin, adaletsizliğin, yoksulluk, şiddet ve ölümün kol gezmesine yol
açan bu saldırı ve tasallut dalgasına karşı dünya halklarını “öfkelenmeye”, İkinci
Dünya Savaşı’ndan onca yıl sonra “yeniden direnmeye” çağırmıştı. Dünyanın
dörtbir yanında milyonlarca nüshası satılan o risale, hemen her yerde
protestocuların “el kitabı” olmuştu.
Şimdi de Hessel,
direniş yoldaşı ve kadim dostu ünlü sosyolog Morin’le el birliği yapıyor. İki “kafadar”
açık seçik ve sade bir dille kaleme aldıkları yeni bir “risale” ile bu sefer neyi
protesto etmemiz gerektiğini anlatıyorlar. Temel talepleri gayet net: Tepedeki
elitin, ana akım medyayı da kontrol altında tutarak yarattığı son derece etkili
bir propaganda mekanizması ile tedavülden kaldırdığı toplumsal değerlerin,
duygudaşlığın, birbirine “dokunmanın”, “halden anlama”nın, ortaklaşa yaşamanın,
empatinin, paylaşmanın yeniden ön planda olacağı bir topluma dönme çağrısı
yapıyorlar. Komşu, mahalle, topluluk üyeleri olarak hepimizin paylaştığı
şeylerin, yani ortak varlık alanlarının geri getirilmesinin yaşamsal bir
zorunluluk olduğunu vurguluyorlar.
Maddiyatın pençesinden kurtarılmış daha dolu dolu bir hayatın
temelini oluşturmak için eğitimde derin reformun şart olduğunu belirtirken filozof
Jean – Jacques Rousseau’dan alıntı yapıyorlar: “Ona yaşamayı öğretmek
istiyorum.” (s.68) Yaşama sanatından bahsediyorlar yani. Bu “sanat”ın özünde
ise temel olarak şefkat, merhamet ve vicdan vardır. Hessel ve Morin, çağımız “gelişmiş”
toplumlarının hayatında bu niteliklerin tedavülden kalkmış olmasından
yakınıyorlar en çok. Tek tek insanları ve insan topluluklarını birbirine bağlayan
bağlar olmadan, gündelik hayatta diğer canlılara şefkat göstermeden, kısacası
nezaket, dürüstlük, doğruluk kültürünü canlandırıp yeniden ayağa kaldırmadan insan
medeniyetinin ayakta kalmasının nasıl mümkün olabileceğini sorguluyorlar.
Yazarlar finans kapitalizminin, ya da başka bir deyişle
şirket kapitalizminin bu soruya bir cevap getirmekten âciz olduğunu, aksine
sistemin inanılmaz boyutlara ulaşmış kibrinin yeryüzü için herhangi bir “kurtuluş”
olanağını da ortadan kaldırdığını hüzünle, ama hayli ikna edici bir dille ortaya
koyuyorlar. Çevre aktivizmi
liderlerinden Bill McKibben’ın dediği gibi, “mevcut sistemin kendi araçlarına bırakılması
halinde sistemin kendiliğinden değişiklik yapması imkânsız” olduğuna göre, insanların
bir araya gelip onu dönüştürmesi gerekiyor mutlaka. İşte o yüzdendir ki, kitapta
da siyasi değişim talep edecek büyük halk hareketleri yaratma yolunda güçlü bir
çağrıya yer veriliyor.
Yeryüzündeki tüm insanların kaderinde bir pay sahibi olan “gezegen
yurttaşları” kimliği ile yola çıkan Hessel ve Morin adalet, eşitlik ve
kardeşlik evrensel ilkelerini savunmak üzere şiddet kullanmayan tüm başkaldırı
ve direniş yöntemlerini uygulamaya çağırıyorlar bizi. Dünyanın tepesinde
tünemiş olan elitler ve onların cebindeki siyasal “karar vericiler”, açıkça
görülüyor ki, gerçek dünyadan bihaber, yeryüzü gerçekliğinden kopmuş ve
gerçeklikle ilişkilerini neredeyse tamamen kopartmış durumdalar. Onlara karşı
başkaldırı ve direnmek, yazarlara göre kaçınılmaz bir zorunluluk olmanın yanı
sıra, entelektüel sorumluluğun gereği de. Özellikle, geleceği elinden alınmış
genç nesillere ve hatta henüz doğmamış kuşaklara karşı boynumuzun borcu!
Genç kuşaktan söz etmişken, günümüz gençlerinin, dünyanın
yakın tarihte gördüğü en büyük zulüm çarkı olan Nazizm ve Faşizmin nasıl birşey
olduğu hakkında yeterince sağlam bir fikre sahip oldukları pek söylenemez
doğrusu. Hele tarih ders kitapları 1923’ün ötesine pek geçmeyen Türkiye’deki
tedrisattan gelip geçen kuşaklar için bu, büsbütün böyle. Hessel ve Morin ise
Nazizmin o korkunç kan ve ateş çemberinden geçmiş, faşizmin o en katıksız, en
zalim halini bizzat görmüş oldukları gibi, bunu bile bile kendi iradeleri ile onu
göğüslemeyi de seçmiş iki direnişçi. Sözleriyle eylemleri birbiriyle tam
tutarlık gösteren bu iki direnişçi bugün faşizmin o çirkin başını tekrar
kaldırma potansiyeline sahip olduklarını söylüyorlar ve insanları “büyük bir
vicdan isyanı”na teşvik ediyorlarsa, uyarılarına iyi kulak vermek gerekir.
Stéphane
Hessel ile Edgar Morin hepimizi, solu geleneksel olarak beslemiş dört temel kaynağa
yaslanan bir “yeniden doğuş” hareketine tez zamanda katılmaya çağırıyor: Bireylerin özgürlüğüne odaklanan
liberteryanizme, toplumun iyileştirilmesine odaklanan sosyalizme, toplumun
ortaklaşmaya dayanan kardeşliğine odaklanan komünizme ve bir de, “toprak
anamızla ilişkimizi ve karşılıklı bağımlılığımızı sağlayan ve Güneşimizde bütün
canlı enerjilerin kaynağını bulan ekolojik kaynağa”. (s.84-85)
Tez zamanda. Evet, zaman hayli daralmış, düşman da her
zamankinden daha güçlü gözüküyor, doğru. Ama bu bizi asla umutsuzluğa
sevketmemeli. Çünkü, Hessel’le Morin, Umut
Yolu ile bizi büyük bir mücadeleye, belki de gelmiş geçmiş en büyük
mücadeleye çağırıyor. Ve eğer mücadele varsa, umut da vardır – daima!
Ömer Madra
Açık Radyo yayın
yönetmeni,
Yazar, yayıncı ve
çevre aktivisti
4 Kasım 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder