28 Ekim 2011 Cuma

“Nihai sınıf mücadelesi başlıyor diyebiliriz.”

Adbusters dergisinden yapılan bir çağrı sonucunda New York’ta 17 Eylül günü başlayan ve önce ABD’nin bütün büyük şehirlerine, ardından dünyanın yüzlerce yerine yayılan Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) eylemleri giderek büyüyor. Tunus’ta başlayan devrim dalgası sadece Ortadoğu’ya değil, ABD’ye ve bütün dünyaya da yayılıyor.
Bu hareketi yaratan eylemciler ne istiyor, eylemler nereye varacak? Bu dalgayı doğru analiz etmek, doğru anlamak, hareketin nereye evrileceğini görmek son derece önemli.
Bu nedenle biz de hem Tunus’dan ve Tahrir meydanından başlayan Arap baharını, hem de Occupy Wall Street eylemlerini ve bütün dünyaya yayılan devrim dalgasını çok yakından izleyen Açık Radyo yayın yönetmeni Ömer Madra‘yla konuştuk.
- Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) hareketini en başından beri çok yakından izliyorsunuz. Bugün Tunus’ta başlayan ve Arap baharı adını alan devrim dalgasına ABD’nin de katıldığı yorumları yapılıyor. Tabii ABD’nin devrim dalgasına katılıyor olması hayal gibi geliyor insana. Sizce gerçekten de böyle bir yorum yapılabilir mi? Bu olaylar gerçekten devrim dalgasının bir parçası mı? Yoksa herhangi bir protesto olarak mı görmek gerek?
Adbusters dergisinde çıkan Wall Street'i işgal çağrısı: Tek talebimiz ne? #Occupywallstreet 17 Eylül. Çadır getir.
Bence bu, devrim dalgasının ta kendisi. Dünyada ilk ve en güçlü demokratik devrimlerden birini gerçekleştirmiş ülke Amerika Birleşik Devletleri. Biz genelde Amerikan emperyalizmini, ABD’nin dünyanın geri kalanında yürüttüğü hegemonik, emperyal politikaları, önce Afganistan’da, sonra Irak’ta, Yemen’de, Libya’da ve başka yerlerde yürüttüğü işgal, savaş ve baskıları gördüğümüz için ABD’nin bu tarafını gözardı ediyoruz gibi geliyor bana. Ama Amerika aynı zamanda dünyanın ilk demokratik anayasasını oluşturan ve bir bağımsızlık mücadelesiyle birlikte devrim yapan ülke. Bu yaşananlar, bir anlamda 235 yıl sonra ülkeyi geri alma hareketi olarak da nitelendirilebilir. Tabii bu işlerin sonunda ne olacağı hiç belli olmaz, ama ben böyle değerlendiriyorum.
- Bunu Vietnam savaşına karşı verilen mücadeleye de bağlayabilir miyiz? Amerikan devriminden savaş karşıtı harekete ve oradan bugüne süregelen bir dalga sayılabilir mi bu?
Bütünüyle 1960’ların sivil haklar mücadelesine de bağlanabilir. Amerika’da Martin Luther King’lerin, Rosa Parks’ların simgelediği çok kuvvetli bir sivil itaatsizlik geleneği var. Burada farklı görünen şeylerden biri, hareketin bugün sadece gençlerden değil, bütün kesimlerden, aynı zamanda işçi ve emekçi kesimlerden  de büyük destek aldığını görüyor olmamız. Emekliler, öğretmenler, hatta bankazedeler var aralarında. Noam Chomsky “prekarya” (precariat) diye bir terim kullanıyor örneğin, proletarya gibi… Sadece işsizlikle karşı karşıya olmakla kalmayan, aynı zamanda uçurumun kenarında olan, geleceği tamamen belirsiz hale gelmiş muazzam sayıda insandan, neredeyse 40 milyon kişiden bahsediliyor. Sadece ABD’de. Türkiye nüfusunun yarısından fazla insan yani. Bence “Biz %99’uz!” derken doğru söylüyorlar. Eylemciler, finans sektöründe,hedge fonlarıyla akıl almaz derecede zenginleşmiş olan, krizden sonra bail outdenen operasyonlarla kurtarılan, ardından tekrar olağanüstü yüksek ücretlerle ve ikramiyelerle beslenip palazlanan bir avuç insanın, Chris Hedges’in deyimiyle finansın lordları haline gelmiş bir azınlığın karşısına basit, dümdüz bir taleple çıkıyorlar: “Bu böyle gitmez,” diyorlar.
- Bu dalga 2008 krizinin bir sonucu mu yani?
Wall Street'deki Özgürlük meydanından
2008 krizinin çok önemli etkisi var bence. Ama 30 senedir tâbir caizse “uyumakta olan” işçi hareketlerinin de silkinmesi, üstelik de içlerine almaya (asimile etmeye/co-opting) kalkmadan destek verdikleri bir hareket olması açısından da fevkalade önemli. Tek kelimeyle, gecikmiş bir başkaldırı bu. Özgürlük ve adalet hareketlerinin ne zaman, nereden geleceği hiç belli olmuyor. Çevreci Lester Brown’la yaptığımız bir konuşmada ona gezegen yerle bir edilirken, neden bir türlü isyan olmuyor, başta Amerikalılar olmak üzere insanlar neden başkaldırmıyor, neden başkaldırmıyoruz diye sormuştum. O da “sosyal hareketler hiç belli olmaz, bakarsın bugünden yarına, birdenbire başlayabilir” demişti. Nitekim 2011’in hemen başında yepyeni bir devrim dalgası başladı dünyada. ABD de bunun bir parçası. En önemli parçası da olabilir.
- Ben de tam eşik nerede, nasıl aşılmış olabilir diye soracaktım. İnsanların bir eşikten sonra hem ses çıkarmaya başlamaları, hem de bir araya gelmiş olmaları önemli. Wall Street’in önündeki binlerce kişinin fotoğraflarını görüyoruz her gün. Bu noktaya gelinmesi için sanki bir şey olmuş olması gerekiyormuş gibi geliyor insana. Ama burada belirsiz bir eşik, belirsiz bir anda aşılmış gibi görünüyor.
%99
Evet, Tunus’da işportacılık yapmak zorunda kalan Muhammed Bouazizi adlı üniversite mezunu gencin bir zabıta tarafından harekete uğrayınca kendisini yakması sonucu başlayan bir devrim dalgası bu. Tunus gibi neoliberal siyasetlerin poster çocuğu olarak adlandırılan, belli kesimlerin büyük zenginlikleri pahasına orta sınıfların mahvedilip paralandığı,  her şeyin özelleştirildiği, sağlık ve eğitimin, kamusal alanın özel ellere bırakıldığı bir yerde olay böyle başladı. Oradan Tahrir’e, oradan Libya’ya, Bahreyn’e, Suriye’ye, İspanya’daki Indignados’a (Öfkeliler), Yunanistan’a geçti ve dalga dalga yayıldı, yayılmaya da devam ediyor. 1960’larda gözde olan bir deyimle “bozkır yangını” gibi.
- Ama Amerika’da böyle bir kibrit alevi yok.
Aslında Wisconsin’de vardı. Wisconsin’de kamu çalışanları, öğretmenler, kesintilere karşı isyan ederek yerel parlamentoyu işgal etmişlerdi, ama maalesef o hareket Demokrat Parti tarafından asimile edildi, etkisiz hale getirildi. Yalnız burada öyle olmayacağı anlaşılıyor. Gazeteci Chris Hedges epey zamandır çok yakından takip ediyor hareketi, hatta katılıyor. Hedges, Özgürlük meydanında (eylemciler eski adını da geri verdi oraya) kamp kuran insanların toplandığı yerin etrafında bulunan dev gökdelenlerde hem parayla, hem de insanların hayatlarıyla oynayan politikacıları, polisi, yargıyı ve basını susta durduran finans lordları bunu fark edemiyorlar, diyor. Ekosistemi de tamamen kâr uğruna yok edip bitiren bu insanlar, hiçbir şeyi fark edemiyorlar. Ama buradaki insanların başlattığı şey, her şeyi değiştirecek bir harekete dönüştü bile diyor Hedges.
"Biz %99'uz"
Chris Hedges, Ketchup lakaplı 22 yaşında Chicago’lu bir kız çocuğunun hikayesini de anlatıyor. Ketchup, Occupy Wall Street çağrısını Adbustersdergisinde görmüş ve bir tekerlekli bavulu, 40 dolarlık kadar yiyeceği, çadırı, bir de uyku tulumu elinde (posterin altında zaten “çadır getir” diyordu), New York’a gelmiş, hem de tek yön bir biletle, gidiş dönüş değil yani. Wall Street’te her gün toplanan kalabalığın tamamı işgalci değil aslında, sürekli yatıp kalkan 400 kadar eylemci varmış, ama onlara bütün dünyadan katılım var. 1,457 şehirde, 9,500’e yakın yerde işgalci veya isyancı diyebileceğimiz insanlar var. Medyanın bir kısmı, özellikle de yerleşik düzenin sahipleri hemen “bunların ne istedikleri belli değil, tek bir istekleri yok” diye eveleme geveleme yapmaya başladılar. Ama bence ne istedikleri çok belli: Yeter artık, bu böyle gitmez diyorlar. Bundan, daha büyük bir hareket çıkar mı, çıkmaz mı, bilmiyorum ama, Tahrir meydanındaki durumla ilgili yazmış olduğum bir yazıda dediğim gibi, bu dünya bir daha asla aynı dünya olmayacak, bundan emin olabiliriz.
Beyaz Ev önündeki Keystone XL eyleminden
- Geçtiğimiz ay Washington’da yapılan ve 1200 kisinin tutuklandığı Keystone XL eylemini de bu dalganın bir yerine koymak lazım bence. Eylem Wall Street’te olunca, sanki sadece finans sektörüne karşıymış gibi anlaşılabiliyor. Evet, bir yandan finans sektörüne karşı bir hareket bu, ama bir yandan da iklim değişikliğine neden olanlara ve önlem alınmasını engelleyenlere de karşı. İkisinin hedefi aynı bence.
Tamamen aynı. Çünkü bu bir sınıf mücadelesi.
- Burada sınıf mücadelesini nasıl tanımlıyorsunuz?
Yine Chris Hedges’ın söylediklerine bakarsak, Amerika’daki bütün servetin %40’ının, sadece 400 ailenin kontrolu altında olduğunu görüyoruz. 400 kişiden bahsediyoruz! Mücadele %1 ile %99 arasında deniyor ya, aslında nüfusun %1’inin de ufak bir kesri bütün toplumu kültürel olarak da, politik olarak da kontrol altında tutuyor, politikacıları satın alıyor. Zift petrollerini Kanada’dan ABD’ye taşıyacak olan 2750 kilometrelik Keystone XL boru hattı, ki buna dev karbon bombası fünyesi de deniyor, Obama döneminin belki de en büyük skandalı olmaya devam ediyor. Bir sürü e-mail açığa çıktı bu kirli ilişkilere dair. Alberta’daki zift petrollerini çıkaracak olan Kanada şirketinin müşterisi olan başka bir şirket ÇED denetlemesini yapacakmış örneğin. Ayrıca boru hattının sahibi olan şirketin eski lobicisi, daha birkaç gün önce Obama’nın baş danışmanlarından biri olarak atandı. Tam bir ensest durum ortaya çıktı, daha henüz ne olacağı belli değil. Dışişleri Bakanlığı’ndan onay alıyorlar şimdi. Bu şirketler hem basını kontrol ediyorlar, hem de yargı organlarını. Amerika’da iki yıl önce yüksek mahkeme 4’e karşı 5 oyla şirketlerin siyasi adaylara sınırsız maddi yardımda bulunabileceği kararını aldı ve işi bitirdi. Önümüzdeki seçimde aday başına en az 1 milyar dolar harcanacağı hesaplanıyor. Şirketler, her bir Başkan adayına 1 milyar dolar yatırım yapıyor yani! Sistem tamamen onların kontrolünde artık…
- Sistem demokrasi falan değil yani…
Ketchup
Demokrasi çalınmış vaziyette. Bir de 22 yaşındaki Ketchup lakaplı o kızın bütün bunları yiyebileceğini düşünüyor insanlar. Ama bu insanlar bunları yemiyor artık. O kız şunu anlatıyor mesela. Tabii aramızda sivil polisler de var diyor, ama kendilerini hemen belli ediyorlar. Çünkü sivillerin ilk sordukları soru “lideriniz kim” oluyormuş. Bir kadın eylemci vardı orada diyor, sivil polislerden birisi yanaşmış kendisine ve “lideriniz var mı” diye sormuş. Eylemci kadın dönmüş, “evet” demiş. Sivil polis hemen “kim, kim “ diye heyecanla sormuş tekrar, “ben” diye cevap vermiş kadın. “Peki nelerden sorumlusun” diye sormaya devam etmiş gazeteci kılığındaki sivil polis. “Her şey benden sorulur” diye cevap vermiş eylemci kadın. Peki titriniz nedir diye sormuş bu sefer polis. Eylemci kadın cevap vermiş: “Tanrı.” Artık bu insanlar hiç bir şeyi yemiyorlar.
Şirketler Obama’ya ve tüm siyasetçilere yaptıkları yatırımların karşılığını almak istiyorlar doğal olarak. Dolayısıyla yönetimler hiçbir şey yapamıyor. Exxon şirketine de, Kanada’daki bu şirkete de, başkalarına da borçlu çünkü politikacılar. Yani önce bu sistemin değişmesi lazım. Bana sorarsan öncelikle şirketlerin tüzel kişi sayılmasına artık bir son verilmesi gerekiyor. Bu, dünyanın en tuhaf işi. Chomsky ve başkaları yıllardır yazıyorlar. 1868’de bir davada Yüksek Mahkeme’nin bir oy farkıyla verdiği bir karardan sonra şirketler, tıpkı insanlar gibi, dava ederler, hakları vardır, her türlü hakka sahiptirler ve bir de ölümsüzdürler. Büyük ölçüde onun sıkıntısını yaşıyoruz bugün. Çünkü şirketler hem ölümsüzler, hem de sınırsız miktarda güç ve paranın sahibi durumundalar, böyle olunca da bütün sistemi mahvediyorlar.
Ama direniş başladı.
- Sınıf savaşı dediğimiz zaman, bir tarafta şirketler var o halde…
Evet, aslında bu mücadele şirket devletine karşı. Şirketlerin yönetimindeki devlete, onun polisine, politikacılarına karşı yürütülen bir mücadele ve basınına da karşı aslında. Eylemciler kendi alanlarını da yaratmaya başladılar. Kendi revirleri, kreşleri vb olduğu gibi kendi gazetelerini de çıkartıyorlar, Occupied Wall Street Journal çıkmaya başlamış mesela, çok esaslı bir gazeteymiş. Tahrir meydanında ve İspanya’da da olduğu gibi kurdukları komitelerle halkla ilişkileri de çözmeye çalışan bir doğrudan demokrasi hareketi bu. Yatay ve otonom bir şekilde kamusal alanı yeniden ele geçirme hareketi.
- Aynı zamanda şiddetsiz bir hareket.
Evet, en önemli özelliği de bu.
- Sizin Açık Radyo web sitesindeki son yazınızda vardı. Cornel West bu hareket için “şiddetin kullanılmadığı bir süreç, ama düpedüz devrim” diyor. Burada şiddetsizliğin belirleyici yanı ne sizce? Mesela Yunanistan’a baktığınızda orada da bir isyan var, ama fotoğraflar hiç de aynı değil?
En büyük silahları, ne olursa olsun şiddet kullanmamaları aslında. Mısır’dakilerin de oydu. Eskiden bizim kuşağın kullandığı bir argo tabir vardı: Ters kaplumbağa olmak. Bir kurumun ya da kişinin nasıl hareket edeceğini, duruma nasıl müdahale edeceğini bilemediği bir duruma düşmesi demekti âniden. Ters kaplumbağa oldu dediğiniz zaman ayaklar havada, sırtüstü hiç hareket edemeden kalma durumu kastedilirdi. Bence belediye başkanı, polis falan biraz ters kaplumbağa durumuna düştü burada. Onlar, herhangi bir çatışma, sertlik, şiddet durumuna çok hazırlıklılar. Ellerinde gaz bombaları, şok aletleri, plastik kelepçeleri, kafes fileleri, her şeyleri var. Eylemcileri balık sürüsü gibi sarıp tümünü derdest edecek her türlü olanak var ellerinde. Ama eylemlerde hiç şiddet kullanılmayınca çaresiz kalıyorlar. Bu arada sol düş gücünün son derece yaratıcı örnekleri de yaratılıyor eylemlerde. Mesela polis megafonun kullanılmasına da izin vermediği için halk mikrofonu diye bir şey icat etmişler.  Bütün konuşmacılar kısa cümlerlerle ve tane tane konuşuyorlar, en ön sıradakiler de bütün söylenenleri hep bir ağızdan tekrarlayarak arka tarafların da duymasını sağlıyorlar.
- Bir tür koro yani…
Evet, gospel korosu gibi. Basit ama müthiş etkili bir yöntem. Ama bankerlerin elindeki belediyenin ve polisin bütün bunlara karşı hiçbir silahları yok. Bu nedenle de şiddetsizlik, eylemcilerin temel silahı. Naomi Klein burada yaptığı konuşmaya “I love you” diye başlamış, bu yaptığınız olabilecek en önemli şey, sizi seviyorum, demiş, bunu insan mikrofonuyla tekrarlamanızdan hoşlanmadığımı da söyleyemem diye de eklemiş. Feminist gazeteci Laurie Penny de çok önemli bir tespitte bulunmuştu. “Bu eylemin mesajı yok diyorlar, ama mesajın kendisi bu zaten: isyan”. Aynı şeyi Chris Hedges da söylemiş, mesaj orada olmaları demişti. Bu böyle devam edemez.
Bu bir gençlik hareketi de değil. Görülmemiş düzeyde, 1929’daki büyük bunalım dönemine yakın bir işsizlik var, ayda 20 milyon dolar kazanan insanların yanında akıl almaz bir sefalet ve evsizlerin sayısı yüz binlerce. Sadece New York’ta, çoluk çocuk, kadın, yaşlı, yüz binlerce insan her gece bir barınak bulmak zorunda. Bunun böyle gidemeyeceği, klişeleşmiş tabiri kullanırsak “sürdürülebilir” olmadığı âşikâr. Lideri olmayan tamamen yatay ve özerk bir örgütlenme yaratılmış durumda. Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz de gidip atölye çalışması yapıyor orada, Naomi Klein da, Slavoj Zizek de konuşuyor. Savaş gazileri de orada, %99 diye şarkılar yapan hip hopçular da. Şimdi kızılderililer ve Hispanikler de katılmaya başlamış. Bence dünya için bir dönüm noktası olabilir. Çok erken davranıp kendi umutlarımızı da mahvetmek istemiyorum ama, emekle sermaye arasındaki bir kavga bu. Sınıf demeyi de yıllardır bize yasak ettiler neredeyse, korkulacak bir şeymiş gibi, ama yok böyle bir şey, bu basbayağı bir sınıf mücadelesi ve başarılı yürütülebilirse emekçilerin kazanacağı da aşikâr. Popülist bir tarafı olduğunu da söylemek lazım tabii.
- Neyin popülist tarafı var?
Bu hareketin. Bu da çok anlaşılabilir aslında. Herkes “bizim gibi” insanlardan oluşuyor. Kim baksa kendinden bir şey görebilir, emekliler, öğretmenler, yaşlı insanlar… Hayatlarında ilk kez eyleme çıkan çok sayıda insan var orada. Popülizm deyince insan bir irkiliyor tabii, çünkü hep sağ kanadın popülist söylemleri geliyor aklımıza. Sarkozy öyle, Berlusconi öyle, daha önceki faşist popülistleri de biliyoruz. Ama sol popülizm diye de bir şey var. Bu da çok temel vicdani talepleri, adalete, özgürlüğe ilişkin talepleri herkes için istemek. Herkes için özgürlükte ve adalette eşitlik istemek basittir. Bu bir popülist söylemdir, ama buna işçi ve emekçilerin de içinde olduğu bir sol sahip çıkıyor şimdi.
- Bu etiketi de olmayan bir hareket, öyle değil mi? Sosyalist, anarşist, sosyal demokrat, devrimci diye adlandırıyor mu kimse kendini?
Hayır, öyle bir adlandırma yok. Uygun olmayan şeyler söyleyeni de gayet demokratik usullerle dışarı çıkartıyorlarmış. Chris Hedges’ın konuştuğu Ketchup lakaplı kız, kendi bulunduğu komitenin yazıcısıymış mesela, çok hızlı yazı yazdığı için ona geçici olarak bir bilgisayar vermişler. Günde iki kez genel kurul toplantısı yapıyorlar, tutanakları da o tutuyor…
- Doğrudan demokrasi…
Evet, bizzat doğrudan demokrasi deneyimi gelişiyor orada. O toplantılardan birinde Yahudi bankerleri idam edelim diye iğrenç, ırkçı bir laf etmiş birisi, onu yuhalayarak parkın dışına çıkarmışlar mesela. Bir de İspanya’daki 15 Mayıs hareketinde de gördüğümüz Konfor Grubu gibi komiteler kuruluyor. Bunlar insanların birbirine iyi muamele etmesi, dertlerini paylaşılabilmesi, çevreye zarar verilmemesi, etrafa kötü yazılar yazılmaması falan için çalışıyorlar. Dünyanın dört bir tarafından yardım yağıyor bu arada. Mısır’daki Tahrir eylemcilerinden pizza yardımı gelmiş mesela. İnsanların her zaman içinde olan dayanışma, sempati ve empati duygularının kuvvetle kendini gösterdiği bir safhaya geçiliyor. Bu hareket hüsranla sonuçlanır mı bilmiyorum, ama benim kanaatim şu: Hedges’ın çok esaslı yazısının sonunda söylediği gibi en önemli kural, herkesin katılacağı, içselleştirebileceği bir alan yaratılmasıdır, bu bir ayrıcalıktır ve en önemli kural da polis ne kadar gaddarca davranırsa davransın şiddet kullanılmamasıdır. Bu bankerlerin neyle karşı karşıya oldukları konusunda henüz hiçbir fikirleri yok.
- Peki Obama’nın var mı?
Obama “anlaşılabilir bir hayal kırıklığı içinde olduklarını düşünüyorum” demiş. Obama’nın kampanya sorumlusu da “bu olaylar kampanyamıza zarar verecek mi, vermeyecek mi, henüz bu aşamada belli değil” gibi bir açıklama yapmış ki, düşüp bayılıyordum okuyunca. Hiçbir şeyi kavrayamadıkları belli oluyor. Ama Obama’ya da kavratacaklarını sanıyorum. Çünkü 6 Kasım’da seçimlere tam bir yıl kala daha önce Keystone XL’e karşı kendini tutuklatan Bill McKibben ve 1220 küsur insan, yeni bir hareketle Beyaz Ev’i kuşatacaklar bu kez. Obama’nın O harfi gibi bir halka yapacaklar. Artık karar senin diyecekler. Obama belki o zaman kavrayabilir.
- Peki ya Türkiye?
Bütün bunlar bize çok uzak gibi geliyor. Ama değil. Mesela HES’ler gibi herkes tarafından o kadar da önemsenmemesi mümkün görünen bir konuda, akıl almaz derecede vahim bir durum yaşanıyor. HES meselesi de ABD’de, İspanya’da ya da Tahrir’de yaşanan olaylar da bire bir bağlantılı. Açık Yeşil’de ele aldığımız TMMOB’un HES raporunun sonuç bölümünü hatırla. Hayatın vazgeçilmez unsuru olan su hiçbir şekilde şirketlerin insafına ve denetimine bırakılmamalıdır diyordu orada. Oysa ülkenin neredeyse bütün akarsuları, deresi, ırmağı, çayı, tamamıyla, birkaç yüz ya da birkaç bin şirketin kısa vadeli kârlarına peşkeş çekilmek üzere şirketlerin insafına terk edilmiş durumda. Bir avuç şirket kâr etsin ve ülkenin elektirik üretimine sözüm ona %3-5 katkıda bulunsunlar diye 2000’i aşkın HES’in yapımına izin veriyorlar. Ne o şirketler, ne de hükümet görebiliyor olup biteni. O şirketlerin arkasında şu anda , eskilerin deyimiyle büyük bir cehdle, celadetle pala sallayan AKP hükümeti var, bu besbelli, ama sadece o değil. Bu HES’lerin yapılmasını sağlayan yasa AKP’den 2 yıl önce, 2001’de çıkarılmış.
Ama tıpkı Tahrir’de, Sol meydanında ve Wall Street’teki gibi, bu insanlar da yaşama alanlarını ve sularını vermeyecekler. Türkiye’nin en muhafazakâr diye bilinen yörelerinden biri olan Erzurum’da 80 küsur yaşında bir kadının çıkıp “ben bu suyu vermeyeceğim, bu biline” diye iş makinelerinin önüne geçtiğini izleyince, ben oturduğum yerden bunu sürdürmelerinin imkânı olmadığını görebiliyorum. Hükümetler istedikleri kadar kanun hükmünde kararnameler çıkarsınlar, şirketler istedikleri kadar güya halkı ve hakimleri bilgilendirmek için “HES platformları” kursunlar, istedikleri kadar polisi ve jandarmayı halkın üzerine sürsünler, “Bir Avuç Cesur İnsan” filmindeki gördüğümüz yaşlı kadınları ya da işte Erzurum’da böyle 80 yaşında bir insanı böyle laflar edecek, can havliyle her eylemi yapacak duruma getirmişler artık. Bence bundan sonra sadece daha fazla acı çekilecek, ama bu insanlar o suları veya arazileri, kaynakları şirketlere yar etmeyeceklerdir.
- Dünyanın her yerinde emekliler, işçiler, işsizler, öğrenciler, tamamen sıradan insanlar aynı şeye karşılar: Şirketlerin egemenliğine.
Şirket kapitalizmi denen şey ve bunun getirdiği sistem politikayı da ele geçirmiş durumda. İnsanlar partilere de inanmıyorlar artık. Çünkü sistem çalışmıyor. Sistem sadece bu HES’çi şirketler gibi şirketlere çalışıyor.
- Bu sistem bugün ortaya çıkmadı, ama bu mücadele de 10 yıl önce bile bu şekliyle yoktu. Değişen ne?
Bir tür nihai sınıf mücadelesi başlıyor diyebiliriz. Bunu nihaileştiren ve kesin laflarla konuşmamıza yol açan şey de bütün bunların bağlamı ve çerçevesi. Bu da küresel iklim değişikliği. Artık hiçbir şekilde beklemeye tahammül kalmadı. Sadece 2010’da ve sadece Asya’da iklim ve hava felaketlerinden dolayı 30 milyon kişi, Türkiye nüfusunun üçte birinden fazla insan, evini barkını terk etmiş ve mülteci durumuna düşmüş. Katran kumullarını da çekerlerse, artık bundan sonra atmosferdeki karbondioksiti 350 ppm düzeyine geri çekme imkanı kalmayacak. İklimbilimci Hansen’in dediği gibi, esas itibariyle “game over” olacak. Dünya kavrulup gidecek, canlılar için yaşanabilecek bir yer olmaktan çıkacak. Değil derelerin güzelliğinden söz etmek, artık hiçbir yerde yaşanamayacak. Occupy Wall Street eylemcilerinin en temel talepelerinden biri de iklim değişikliğinin durdurulması. Adını açıklamak istemeyen önemli bir akademisyen de konuşmuş eylemcilerle. Bu bir avuç insanın, işte sadece 400 ailenin kurdukları egemenlikle gezegeni ve ekosistemi yok ettiklerini biliyorlar diyor. Bir de yeni bilgi, çok ciddi bir bilimsel araştırmaya göre OWS isyancılarının söyledikleri ispatlanmış durumda: Yeryüzündeki tüm ulusaşırı şirketlerin sadece 147 tanesi, tüm şirketlerin ekonomik değerinin yüzde 40’ını kontrol ediyor. Dahası, en baba 50 şirketin 45’i de (yüzde 90) finans şirketleri! Eh, yüzde 99’cular tamamen haklı sayılmaz mı yani bu durumda?
Gerçekten de Enternasyonal marşındaki gibi, “bu kavga son kavgamız” olabilir. Âciliyet had safhada. Hedges, küreselleşme ve dizginlenmemiş kapitalizmi yürütenler bunu “doğal hukuk” gibi bir şey olarak görüyorlar diyor. Sürekli ve ebedi olacak, asla değiştirilemeyecek bir süreç sanıyorlar. Ama elitlerin göremediği şey şu: İnsanları mahveden bütün bu emperyalist savaşlar durduruluncaya, bu düzen tamamen değiştirilinceye, bu şirket sistemi ortadan kaldırılıncaya kadar, bu isyan hareketi, bu ayaklanma durmayacak.
- Teşekkür ederim.
Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete
URL: http://www.yesilgazete.org/?p=40945

26 Ekim 2011 Çarşamba

Gurur


Neden Savaşmak Zorundayız?

Üç yaşındaki oğlumun en sevdiği kitap, Mavinin Derinliklerinden başlığını taşıyor. Planktonlardan palyaço balıklarına, oradan orkalara varıncaya kadar deniz hayvanlarının bir sürü kocaman renkli fotoğrafı var kitapta. Sabahları oğlumu sık sık, pijamalarını giymiş, odasında yere oturmuş, kitabın sayfalarını özene bezene çevirirken buluyorum. Önündeki muhteşem deniz yaratıklarının adlarını söylediğini ne zaman duysam, kalbim parçalanıyor. Oğlumun ömür süresi içinde, eğer insan davranışlarında radikal bir geri dönüş olmazsa, dünyanın okyanusları ve onların desteklediği hayat sistemleri ölmüş olacak.

Ben çocuklarım için mücadele ediyorum. Bu benimle ilgili birşey değil. Onlarla ilgili. Önümüzde göreceğimiz feci kopuş ve kırılmalarla yüzleşmek şöyle dursun, bunları kabullenme konusunda bile gösterdiğimiz toplu kifayetsizlik ve yetersizlik karşısında duyduğum derin ümitsizliği, insanları ve doğal dünyayı tükenişe ya da çöküşe götürecek kadar istismar eden şirket sistemlerine kafa tutmak için tüm enerjimi ve direncimi seferber etme konusunda bir baba olarak duyduğum müthiş arzu telafi ediyor. En azından, umuyorum ki, çocuklarım geri dönüp baktıklarında, ekosistem kâr adına mahvedilirken, dünya şirketler tarafından korkutucu bir neofeodalizme, bir tür totaliter kapitalizme dönüştürülüp yeniden biçimlendirilirken, babalarının pasif bir seyirci olarak kalmamış olduğunu görecekler. En azından, umuyorum ki, babalarının başını eğmeden tutuklanıp hapishaneye götürülüşüne tanık olacaklar. Benim direnişim nefretten değil, sevgiden kaynaklanıyor: Şirketlerin çarpık kâr kültürünün anlamsız ve aşırı duygusal bulduğu şeylerin hepsine duyduğum sevgiden: Çocuklara, göllere, ağaçlara, ötücü ardıç kuşunun ormanın derinliklerindeki şarkısına...

Şiddetli iklim değişikliğinin sonuçları kaçınılmaz olacaktır. Tuhaf hava olayları, yani örneğin Amerika’nın Ortabatı eyaletlerindeki orman yangınları ve kasırgalar, bunların yanı sıra Çin’de, Pakistan’da, Bangladeş’te ve Avustralya’da şiddetli seller, yanı sıra yeryüzünün dört bir yanında artıp duran sıcaklar ... Bunların hepsi birden üstümüze çullanmış durumda. Ve bu sadece başlangıç. Asıl en korkutucu olan şey ise ekosistemin çehresini, daha birkaç yıl önce yapılmış en iç karartıcı bilimsel araştırmaların öngördüğünden dahi daha hızlı bir tempoda bozan ve onu şekilsizleştiren küresel ısınmanın âni ve dehşet verici hızlanışının topluca inkâr ve kendini kandırma dalgası ile karşılanmakta olması. Küresel sıcaklık daha şimdiden bir derece yükselmiş ve Kuzey Kutup bölgesinin hızla erimesini başlatmış durumda. Her bir derece Celsius sıcaklık artışı, tahıl rekoltesinde yüzde onluk bir azalma anlamına geliyor. Tüm karbon salımlarını bugün durdursak, sıcaklık en az bir derece, hatta belki daha da fazla artmaya devam edecek. Göklerden âniden inecek bir mucize dahi bizi köklü iklim değişikliklerinden, büyük çaplı insan göçlerinden, yükselen deniz seviyelerinden, kıtlıklardan ve yaygın yiyecek sıkıntılarından kurtaramaz artık. Cesur yeni dünyamıza hoş geldiniz.

İnsan türünü kendini yoketmekten kurtarabilecek tek geçerli seçenek –yani fosil yakıt bağımlılığına son verilmesi– Kyoto’da yapılmış o zayıf anlaşmayı bile yırtıp atmış olan endüstrileşmiş dünyanın kudret simsarları tarafından tamamen yok sayılmaktadır. Durumu düzeltmek ve geri çevirmek adına geriye kalan son cılız umut, aralıksız sivil itaatsizlik eylemlerinden, resmî kudret ve iktidar sistemlerine açıkça karşı koymaktan geçiyor. Bu, gözaltına alınmak, tutuklanmak da demek. Aralarında Wendell Berry ve Bill McKibben’ın da bulunduğu, toplumun en ileri görüşlü ve önemli seslerinden pek çoğunun vardığı sonuç bu.

Sistem içinde kalıp onu içeriden düzeltme işi yattı. Sistemin dışında çalışıp ona baş kaldırma çalışması da başarısız olabilir. Bu konuda dürüst olalım. Kudretin şirketleşmiş yapıları, bırakın gezegeninkileri, sıradan vatandaşların ihtiyaçlarına, haklarına ya da isteklerine karşı tamamen kayıtsız oldukları gibi, kitle iletişim araçlarından seçim politikalarına ve yargı erkine kadar tüm kudret ve iktidar sistemlerini gasp etmiş durumdalar.

Gerçekçi bir insanın ümitsizlik ve yeise kapılması anlaşılabilir birşey. Kendi iç dünyama çekilme yolunu seçecek olsaydım, yaprak üfleyicilerinin sesini bir daha hiç duymayacağım küçük bir toprak parçası edinir, artakalmış ne kadar huzur kırıntısı varsa onları da ailemde, kitaplarımda ve doğal dünyanın fısıltı ve güzelliğinde bulurdum. Ama teslim olmak ahlâken caiz değildir. Teslim olmak ve mücadeleyi bırakmak, Oturan Boğa’nın bizi uyardığı gibi, doğmuşla doğmamışları ve bitkilerle hayvanları –ki Oturan Boğa onları da kutsal sayıyordu– perişanlık, sefalet ve ölüme mahkûm etmektir. Bizim böyle birşey yapmaya hakkımız yok. Dik durmak ve hayatı savunmak için savaşmak zorundayız.

Bizden sonra gelecekler için, şu an itibariyle çok küçük, çok zayıf ve mücadele edemeyecek kadar güçsüz kalmışlar için, doğmuşlarla doğmamışlar için, benim oğlum gibi doğal dünya karşısında hayranlık ve büyülenme yetilerini henüz yitirmemiş olanlar için savaşmak zorundayız. Çocuklarımıza böyle bir borcumuz var. Şu dünyadaki en zor ahlâki duruş ve en büyük cesaret gösterisi, Oturan Boğa’nın yaptığı gibi, karşımızda saf tutmuş ölüm güçlerinin karanlık ve kudretini açık seçik görebildiği halde gene de ona direnme yürekliliğini gösterebilmektir. Oturan Boğa ömrünün son dakikalarında en çok, kendi halkı için yeterince sıkı bir savaş verememiş olmaktan ve ileride halkının kendisini bu yüzden lanetle anması ihtimalinden korkuyordu.

Direnmek, özerk beşerî varlıklar olarak kişisel haysiyetimizi korumaktır. Direnmek, birer nesne olarak sınıflandırılmaya razı gelmediğimiz anlamına gelir. Belirsiz, muğlak varlıklar olarak kabul edilmeye başkaldırmanın bir yoludur direnmek. Hayat kısa. Hepimiz öleceğiz. Adalet uğruna verilen savaşların neredeyse tamamı bizler gittikten çok sonra da devam edecek. Şahsen ben, teselliyi inançta buluyorum. Herhangi bir yerleşik din ya da inanış değil, dediğim: Hepimizin iyilik yapmaya yazgılı ya da çağrılı olduğumuza dair bir iman bu; en azından, kendimize göre en iyi tanımlayabildiğimiz şekliyle iyilik yapmak ve sonra da koyvermek gitsin diye: “iyilik yap denize at, balık bilmezse hâlik bilir” hali. Bu iyiliğin nereye gittiğini bilmeyiz, hatta bir yere gidip gitmediğini de bilmeyiz. Budistler bunu “iyi karma” diye adlandırıyor. Ama direniş eylemlerinin –ki gerçek manevîliğin konusu daima direniştir– asla anlamsız olmadığını gösterir inanç; elle tutulur, gözle görülür tüm işaretler yenilgi ve başarısızlığı gösteriyor olsa bile böyledir bu. İşte bu inanç bana büyük huzur veriyor.

Cyrano de Bergerac’ın, ömrünün son savaşında, hem de kazanmasının imkânsız olduğunu bildiği bir savaşta düşmana hamle ederken dile getirdiği inançtır bu. Ölümcül şekilde yaralanmış, Ölümle yüzyüze gelmiştir, dehşetli bir ürperme ile birdenbire ayağa kalkar: “Hayır! Koltukta olmaz!”

Dostları ona yardım için fırlayıp koşarlar. “Sakın bana destek olmaya kalkışmayın!” der onlara, bir ağaca dayanarak. “Bırakın, ağaç yeter...

“Gelecekse buyursun! Biz de hoş geldin deriz, kendisini ayakta,
elde kılıç bekleriz" ...

“Ne dedin?” diye bağırır sonra Cyrano, karanlığın içine doğru. “Beyhude mi? O malûm! Sen başla saldırmaya! Mutlaka galip gelmek için çarpışılmaz ya! Evet, hatta beyhude olunca daha güzel! – Nedir bu kalabalık? Bin kişi mi? Mükemmel! Sizi tanıdım şimdi, bizim eski düşmanlar! Yalancılık! Al sana! – Zamaneye uyanlar! Bunlar da hurafeler, alçaklıklar!”...

Kılıcını savurur: “Ha nasıl? Anlaşalım mı? Asla asla!... Ah, işte asıl düşmanım, sen, aptallık! Kibir! Burdasın ha? – Nihayet biliyorum hakkımdan geleceksiniz, evet. Fakat kalbim çarptıkça, sonuna kadar, kinle, ben yine vuruşurum, vuruşurum sizinle!”

Nefes nefese durur, artık ölmek üzeredir: “Her şeyimi koparın, bekletmeyin ölümü: Alnımdaki defnemi, göğsümdeki gülümü koparıp alın! Fakat size rağmen, bir şeyim, öyle bir şeyim var ki alıp götüreceğim. Ve bu akşam çıkınca Allahın huzuruna, yedi kat gökyüzünün o masmavi nuruna, eşikten selam verip karışacağım zaman yanımda bulunacak. Allahıma buradan lekesiz, buruşuksuz onu götürüyorum! Evet, ne yapsanız da...”

Kılıcını kaldırarak atılır: “Bu benim...”

Kılıç elinden düşer, sarsılır, dostlarının ve Roxane’ın kolları arasına düşer.

“ ... Gururum!”    

Chris Hedges

*** 

Türkçeye aktaran: Ömer Madra


(Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac adlı oyunundan yapılan alıntıların çevirisinde ağırlıklı olarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1945’te yayımladığı Sabri Esat Siyavuşgil tercümesi kullanılmıştır.)