10 Kasım 2015 Salı

Tek Soruluk Telafi Sınavı

8 Kasım 2015

Sevgili sınıf,

Geçen hafta (3 Kasım 2015 tarihinde) gerçekleştirilen Açık Sınav’da ülkenin yorumlanması güç siyaset sahnesini kavramak için sizlere bir paragraflık bir metin verilmiş, bu metni araç olarak kullanarak bir analiz geliştirmeniz istenmişti.

Gelen cevaplar değerlendirildiğinde, “evde elektrikler kesikti, çalışamadım” şeklindeki gerekçelerle boş kâğıt verenlerin ezici çoğunlukta olduğu gözönüne alınarak, sınıfın hüzün verici seviyesini biraz yükseltmek amacıyla, sizlere yeni bir fırsat verilmesine karar verilmiş olup, sınavın aynı sorularla bir kez daha tekrarı cihetine gidilmektedir.

İlaveten, yalnızca genel depresyon ya da melankoliyi dağıtmak amacıyla, sadece bir kereye mahsus olmak üzere, 2 puanlık bir de “bonus” sorusu sorulması kararlaştırılmıştır. Böylelikle, sınıfın çalışkan ve disiplinli öğrencilerinin –onlar kendilerini bilirler– ekstradan küçük bir gayret sarfetmek suretiyle, eski ve yeni tüm soruları doğru ve eksiksiz cevaplamaları halinde 10 üzerinden 12 almaları olanağı doğmaktadır.

(Tembel ve disiplinsiz öğrenciler – onlar da kendilerini bilirler – içinse an itibariyle yapılacak fazla birşey olmadığı açıktır.)

İşte bonus test sorunuz:

Geçen sınavdaki ana soru metninde tarif edilen yönetim biçimine geçilmesi tehlikesini önlemek için başvurulacak şu aşağıdaki yöntemlerden hangisi sizce en etkili olanıdır?

a) Dostu düşmanı, tanıdıkları sorumlu tutup sabahtan akşama onlara sövüp saymak.

b) Eve kapanıp televizyon ve bilgisayar ekranları başından en az 6 ay kalkmamak.

c) Âlemlere akmak ve paralar tükenene kadar eğlenceden eğlenceye koşup coşmak.

d) Evi barkı dağıtıp, küresel iklim değişikliğinden en az etkilenecek ülkeye göçmek.

e) Yenilgi kesin olsa da adalet, eşitlik, özgürlük kavgasının “müthiş sorumluluğu”nu almak. (bkz:)


İpucu için bkz: Edirne'de mahallesindeki tek parkın yapılaşmaya açılmaması için direnen Kıymet Peker.

[NOT: “Hiçbiri” veya “Hepsi”, şıklar arasında yer almamaktadır; lûtfen yazmayınız!]

Hepinize başarılar!

Ömer Madra
8 Kasım 2015

3 Kasım 2015 Salı

Açık Sınav


Merhaba sınıf,
Hırsızlar, polisler, intihar bombacıları, gangsterler, mankurtlar ve kayyumlar arasında geçen heyecanlı bir seçim öncesi dönemini geride bıraktıktan sonra artık yeniden okullu olduk. Şimdi, kalemleriniz ve kâğıtlarınız hazırsa, Siyaset Bilimine Giriş dersimizin ilk sınavına girmeye de hazırsınız demektir. Soru metni aşağıdadır:

[Faşizm benzeri bir yönetim kurmak için] ana unsurlar yerli yerinde: Zayıf bir yasama organı, hem itaatkâr hem de baskıcı bir adli sistem, yönetici sınıfı oluşturan zenginleri, nüfuzlu kişileri ve şirketleri sürekli kayırırken daha yoksul vatandaşları âciz durumda ve siyasi umutsuzluk içinde tutacak, orta sınıfları ise işsizlik korkusu ile ekonominin yeniden düzelmesi halinde muhteşem ödüllere kavuşma beklentisi arasında iki arada bir derede bırakacak şekilde mevcut sistemi sulandırmaya kararlı bir partiye...dayanan bir siyasi parti sistemi. Bu düzenin suç ortaklığını yapanlar ise şunlar: sahipleri giderek az sayıda kişinin elinde toplanmış bir havuz medyası, hayırsever şirket sahipleriyle bütünleşen üniversiteler; iyi fonlanmış düşünce havuzları ile muhafazakâr vakıfların bünyesinde yapılanmış bir propaganda mekanizması; ülkedeki yerel polis teşkilatları ile ulusal kolluk kuvvetlerinin giderek daha sıkı işbirliği yaparak teröristlerin, şüpheli yabancıların ve ülke içindeki muhaliflerin kimliğini belirleme çalışmaları yürütmesi...

SORU 1: Yukarıdaki metnin yazarı olan tanınmış siyaset bilim hocası kimdir?
SORU 2: Metin hangi tarihte, hangi yayın organında, hangi vesile ile yayımlanmıştır?
SORU 3: Ülkenin yorumlanması güç siyaset sahnesini kavramak için yukarıdaki metni bir araç olarak kullanarak kısa (130 kelimeyi geçmeyecek) bir mukayeseli analiz yapınız.
Hepinize başarılar!
***
[NOT: Puanlama:  1. Soru: 2 puan; 2. Soru: 3 Puan; 3. Soru: 5 puan = Toplam: 10 puan]
[NOT 2: Cevap anahtarı için bakınız:
Çağın önde gelen filozoflarından siyaset teorisyeni ve yazar Profesör Sheldon Wolin 21 Ekim 2015 tarihinde 93 yaşında hayata veda etti. Hakkındaki anma yazısı ve ve kendisinin bundan 12 sene önce ABD’nin Irak işgalinin hemen ardından Nation dergisi için kaleme aldığı anıtsal “Inverted Totalitarianism” (Başaşağı Totaliterlik) makalesinin bir değerlendirmesi için şurada: www.thenation.com/authors/richard-kreitner/]

Ömer Madra
2 Kasım 2015

2 Ekim 2015 Cuma

Birbirimizle ve Doğa ile Yeniden Tanışmak İçin Son Şans...

Suriyeli bir mülteci aile tarafından, Suruç yakınlarında, Suriye-Türkiye sınırında geride bırakılmış bir boş beşik. (Reuters / Murat Sezer)

Kolonyalizmin hiç olmazsa hukuken sona ermesinden sonraki dönemlerde bir ülkede yaşayan insanlar topluluğunun başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri, başka bir ülkenin istila ve işgaline uğramak ise öteki de iç savaş cehennemine savrulmak olsa gerek. Yakın dönem için konuşulacaksa, doğudaki komşumuz Irak bunlardan birincisi; güney komşumuz Suriye de ikincisi için “mükemmel” birer örnek olarak gösterilebilir. İnsanlık tarihinin en eski medeniyetlerinden ikisine beşiklik eden bu yerler, “medeniyet” bir yana, artık bildiğimiz anlamda birer ülke olmaktan bile çıkmış durumdalar. Ve bir daha bu niteliği kazanacakları çok şüpheli.

İşgaller ve İç Savaşlar

Irak’ta 2003 baharı başındaki Amerikan istilasından bugüne kadar geçen 12 yıl altı aylık süre içinde bir milyondan fazla insan şiddet kullanılarak öldürüldü, 33 milyonluk nüfusun hatırı sayılır bir bölümünü oluşturan 4 milyondan fazla insan ya başka ülkelere kaçtı ya da ülke içinde evini barkını terkedip başka yere yerleşti. İstila ve işgalden önce hiç görülmemiş bir mezhep çatışmasıyla ülke bugün paramparça halde. Ülke topraklarının ve insanlarının bir bölümü IŞİD (DAEŞ) adlı tedhiş örgütünün güce dayalı denetimi altında. İntihar bombaları, çatışmalar ve şiddet her yerde kol geziyor.

Suriye’de 2011 baharı başında başlayan ayaklanmanın kısa sürede iç savaşa dönüşmesinden bu yana geçen 4 yıl altı aylık zamanda en az 240 bin kişi şiddet kullanılarak öldürüldü, 22 milyonluk nüfusun yarısından fazlası yerini yurdunu terkedip kaçtı! (7,5 milyonu ülke içinde, 4 milyondan fazlası da –başta 2 küsur milyonla Türkiye olmak üzere– komşulara sığınmış durumda. Türkiye nüfusu ile kıyaslandığında, 38 milyon insandan bahsediyoruz demektir bu.) Suriye topraklarının ve insanlarının bir bölümü de aynı şekilde IŞİD/DAEŞ’in denetiminde. Ayın son gününde Rusya’nın da bombardımanlara başlamasıyla, bu ülkeye bomba yağdıran yabancı devlet sayısı en az 10 oldu! Ve bu 10 devlet arasında Türkiye’de var elbette! Böylece, “vekaleten yürütülen bir dünya savaşı”nın ana sahnesi haline gelen Suriye, yeryüzünün 1 numaralı şiddet ve ölüm merkezi gibi görünüyor desek yeridir.

Suriye savaşı ile beraber, 2015 yazı dünyanın II. Dünya Savaşı’ndan bu yana gördüğü en büyük mülteci krizine sahne oldu. Kuzey Avrupa’ya kapağı atabilmek için her şeyi yapan bu savaş ve şiddet mağduru yoksul insanları Avrupa’nın hiçbir ülkesinin hükümeti kabul etmek istemiyor. Bu insanların hiçbiri bir daha ülkelerine de dönebilecek gibi görünmüyor. Zira, geride bildiğimiz anlamda evleri, köyleri, kasabaları, kentleri, ya da –açık söylemek gerekirse– ülkeleri bile kalmış değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, açıkça telaffuz edilmese de, ne Irak’ın ne de Suriye’nin bir daha eskisi gibi birer “ülke” olabileceğini düşünen kimse de yok aslında dünyada.*

Türkiye’de “Çifte Kavrulmuş” bir Felakete Doğru

Ortadoğu’nun en başarılı başarılı “medeniyet projelerinden” –ve en azından biçimsel olarak “yürüyen 2 demokrasisinden biri– kabul edilen Türkiye de, işin ilginç yanı, demokrasi tarihinin her bakımdan en başarılı seçimlerinden birini gerçekleştirmesinin hemen ardından şaşılacak bir süratle yukarıda sözü edilen her iki örneğe de uygun düşebilecek “çifte kavrulmuş” bir felaket durumuna doğru serbest düşüşe geçmiş görünüyor.

İnternet haber sitesi Bianet’te Eylül ayının son günü yayınlanan Yüce Yöney imzalı çarpıcı haber analizi iyice hastalanmakta olan “beden”in durumunu net olarak gösteren bir PET/CT taraması gibi ele alınabilir pekala: 21 Temmuz günü Şanlıurfa/Suruç’ta hepsi sivil 33 genç kız ve delikanlının paramparça edilerek öldürüldüğü korkunç katliamın ardından Eylül’ün son gününe kadar geçen 71 gün içinde 20 çocuk öldürülmüştü. 35 günlük bir bebekten başlayıp yaşları 7, 8, 10, 11, 12 13, 14, 15, 16 ve 17’ye kadar uzanan bu çocukların tümü, PKK ve YDG-H ile devlet güvenlik güçleri arasındaki “çatışmalı ortam” nedeniyle ölmüşlerdi.

Şırnak, Diyarbakır, Ağrı, Mardin ve İstanbul’da hayatını kaybeden bu bebek ve çocukların ölüm sebepleri şöyle sıralanıyor: Çatışma sırasında çatıdan düşerek, polis kurşunuyla, keskin nişancılar tarafından vurularak, çatışma içinde kalarak, polis ateşi sonucunda, bomba patlaması sonucunda, zırhlı araçtan ateş açılması sonucunda, ambülansın sokağa girmesine polisin izin vermemesi yüzünden, el yapımı patlayıcının infilakıyla, evini vuran bomba ile, protesto gösterisi sırasında polis kurşunuyla...

Burada ortaya çıkan şey, hem günlük dilde hem de fiiliyatta eşzamanlı olarak hızla yaygınlaşan şiddet ve kan banyosunun yarattığı bir kaos ve –belki bir de, sosyolog Durkheim’dan ödünç alabileceğimiz bir terimle– anomi haline doğru dörtnala bir koşu. Hayli tehlikeli bir “hal ve gidiş” de diyebiliriz: Ülkenin vahşet ve dehşetle yoğunlaşan bir kan deryasının ortasında, bir yandan Irak’taki mezhep çatışmasına gidebilecek bir etnik çatışmaya, öbür yandan Suriye üzerinden bölge çapında bir uluslararası savaşın içine çekilme riski içinde olduğu söylenebilir.

İşin belki en kötüsü –eh, iç savaş, parçalanma tehlikesi, çocuk ölümleri, yaygın şiddet ve dehşetten daha kötüsü ne olabilir diye düşünebileceklere karşı, evet maalesef daha da kötüsü olabilir diyelim!– hem ülkedeki, hem bölgedeki bu korkunçluklar yüzünden, yeryüzünde bütün canlılar âlemini bekleyen asıl büyük felaketi zaten göremezken büsbütün gözden kaçırıyor hale gelmemiz! Yani, bir yandan vatan- devlet-din-ahlâk vb. elden gidiyor diye naralanırken, asıl başka şeylerin ebediyen elden kaçmakta olduğunu ortaya koyan can alıcı göstergeleri hepten gözden kaçırıyor olabiliriz!

Asıl Gözden Kaçırdığımız Felaket

“Gösterge tablosu”na kısaca bir göz atalım isterseniz: ABD’nin ve dünyanın önde gelen bilim kuruluşlarından NOAA, aylık raporunu açıkladı ve dudakları uçuklattı: Buna göre yeryüzü geçen ay 3 rekoru birden kırmıştı: Gezegen, kayıtlara geçmiş en sıcak Ağustos ayını, en sıcak yaz mevsimini (Haziran-Ağustos) yaşamıştı ve en sıcak yılı yaşamaktaydı. 2015’in gelmiş geçmiş en sıcak yıl olacağı kesinleşmişti – hem de uzak ara! Küresel ısınmada uzunca süredir beklenen sıçrama da, artık an meselesiydi! (Bkz.: Joe Romm, Climate Progress, 17 Eylül) Tablodan çıkan sonuçlar özetle şöyle:

Ağaçlar elden gidiyor: Dünya Kaynakları Enstitüsü insanlığın, medeniyetin başladığı dönemden bu yana, gezegen üzerindeki ağaçların yarısını yok ettiğini hesapladı. Ağaç örtüsünün en yoğun olduğu tropik bölgelerde sadece geçen yıl Güney Kore ülkesinin yüzölçümünün tamamı büyüklüğünde bir ağaçlık alan yok edilmiş. Ağaçların bu gezegen üzerindeki en hayati ve –dolayısıyla– en önemli organizmalar sayıldığını herhalde hepimiz biliyoruz. Öyleyse bu “gelişme”nin bayağı dehşet verici olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Denizler elden gidiyor: BM okyanusların durumu üzerine yapılmış ilk kapsamlı araştırmayı tamamladı. İnsanlığın, denizleri yıkımdan ve deniz canlılarını yokoluştan kurtarmak için zamanının bitmek üzere olduğu resmen açıklandı. Denizler dünya yüzeyinin neredeyse dörtte üçünü kapsıyor. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası (3,5 milyar insan) yiyecek, enerji ve gelir kaynağı olarak denizlerin “eline bakıyor”. Ama balıkların sayısı sadece son 40 yıl içinde yarıya inmiş! Bir zamanlar denizlerde yüz milyonlarcası dolaşan orkinosların sayısı şu anda 40 bine düşmüş! Hayli ürkütücü bir başka “gelişme”olarak hâlâ sınırsızca avlanmaktalar!

Havamız elden gidiyor: Şehirlerde açık hava kirliliğinden her yıl 3,3 milyon insan ölüyor, emisyon kısıtlamasına gidilmediği takdirde bunun 35 yıl içinde 2 katına çıkacağı hesaplanıyor. VW başta olmak üzere dünyanın önde gelen yüce otomobil markalarının bütün dünyayı müthiş bir hile ile aldatarak hava kirlenmesine yol açan zehirli gaz salımlarını –azamî kâr için– gizledikleri artık bilindiğine göre, bütün hesapların hepimiz aleyhine yeniden gözden geçirilmesi gerektiği de cabası!

Suyumuz elden gidiyor: 1 litre süt elde etmek için 1,000 litre su kullanınca, ½ kiloluk bir biftek için 19 bin litre su kullanınca, tarımda kullanılan suyun yüzde 60’ını hovardaca havaya savurunca, nehirleri-gölleri-yeraltı su kaynaklarını kurutup, geri kalan suyu da kullanılmaz ölçüde kirletince, yani yeryüzünde zaten yalnızca yüzde 3’ü taze ve kullanılabilir olan suyun kalan (erişilebilir) kısmını da talan edince, Mars’ta su bulunması haberlerine bel bağlayan bir tuhaf insanlar topluluğu halini almakta gecikmiyoruz galiba. 

Hayvanlar ve bitkiler elden gidiyor: Endüstriyel kirlenme yüzünden yeryüzündeki deniz kuşlarının yüzde 90’ının mide ve barsaklarında plastik parçaları bulunduğu açıklandı. Bazı kuşların midelerinden, bozulmamış oyuncak kamyonlar bile çıkmış! Özellikle küresel iklim değişikliği sebebiyle gene önümüzdeki 35 yıl içinde yeryüzündeki tüm bitki ve hayvan türlerinin en az dörtte birinin sonsuza kadar ortadan kalkacağı saygın bilim dergilerinde yayınlandı. İnsanlığın gıda olarak kullandığı bitkilerin % 70’ini tozlama yoluyla çoğaltan arıların nasıl “kırklara karıştığını” ise zaten biliyorsunuz; tekrara gerek yok.

İnsanlık elden gidiyor:  Şiddet ve açlıktan kaçarak Avrupa’ya sığınmak isteyen insanların göç dalgası II. Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük boyuta ulaştı. Sadece geçen yıla göre bu yıl % 40 artış var! İklim değişikliği konusunda bu yıl Paris’te sıkı önlemler alınmazsa sıcaktan, kuraklıktan, açlıktan, kıtlıktan, sel ve taşkınlardan ve bir de “işlemeyen devletler”den dolayı, önümüzdeki 35 yıl içinde göçmen sayısının milyonları, hatta 200 milyonu dahi bulabileceği hesaplanıyor! Ürkünç.

Velhasıl-ı Kelam

Neoliberalizmin ve küresel kapitalizmin hepimizi getirdiği son nokta, işte burası. Chris Hedges’ın geçenlerde yazdığı gibi, “gerek birbirimizle, gerekse ekosistemle olan ilişkilerimizi kökünden yeniden biçimlendirmeyi” başaramazsak (“The Great Unraveling,” Truthdig, 30 Ağustos) bu kâbustan uyanmak ne kendi ülkemizde, ne de gezegenimizde mümkün olabilir.

Yani, sıkı mücadele gerekiyor dostlar. Ayın sonunda Shell’in Kuzey Kutbu’ndan âniden çekilivermesini, TransCanada’nın katran kumulları için toprak sahiplerini dava etmekten vazgeçivermesini ve projeyi ufak ufak terketmeye başlamasını, ve belki bir de, Anadolu Holding’in Gerze’ye âniden “bye bye” demesini hiç akıldan çıkartmamak lazım. Olunca oluyor yani.

Herşey bize bağlı.


* Meseleye bakışımızda kolaylık olsun diye basite indirgemeye çalıştığımız bir durum bu: Irak ve Suriye’yi, göz önündeki belirgin iki örnek olarak ele aldık sadece. Yoksa, bu iki komşuya ilaveten, fiziki, ekolojik, toplumsal ve siyasal çözülmenin sonucunda kudurmuş kör şiddetin kol gezdiği, sivillerin peşpeşe kitleler halinde katledildiği ülke ve bölgeleri tek bir seferde şöylece saymak da mümkündü: Afganistan, Suudi Arabistan, Yemen, Libya, Cezayir, Tunus, Fas, Lübnan, İsrail ve Filistin toprakları, İran, Moritanya, Nijerya, Hindistan, Pakistan, Sri Lanka, Endonezya, Rusya ve Çin...

3 Eylül 2015 Perşembe

“Tek Yol Devrim” v2.0

“Denizler Yükseliyorsa, Biz de Yükseliyoruz!”
“Denizler Yükseliyorsa, Biz de Yükseliyoruz!”

Daha sonbahar bile gelmedi. Ama, Ağustos ayı tarihteki en sıcak Ağustos ayı oldu ve 2015 yılının tarihteki en sıcak yıl olacağı da daha şimdiden neredeyse kesinleşti. Durum, o hüzünlü hüzzam şarkıda söylendiği gibi yani:

“Kara talihimden yine bu yıl da
 Baharı görmeden yaz geldi geçti...”

Son çeyrek yüzyıl içinde dünyanın içine düştüğü şu hale bakın! Tarihin gördüğü bu en sıcak yılda mini minnacık bir elit, kuralları öylesine eğip bükmüş ki, ekonomik büyüme ya da kalkınma denen oyunun adı “hepsini al!” olmuş. Oxfam yardım kuruluşu yılın başındaki raporunda dobra dobra söylemişti: Sadece 80 insan evladının –ama çok zengin 80 insan evladının– serveti, dünya nüfusunun yarısının yani 3,5 (yazıyla üç buçuk) milyar insanın tüm varlığına eşitti! Dahası, çok yakın gelecekte en zengin yüzde 1, geri kalan tüm insanların maddi varlığının toplamından fazlasına sahip olacaktı. 1

Demokrasi mi dediniz? Eşitlik? Adalet? Gelecek nesiller? Sesiniz pek iyi duyulmuyor da. 

Bu tuhaf rakamlar oyununa biraz daha devam edelim isterseniz: Son 250 yıl içinde dünyanın atmosferini tarumar eden sera gazı salımlarının üçte ikisine sebep olan şirket sayısı kaç dersiniz? Sadece 90! (Yazıyla doksan). Ayrıca, hayvan tarım endüstrisini oluşturan bir-iki dev şirketin ilavesiyle, karbon salımlarının oranını kolaylıkla yüzde 90’a çıkarabiliriz. Kısacası, gezegenin yıkımından neredeyse total olarak sorumlu şirket sayısı, toplamda 100’ü bulmayacaktır!2 
Öyleyse, önden buyurun: Bildiğimiz dünyanın sonu adlı korku filminin prömiyerine hoş geldiniz! Başroller 80 kişi ve 100 şirket arasında dağıtılmış.


Neoliberalizm Faciası

Buna neoliberalizm deniyor.

Amerikalı düşünür, yazar ve gazeteci Chris Hedges, son makalesinde, başta ABD’de, ama aslında her yerde neoliberalizmin savunucuları neyi vaad ettilerse hepsinin yalan çıktığını şöyle anlatıyor: Küresel refahın eşit dağıtılacağı söylenmişken bir avuç yırtıcı oligarşik elitin elinde toplanan servet, muazzam bir ekonomik eşitsizlik yarattı. Sendika ve haklarından yoksun bırakılan işçi ve emekçi yoksul kesim, son 40 yılda ücretlerinin aynı kalmasından, hatta azalmasından dolayı müzmin yoksulluğa ve işsizliğe mahkûm oldu: stres dolu bir âcil durum hayatı sürdürüyor. Orta sınıf buharlaşıyor. Bir zamanların üretim ve imalat merkezi olan şehirler, etrafı tahta perdelerle çevrilmiş metruk arazilere dönüşüyor. Hapishaneler dolup taşıyor. Şirketler ticaret tarifelerini gizlice yürürlükten kaldırıp kaçırdıkları paraları denizaşırı vergi cennetlerinde istifliyor. Ve, nihayet, demokrasiyi kurup yaygınlaştıracağını vaad eden neoliberal düzen, demokrasilerin içini boşaltıp onları birer şirket canavarına dönüştürdü.3
 

Neoliberal güçler, büyük bir hızla ekosistemi de yıkmaktalar. Dünya yaşayan canlı türlerinin yüzde 90’ının silinip süprüldüğü büyük yokoluşun gerçekleşmesinden bu yana, yani 250 milyon yıldan beri bugünkü seviyede bir iklim yıkımına maruz kalmamıştı.
Küresel ısınma durdurulamıyor. Her iki kutupta da buzlar ve buzullar hızla eriyor; önde gelen iklimbilimcilerden Hansen ve 16 meslekdaşının son araştırmasına göre, deniz seviyeleri bir kuşağın ömür süresi içinde (30-35 yılda) 3 metre, belki daha fazla yükselecek ve belli başlı bütün liman şehirlerini sular kaplayacak.4

Mega kuraklıklar 3 kıtada ve Ortadoğu’da büyük toprak alanlarını kasıp kavuruyor. Bunun sonucunda her yer orman yangınları ile kavruluyor: biri söndürülemeden bir sürü yenisi başlayan yangınlar artık baş edilmez hale geliyor. Kuraklık geçici bir olguymuş gibi algılanıyor, ama bu doğru değil. Yeni araştırmalar da “malûmu ilan” ederek, yeni ağaç dikmekle kadim ormanların telafisinin imkânsız olduğunu açıkça ortaya koyuyor.5 

Yanmayan yerleri ise seller götürüyor. Türkiye’de hükümet yetkilileri mesela Hopa’daki sel felaketinin 500 yılda 1 görülen bir “Nuh Tufanı” olduğunu söylüyor ya, bunlar mesnetsiz açıklamalar. 6 kıtada sadece 3 – 28 Ağustos arasında Hopa’dakine yakın –ya da ondan daha büyük!– 32 “Nuh Tufanı” yaşandığını biliyoruz. Günde 1’den fazla Nuh Tufanı da çok fazla!6

Öte yandan, dünyanın dört bir yanında iklim krizinin ön safında konumlanan ve fakat o krize en az katkıda bulunanlar, yani yerliler, köylüler ve diğer yoksul topluluklar, yerlerini yurtlarını terkedip kitleler halinde kaçıyorlar. Açlıktan, şiddetten, savaştan, kıtlıktan kaçıyorlar. Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Libya’dan, Eritre’den Avrupa’ya kaçıyorlar... Sadece bu sene Avrupa’ya kaçan yaklaşık 300 bin göçmenin 200 bini komşu Yunanistan sahillerine ulaştı. 2,500’ü hayatını kaybetti. Geçen yıla oranla yüzde 40 artış var. Ve bu, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’ya yönelen en büyük göç dalgası! Üstelik artacak! 35 yıl içinde, kavurucu sıcak dalgalarından, kuraklıktan, kıtlıktan, salgın hastalıklardan, sahillerde su taşkınlarından ve “bozuk devletler”in kaosundan Kuzey’e kaçacağı tahmin edilen insan sayısı 50 milyon ila 200 milyon!7

Gene 35 yıl içinde özellikle Asya’da “denize 1 metre mesafe içinde” yaşayan 150 milyon insanın, deniz yükselmesinden dolayı evini terketmek zorunda kalabileceği NASA raporunda belirtiliyor.8 Sade 25 yıl içinde ise tam 33 ülkenin “yüksek su stresi”ne girebileceği açıklandı. Geleceğin “stres mağduru” ülkelerin 14’ü Ortadoğu’da ve evet, Türkiye de aralarında!9

Bu şimdiden muazzam boyutlara ulaşan, ama yakın gelecekte akıllara durgun verecek boyutlara ulaşacağı anlaşılan insan dalgasına “göçmen/mülteci/sığınmacı krizi” gibi adlar veriliyor. (Hatta Türkiye’de medyada “kaçak göçmen/illegal göçmen” terimleri kullanımı son derece yaygın!) Ama, adlı adınca söylemek gerekirse bu, iklim değişikliği yüzünden ortaya çıkan küresel bir göçten başka bir şey değil. Ve, bu tarihî göçün sona ereceğini düşünmek, iklim değişikliğinin durduk yerde biteceğini sanmak kadar büyük bir safdillik olabilir.10

“Neoliberal düzeni söküp atmazsak, insanların ve Yeryüzü’nün sömürülecek birer meta olduğu görüşünü reddeden insancıl geleneği geri kazanamazsak,” diyor Hedges, “bizim endüstrileşmiş ve ekonomik barbarlığımız, bize karşı çıkanların [IŞİD, Boko Haram vb.] barbarlığı ile kafa kafaya çarpışacak. Friedrich Engels’in bildiği şekliyle ‘burjuva toplumu’nun önerdiği tek seçenek şuydu: ya sosyalizmi seçeceğiz ya da barbarlığa geri gideceğiz.’”. Hedges, bu seçimi yapma zamanının çoktan geldiğini savunuyor.11

“Denizler Yükseliyorsa, Biz de Yükseliyoruz!”

Ve işte bakın, neler oluyor! Belki de seçim yapmanın gerçekten eşiğindeyiz. ABD tarihinin en büyük “doğal faciaları”ndan biri olan Katrina Kasırgası’nın New Orleans şehrini vurup yerle bir etmesinin tam 10. yıldönümünde, neoliberalizmin elinde bir deney tahtası olarak kullanılan olağanüstü çeşitlilikteki kentlerine hâlâ dönemeyen siyah ve yoksul “yerel göçmen” aktivistlerin ellerinde taşıdıkları bir pankartta şu basit cümle yazılıydı: “Denizler Yükseliyorsa, Biz de Yükseliyoruz!”

Yalnız New Orleanslıların değil, aynı günlerde Shell’in Kuzey Kutbu’na tecavüze giden azmanlar azmanı petrol platformunun yolunu “kayak” denen bit kadar kanolarıyla kesen Amerikan yerlisi “kayaktivistler”in, ya da Almanya’da Rheinland’ın topraklarını ay yüzeyine çeviren RWE’nin aynı derecede azman linyit kömürü hafriyat makinesinin önüne narin bedenlerini koyarak onu 1 günlüğüne de olsa durduran aktivistlerin, olağanüstü cesaretleriyle hepimizin önüne getirip sundukları da aynı şey aslında:

Şimdi seçim yapma zamanı. Hep beraber itersek, devirebiliriz. Ama, hep beraber itersek!

Bir tür devrim çağrısı nice zamandır bekleniyordu. Neoliberal güçlere karşı iklim hareketi de nicedir yükselişe geçmiş bulunuyordu zaten. Ve nihayet, beklenen çağrı geldi. Tarih: 27 Ağustos 2015’ti.


Tarihten Çıkan Ders: Kitlelerin Seferberliği! Başka Seçenek Yok!

Yeryüzünde canlılar âleminin önündeki en büyük tehdit olan iklim değişikliği ile mücadele konusunda  Ağustos’un son haftası içinde tarihî bir adım atıldı. Paris’te Kasım sonunda başlayacak olan ve tüm dünya ülkelerinin yüksek düzeyde temsil edildiği BM İklim Müzakereleri’ne 100 günden az bir zaman kala, küresel iklim adaleti hareketinin liderlerinden 100 kişi bir araya geldi ve ortak bir bildiri (ya da manifesto) yayımladı.

İnsanlığın bir “yol ayrımı”na geldiğini ilan eden manifestoda, geleceği kurtarmak için tek umudun, dünyada geri kalan fosil yakıt (kömür, petrol, doğal gaz) rezervlerini çıkartmanın ve yakmanın derhal durdurulmasından geçtiği açıkça ilan ediliyor.

Dünyanın içinde bulunduğu fosil yakıt paradigmasının değiştirilebilmesi için, tüm gezegenin üstünden silindir gibi geçmekte olan neoliberal kapitalizm tehdidi ile iklim yıkımı tehdidi arasındaki kopmaz bağa işaret eden metinde, düpedüz bir devrimci dönüşüm çağrısı yapılıyor: 

“Elimizde demokrasiye yeniden cansuyu vermek için benzersiz bir fırsat var; şirketlerin siyaset üzerindeki tahakkümünü söküp atmak, üretim ve tüketim tarzlarımızı kökünden değiştirmek için benzersiz bir fırsat. Fosil yakıt çağını sona erdirmek, ihtiyacımız olan adil ve sürdürülebilir topluma doğru atılacak önemli bir adım...”

27 Ağustos 2015 Perşembe günü internet üzerinden yayınlanan tarihî bildirinin başlığı şöyle: “Fosil Yakıt Hafriyatını Donduralım, İklim Suçlarını Durduralım”

Manifesto, ayrıca “İklim Suçlarını Durduralım” adında bir kitap ve medya projesinin de bir parçasını oluşturuyor. 350.org ve Attac adlı aktivist kuruluşlarının öncülüğünde hazırlanan bu projenin Paris görüşmeleri öncesinde başlatılıp sürdürüldüğü, “zirve” görüşmeleri sırasında ve elbette sonrasında da yükselerek devam ettirileceği önemle belirtiliyor.

İmzacılara gelince: Önde gelen filozof, düşünür, yazar, çizer, sanatçı, siyaset, bilim ve din insanları ve aktivistlerden oluşan 100’ü aşkın imzacı arasında ünlü düşünür ve dilbilimci ABD’li Noam Chomsky, büyük anti- apartheid mücadelecisi Güney Afrikalı Başpiskopos Desmond Tutu, İklim Değişikliği konusunda ilk popüler kitabı kaleme alan ABD’li yazar ve aktivist Bill McKibben, Günümüzün önde gelen yazar ve aktivistlerinden Kanadalı Naomi Klein, Greenpeace International direktörü Güney Afrikalı Kumi Naidoo, Hintli biyofizikçi Vandana Shiva, moda tasarımcısı ve çevre aktivisti Britanyalı Vivienne Westwood, ABD’li - Fransız iktisatçı ve aktivist Susan George da yer alıyor.

Bildirinin Türkçe çevirisini aşağıda bulabilirsiniz. (Vurgular metnin orijinalinde yer alıyor.)


Fosil Yakıt Hafriyatını Donduralım,
İklim Suçlarını Durduralım

Bir Yol Ayrımındayız. Bizler için ancak zar zor yaşanabilir kılınmış olan bir dünyada hayatta kalmaya zorlanmak istemiyoruz. Güney Pasifik Adaları’ndan Louisiana kıyılarına, Maldivler’den Sahel’e, Grönland’dan Alpler’e milyonlarcamızın gündelik hayatları iklim değişikliğinin sonuçları yüzünden daha şimdiden alt üst olmuş durumda. Okyanusların asitlenmesi, Güney Pasifik Adaları’nın sulara batması, Hindistan Altkıtası ile Afrika’da zorunlu göçler, sıklaşan fırtına ve kasırgalar sebebiyle şu andaki doğa kırımı tüm canlı türlerini ve ekosistemleri etkilemekte, gelecek nesillerin haklarını tehdit etmekte. Ve bizler iklim değişikliğinden aynı derecede etkilenmiyoruz: Yerli ve köylü toplulukları, küresel Güney’deki ve küresel Kuzey’deki yoksul toplulukları ön safta bulunmaktalar ve hem bunlardan, hem de iklim yıkımının diğer etkilerinden en çok etkilenen gruplar.

Hayal filan kuruyor değiliz. 20 yıldan uzun bir zamandır hükümetler bir araya geliyor, ama buna rağmen sera gazı salımları azalmış değil; iklimse durmadan değişip duruyor. Bilim dünyasının uyarıları gittikçe vahimleştiği halde uyuşukluk, atalet ve engelleme güçleri galebe çalıyor.

Bu bize hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Ticaretin ve yatırımların onyıllardan beri liberalleştirilmesi, devletlerin iklim krizine karşı koyma yetisini tahrip etti. Her aşamada büyük güçler –fosil yakıt şirketleri, tarım sektörü şirketleri, finans kurumları, dar kafalı ve inatçı ekonomistler, şüpheciler ve inkârcılar ve bir de, bu çıkarların kulu kölesi olan hükümetler– ya önümüzü kapattılar ya da önümüze sahte çözümler getirdiler. Dünya çapında sera gazı salımlarının üçte ikisinden sadece 90 şirket sorumlu. İklim değişikliğine karşı getirilecek sahici cevaplar bunların kudretlerini de servetlerini de tehdit ediyor, serbest piyasa ideolojisini tehdit ediyor, onları destekleyen ve kendilerini sağlama almalarına yarayan yapıları ve sübvansiyonları da tehdit ediyor.

Küresel şirketler ve hükümetler pes etmeyecek: kömür, doğal gaz ve petrol rezervlerini çıkartmaktan ve fosil yakıt temelli tarım endüstrisinden elde ettikleri kârlardan vazgeçmek niyetinde değiller, bunu biliyoruz. Ne var ki davranma, düşünme, sevme, dokunma, çalışma, yaratma, üretme, kafa yorma, mücadele etme yeteneğimizi sürdürmemiz, onları bu kârlardan vazgeçmeye zorlamamızı zorunlu kılıyor. İnsan toplulukları, bireyler ve yurttaşlar olarak serpilip gelişmeye devam etmek istiyorsak, hepimiz değişim için uğraş vermeliyiz. Müşterek insanlığımız ve Yeryüzü bunu talep ediyor.  

İklim suçlarını durdurma konusundaki dirayetimize güveniyoruz. Geçmişte kararlı kadınlarla erkekler direndiler ve kölelik, totaliterlik, sömürgecilik ya da apartheid (ırk ayrımcılığı) suçlarını alt etmeyi başardılar. Adalet ve dayanışma uğruna savaşmaya karar verdiklerinde, bu savaşı kimsenin onlar adına yürütmeyeceğini biliyorlardı. İklim değişikliği de tıpkı bunlara benzer bir meydan okuma, ve işte şimdi biz de içimizde benzer bir isyanı besleyip büyütmekteyiz.

Her şeyi değiştirmek için çalışıyoruz. Daha yaşanabilir bir geleceğin yolunu açabiliriz, aslında eylemlerimiz de sandığımızdan çok daha güçlü. Dünyanın dört bir tarafında topluluklarımız iklim değişikliğinin ardındaki gerçek itici güçlere karşı savaş veriyor, kendi mıntıkalarını koruyor, karbon salımlarını azaltmak için uğraşıyor, direnç yapılarını inşa ediyor, küçük ölçekli ekolojik tarım yaparak gıda özerkliğine erişiyor... 

Fosil yakıtlar yerin altında bırakılmalıdır. Bu yoldaki kararlılığımızı Paris - Le Bourget’de yapılacak BM İklim Konferansı arefesinde ilan ediyoruz. Bizi ileriye götürecek tek yol budur. 

Somut olarak söylersek, hükümetler fosil yakıt endüstrisine verdikleri destekleri (sübvansiyon) kesmeli, fosil yakıt çıkarma faaliyetlerini dondurmalı, mevcut tüm fosil yakıt rezervlerinin % 80’ini el değmemiş halde yerin altında bırakmalıdır. 

Bunun muazzam bir tarihî değişime işaret ettiğini biliyoruz. Bunu gerçekleştirmek için devletleri bekleyecek değiliz. Kölelik ve ırk ayrımcılığı, devletler bunları lağvettikleri için ortadan kalkmadı. Onlar, seferber olan kitleler siyasi liderlere başka seçenek bırakmadığı için ortadan kalktı.

Bugün durum tehlikeli. Bununla birlikte, elimizde demokrasiye yeniden cansuyu vermek için benzersiz bir fırsat var; şirketlerin siyaset üzerindeki tahakkümünü söküp atmak, üretim ve tüketim tarzlarımızı kökünden değiştirmek için benzersiz bir fırsat. Fosil yakıt çağını sona erdirmek, ihtiyacımız olan adil ve sürdürülebilir topluma doğru atılacak önemli bir adımdır.

Bu fırsatı tepmeye niyetimiz yok. Ne Paris’te, ne başka bir yerde; ne bugün, ne de yarın.
***

(İngilizce’den çeviren: Ömer Madra)

Not: Metnin İngilizce orijinali ve imzacıların tam listesi için : http://350.org/climate-crimes/ adresine bakabilir, dilerseniz manifestoyu oradan imzalayabilirsiniz.








7 Bkz.: Yukarıda 3 no’lu dipnotu. 



11 Bkz.: Yukarıda 3 no’lu dipnotu.

6 Ağustos 2015 Perşembe

Sıcak, Çok Sıcak Günler! - II


Temmuz ayı bültenimize şöyle başlamıştık hatırlayacaksınız: “Kelimenin hem reel, hem de metaforik anlamında sıcak günler geçiriyoruz! Çok sıcak rüzgârları arkamıza almış, pupa yelken gidiyoruz... ama rotamız belli değil” demiştik.

Ve endişe içinde şöyle devam etmiştik: “Eski bir deyişle 32 kısım tekmili birden ‘tefrika halinde’ sürüp giden bir Dünya Savaşı’ndan söz edilebilir. Ya da, daha yenilikçiyseniz,  bir Dünya Savaşı “Mini Dizisi”nden....”

Yazının sonunu da şöyle bağlamaya çalışmıştık: “Savaş sıcağından Gezegen sıcağına: Son raporlara baktığımızda görüyoruz ki gezegenimizin ısınmasında durum, aklı zorlayan noktalara geliyor...”

Akıllar Zorlanıyor

Şimdi, Ağustos. Görüyoruz ki, hem savaşın, hem de küresel ısınmanın ateşi daha da harlanmış, ortalığı kasıp kavurmada: Evet, akıllar zorlanıyor.

Ağustos bülteninde bu sefer reel ısınmaya odaklanalım isterseniz: Yeryüzünün neredeyse bütünü yanıp kavruluyor şu sıralarda desek abartmış olmayız. Geçen ay dört kıtada sıcaklık rekorları birbiri peşi sıra kırıldı: Asya’da, Avrupa’da, Ortadoğu’da, Kuzey ve Güney Amerika’da...

Mesela, Hindistan’da dünya tarihinin gördüğü en öldürücü sıcak dalgalarından biri yaşandı, resmen yollar eridi ve 2,500’den fazla insan oracıkta hayatını kaybetti. Onun hemen ardından Pakistan 1,400’den fazla vatandaşının ruhunu sıcaklara teslim ettiğine şahit olurken, morglarda yer kalmadı ve ceset fazlalığından soğutma sistemlerinin arızalandığı belirtildi! Güneydoğu Asya ülkesi Tayland’da normalde ılıman olan Kamalasi kenti, tarihinde ilk kez 41 derece sıcaklık gördü ve şaşakaldı.

Azgın sıcak dalgaları Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde binden fazla insanın ölümüne yol açtı! Kuzeyin normalde serin Hollandası’nda Maastricht kenti 38 dereceyi gördü ve tüm Hollanda rekorunu yerle bir etti. Gene normalde serin ve yağışlı Londra’nın Heathrow hava alanında gölgede 36.7 C sıcaklık ölçüldü ki, bu, tüm Birleşik Krallık için tarihî bir rekordu.

Hararet Avrupa’dan sonra Ortadoğu’ya kaydı: İran’da kaderin garip bir oyunu ile karşı karşıya kaldık: Mahşer İskelesi (Bandar Mahshahr) adlı şehirde nemle birlikte hissedilen sıcaklık 70 dereceye ulaşmış, İran tarihinde görülmüş en yüksek sıcaklık rekoru kırılmıştı. (Bölgede bundan daha büyük sıcaklık sadece bir kere, o da kısa süre önce 2003 yılında Suudi Arabistan’ın Dahran kentinde görülmüş, 81.1 derece olarak ölçülmüştü!)

Antalya, Adana ve Mersin gibi güney illerinde de rekor kırıldı mı bilinmez, ama gazetelerin 60 derece hissedilen sıcaklık bildirdikleri birçok yer vardı. Bu yerlerde kendilerini suya atıveren insanlardan en az 18’inin boğularak öldüğü bildiriliyordu gazetelerde.

Öte yandan, Türkiye’nin güneydoğusunda orman yangınlarının ve de paradoksların “bini bir para” idi. Yangınların biri bitmeden diğeri başlıyor, merkez ve kırsal alandaki yangınlara devlet müdahale etmiyor, köylüler de “güvenlik nedeniyle” müdahale edemiyordu. (Gazeteler)

Sıcak dalgası Ortadoğu’yu sarınca binlerce Iraklı gerek Bağdad’ın Tahrir meydanında, gerese Basra, Kerbela ve Babil gibi diğer önemli şehirlerinin sokaklarına döküldü: temiz su, düzenli elektrik istiyorlardı ama eşitlik, adalet ve demokrasi de vardı taleplerinin arasında… Mülteci kamplarında ise çifte trajedi hüküm sürmekteydi: 3.5 milyon mültecinin 1,5 milyonu çocuktu ve sadece “birkaç hafta” içinde bu çocuklardan 62’si aşırı sıcaklardan hayatını kaybediverdi.

Yeni Normaller Zamanı

Öte yandan ABD’nin kavurucu kuraklığın pençesinden kurtulamayan Batı yakasında Kaliforniya’dan Batı Kanada’ya, oradan Alaska’ya her yerde orman yangınları hüküm sürüyor, dile orman (yangını) kaçakları, yangın mültecileri, tahliyeciler gibi yeni terimler ekleniyordu: Ve mesela Washington eyaletinin Olimpik Ulusal Parkı gibi yanması en son düşünülecek çok nemli ortamlarda “yağmur ormanları” sağanak yağmur altında cayır cayır yanıyor, buna Yanan Cennet adı veriliyor ve o bildik, tanıdık dünyamız birdenbire tepetaklak oluyor, tamamen tanınmaz hale geliyordu. Şimdi “yeni normaller” zamanıydı.

ABD’de müthiş sıcak hava dalgalarının yanı sıra tuhaflıklar da eksik değildi: Mesela, bir bölgede fırtına aşırı sıcağın etkisini azaltıyordu azaltmasına, ama burada da yeni terminoloji yaratılmasına ihtiyaç duyuluyordu. Artık olayın müthişliğini anlatmak için “ceviz büyüklüğünde” değil “beyzbol topu büyüklüğünde” doludan bahsediyordu yöre sakinleri.

Antropojenik (yani insan kaynaklı) iklim bozulması üzerine son yıllarda en çok kalem oynatanlardan Amerikalı gazeteci Dahr Jamail de bu durumu “yeni normal, artık ‘normal’ diye birşey olmaması demek” diye tarif ediyor zaten. Ve konunun kapsama alanını şöyle daraltıyor: “İklim bozulması konusundaki yeni normale gelince, bu da gezegen için bugünün yarından daha iyi olması demek oluyor.” 1

Bu durumun mükemmel bir örneği, James Hansen ile dünyanın önde gelen 16 iklimbilimci meslekdaşının online yayınladıkları müthiş araştırma: Antarktika ve Grönland buz örtülerindeki küresel ısınma yüzünden meydana gelen erimenin artık durdurulamaz hale geldiğini söylüyor Hansen ve arkadaşları.

Önümüzdeki 35 yıl içinde küresel deniz seviyelerinin 3 metre yükselmesine yol açacak bu gelişme, dünyadaki belli başlı bütün sahil şehirlerini denizlerin basması anlamına geliyor. Dahası, içine girdiğimiz jeolojik çağa artık anthropocene (yeni insan çağı) dahi denemeyeceğini söylüyorlar, ve eyvah – yeni normal haldeki çağımızı “Hiper-Anthropocene” olarak vaftiz ediyorlar!2 İyi mi?

“Hiper-Antroposen” Çağı

Hiper-Anthropocene: Grekçeden türetilmiş “hiper yeni insan” gibi alengirli bir isim takılan bu çağda neler olacağını merak etmiyor musunuz? Hansen ve arkadaşlarının metninden küçük bir paragraf alıntılamak, merakımızı gidermeye yetebilir: “Denizlerde böylesine büyük bir seviye yükselmesinin yol açacağı toplumsal çöküş ve ekonomik sonuçlar tam bir yıkım anlamına gelebilir. Mecburî göçler ve ekonomik çöküş yüzünden ortaya çıkacak çatışmaların gezegende hayatı yönetilemez kılacağını ve medeniyetin dokusunu çözecek bir tehdit oluşturacağını düşünmek zor değil.” 3

Bunlar geceyi uykusuz geçirmemize yeter de artar derken, karşımıza kâbus gibi bir yeni araştırma çıkıverdi: Buna göre, dünya çapında tüm buzulların sadece 21. yüzyılın ilk 10 yılındaki erime hızı, 20. yüzyıl ortalamasının en az 3 katı idi! İşin kötüsü, küresel ısınmanın yol açtığı buzul dengesizliği kendine özgü bir momentum kazanmıştı. Yani, iklim değişikliği istikrara kavuşturulsa bile buzullar daha büyük buz kayıplarına uğramaya devam edecekti. 4

Bizim Türkiye’de küresel ısınma vardı! NASA’nın Ege Üniversitesi ile ortak çalışmasında ortaya çıkan buz gibi gerçek şuydu: 1970’lerin ortasından bugüne ülkenin dağlarındaki buz örtüsünün yarısından fazlası eriyip gitmişti!. Ülkenin dağlık bölgelerinden 5’inde buzulların tamamı gitmiş, üçünde de ¾’ü kaybolmuştu! Haritada baktık, Süphan dağı mesela, tamamen buzsuzdu. 5

Bunun anlamı şuydu: yeni insan, yaklaşık 12 bin yıldır orada duran buz tabakasını sadece 40 (yazıyla kırk) yıl içinde eritmeyi başarmıştı! Medeniyetin tek dişi kalmış bir canavar olduğu apaçıktı.

Kapitalizmle Doğa arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi belki de bütün dünyada en veciz şekilde ortaya koyanlardan biri – ne mutlu bize ki – Türkiye’den çıkacaktı. İstanbul 3. Havalimanı projesini yürüten Şirketin CEO’su, verdiği bir mülakatta aynen şöyle diyecekti: “Dünyanın neresinde iş yaparsanız yapın, maalesef uygarlık ile doğanın çelişkisi var. Bunun önüne geçilemez.” 6

Yaşasın Kalkınma!

Bu sıcak günlerin kavurucu haberlerini arıların, kuşların, kutup ayılarının, deniz kaplumbağalarının, pembe somonların, somonların, mercan resiflerinin, deniz canlılarının, planktonların, insan sağlığının hızlıca yokoluşa gitmekte olduğunu gösteren araştırmalarla “zenginleştirmek” düşünülebilirdi ve fakat belki de gereksiz olur gerekçesiyle bu “ara sıcaklar”dan vazgeçtik.

Sadece iki yeni araştırmaya birer cümleyle değinerek bülteni kapatırsak: Anglia Ruskin Üniversitesi, küresel ısınma ve iklim değişikliği –ve bunlara karşı hiç tedbir alınmaması– sebebiyle, gıda çöküşü ve kıtlık felaketlerinin ortaya çıkacağını, bunun da insan toplumlarını çökerteceğini ortaya koyan ürkütücü bir model geliştirdi. Medeniyetin çöküş tarihini mi sordunuz? 

2040. Yani 30 (yazıyla otuz) yıl içinde! 7

Gıda demişken, iki tanınmış bilimci, Stanford’dan Paul Ehrlich ve UC-Berkeley’den John Harte, iklim değişikliği ve azgın tüketim ekonomisi şartlarında insanlığın tarihte benzeri görülmemiş bir toplumsal kaosa koşturduğunu ortaya koyan bir araştırma yayınladılar. Onlara göre, gezegeni beslemek, gıda meselesinin çok ötesine gitmekte. 8 Milyarlarca insanın çöken gezegende yiyeceğe nasıl ulaşacağını mı sordunuz?

Devrim yaparak tabii!

Bunca zamandır izlediğimiz ve katıldığımız sayısız iklim eyleminde taşıdığımız en anlamlı pankartların üstünde yazılı olan şu basit cümleydi:  “İklimi değil, Sistemi Değiştir!”

Cehennem sıcaklarından kurtulmanın tek yolu bu işte! Ve, bizim bunu yapacak gücümüz var!

***



[2] Joe Romm, “James Hansen Spells Out Climate Danger Of The ‘Hyper-Anthropocene’ Age”, http://thinkprogress.org/climate/2015/07/27/3684564/james-hansen-climate-danger-hyper-anthropocene/
[3] Ibid.
[6] Çiğdem Toker, “İş yapınca uygarlık ile doğa çelişiyor”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2015. (vurgular benim-ÖM)