6 Haziran 2012 Çarşamba

Kaynayan Kurbağa Meseli



Bilindiği gibi –ya da bilinse ne kadar iyi olacağı gibi– insanlık tarihinde ilk kez, insan türünün bu gezegen üzerinde doğru dürüst bir şekilde varlığını sürdürmesini imkânsız kılacak derecede korkunç tehditler var önümüzde. Aslında üzerinde düşündüğümüz, konuştuğumuz, tartıştığımız her şeyin üzerinde koyu karanlık gölgesini düşüren çok tehlikeli gelişmeler bunlar.1 Baharda, özellikle de Mayıs ayının son haftalarında tüyler ürpertici haberler ve raporlar uçuşup dehşet verici bir boyuta ulaştıysa da, ortalıkta “tüyler uçuştu” diyemezdik doğrusu. Ortalıkta yaprak kıpırdamadı desek yeridir. Hatta –madem kıl-tüy meselelerinden bahsediyoruz– dünyanın siyasi liderlerinden neredeyse tekinin bile kılını kıpırdatmadığını söyleyebiliriz. Aksine, önde gelenlerinin “yangına körükle gitme” hevesinde oldukları dahi rahatlıkla söylenebilir.

40 Katır

Tehditlerden ikisi büyük âciliyet taşıyor. Birincisi, İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinden beri tepemizde Damokles’in kılıcı gibi sallanıp duran nükleer savaş ve nükleer bombalardan geliyor. Bu konu pek gündemde değil nedense: Magazinel değeri bulunmadığından olsa gerek, gazeteler yazıp çizmiyor, televizyonlar pek sözünü etmiyor. Ama bu çok yanıltıcı olabilir. Ve tehlikeli. Özellikle ABD ve müttefikleri konuyu tırmandırıp şirazesinden çıkarmak için ellerinden geleni yapıyor. Son aylarda ABD’nin neredeyse her hafta düzinelerce sivili cenazede ya da düğünde paramparça ederek ortalığı cehenneme çeviren ve “yırtıcı”, “tırpancı” gibi ürkütücü adlar taşıyan teknoloji canavarı ‘drone’ (insansız hava aracı) saldırılarını gözardı etmesek uzun vadede hepimizin sağlığı için iyi olabilir. Masum köylülerin, akraba ve eş-dostun korkunç ölümlerinden duyulan acı bir yana, Pakistan’ın tamamen kâğıt üzerinde kalmış egemenliğini dahi herkesin gözü önünde farsa çeviren küstah ve buyurgan ABD kararlarının (CIA ile işbirliği yapan doktora mahkemece kesilen 33 yıl hapis cezasına karşılık, ABD’nin kestiği ceza da, her yıl için 1 milyondan hesaplanmış: Pakistan’a verilen Amerikan yardımından 33 milyon $ dolar kesiliyor!)

Bütün bunların Pakistan halkını nasıl deliye döndürdüğünü artık iyi biliyoruz. Tuhaftır söylemesi, saygın ABD araştırma şirketlerinin yaptığı kamuoyu araştırmaları Pakistan halkının epey büyük bir oranının karşı çıktığını gösteriyor. Mesela bir bölgede soruya cevap verenlerin yüzde 97’si hiç iyi karşılamıyormuş bu saldırıları.2


Bu durumun elinde bir sürü nükleer başlık bulunan “bozuk” (failed) Pakistan devletini bütün dünya için ne kadar âcil bir tehlike haline getirdiğini bir kenara endişeyle not edip geçelim isterseniz – tabii şimdilik. Tehlikeli tırmanış konusunda iki ek haber: İsrail’in eski Mossad ve Şin Bet başkanları,  eski ve yeni genelkurmay başkanları yeni bir savaş tehlikesini alenen dile getirdiler: İran’ın İsrail savaş uçakları tarafından vurulup bombalanmasının tüm bölgeye getireceği büyük yıkım, hatta nükleer felaket  tehlikesine işaret ettiler. Biz de buna bu kadarcık değinelim, sonra da “siber savaş” mevzuuna ayrı bir not düşelim. Evet, ABD çok yıkıcı son teknoloji ürünü sanal silahlarla “düşman” İran’ın nükleer enerji programı bilgisayarlarına başarılı “siber saldırılar” gerçekleştirmiş. Başkan’ın, Başkan’ın adamları aracılığıyla NYTimes’a “sızdırdığı” bu bilgiyle böbürlenmesi haberlerini de aynı kaygı ile not edip geçelim – tabii gene şimdilik.


40 Satır

Tehditlerin ikincisi ise, tabii, iklim felaketi. Bu konuda Mayıs ayının son haftasında gelen 2 rapor, kelimenin tam anlamıyla soluk kesiciydi. İlkinde, Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) dünya karbondiyoksit (sera gazı) salımlarının 2010’dan 2011’e yüzde 3.2’lik bir artışla rekor kırdığını bildirdi. Bu ama, hiç de iyi bir haber değil, aksine, tam anlamıyla ters yönde bir rekordu: Dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden James Hansen ve 17 kalburüstü bilimci arkadaşının saygın Amerikan Bilimler Akademisi Dergisinde yayımlanacak son makalesine göre, içinde diğer canlılarla birlikte yaşayabileceğimiz istikrarlı bir iklim istiyorsak, küresel karbondioksit salımını yılda yüzde 6 azaltmak, ayrıca 100 GtC (yüz milyar ton karbon) gibi muazzam oranda yeni orman dikimine gitmemiz şarttır!3 Yüzde 3.2 oranındaki artış, dünyanın 3.5 derecelik bir sıcaklık artışına gittiğini ortaya koyuyordu ki, bu sıcaklık, dünyada son olarak bundan 60 yıl kadar önce görülmüştü (herhalde son kalan birkaç dinozor tarafından)! Değil böyle bir sıcaklık, BM İklim bilimcileri kurulunun öngördüğü maksimum olan 2 derecenin dahi, Hansen ve arkadaşları tarafından iklim yıkımının garantisi olduğunu da belirtmek gerekir. Onların çok net olarak belirlediği limit, atmosferdeki karbondioksit ve diğer sera gazları oranı yoğunluğunun 350 ppm (milyonda 350 molekül/parçacık) olduğu, sıcaklığın da buna bağlı olarak 1.5 dereceyi aşmayacağı seviyedir.

İklim felaketi konusundaki ikinci haber, IEA raporundan birkaç gün sonra geldi: Birçok ölçüm istasyonundan gelen son verilerle dünyanın havası, bir numaralı küresel ısınma faktörü olan karbondioksit kirleticisi bakımından yeni bir eşiği aşmıştı! Arktik bölgenin (Kuzey Kutbu) her tarafında (Alaska, Grönland, Norveç, İzlanda ve hatta Moğolistan) CO2 yoğunluğu 400 ppm seviyesini geçmişti. Bu pek şaşırtıcı olmadı, çünkü yıllardır hızlanarak artmaktaydı zaten. Hansen ve arkadaşlarının yegâne güvenilir seviye olarak gösterdikleri ve oraya dönülmesinin kesinlikle şart olduğunu söyledikleri maksimum 350 ppm seviyesi ise yıllar önce aşılmıştı. (Dünya halen 395 ppm seviyesinde.) Şu anda sadece Arktik bölge 400 ppm’yi aşmış halde, ama elbette dünyanın geri kalanı da az sonra orayı izleyecek.

Biçare Bayan Hillary

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, haberin üstüne soluğu Kuzey Kutup Bölgesi’nde almış ve ilk elden gözlem yapıp iklim değişikliğinin sonuçlarını gözleriyle gördükten sonra verilerin tahminleri aşması konusunda dünyaya açıklama yapmış: “İlla şaşırtıcı diyemem, ama insanı ayıltan (sobering) bir etkisi de yok değil hani.” Hmm, diyoruz biz de, nihayet küresel ısınma meselesine eğilen ciddi bir ABD yetkilisi var karşımızda. Heyhat! Kazın ayağı öyle değil. Bakanın bir sonraki cümlesiyle, sayın Bakanı bilemeyiz, ama biz hemen ayılıveriyoruz: “Birçok ülke buralarda doğal kaynakları keşfedip yeryüzüne çıkartmanın yanı sıra, yeni deniz [ticaret] yollarını kullanma potansiyelini değerlendirmenin peşinde...” Günahı boynuna, haberi veren AFP’ye göre bölgede sadece bakir petrol kaynaklarının değeri 900 trilyon $ olarak hesaplanıyormuş. (Yazıyla dokuzyüz trilyon dolar! Doğal gaz ile altın, elmas gibi değerli madenler de hesaba dahil değil üstelik!)4


Aslında Bakan Clinton’ın tavrı da bizler için tastamam öyle, yani şaşırtıcı değil, ayıltıcı. Daha Kutup bölgesi  haberleri çıkmadan birkaç gün önce önde gelen gazetelerden New York Times’ın yazdığına göre, Bakanın Başkanı (ya da daha doğru bir tespitle Patronu) da Kuzey Kutup bölgesinde Shell şirketine petrol sondajları için ruhsat vererek, “fosil yakıt üreticisi dev şirketler yararına ülkenin enerji dönüşüm tarihinde yeni bir sayfa açmış”tı bile zaten.5 Konunun önde gelen takipçilerinden gazeteci ve fotoğrafçı Subhankar Banerjee, bu ruhsatlarla ABD yönetiminin büyük bir suç işlemek üzere olduğunu, bir kaza durumunda buzun altında o sert iklim koşullarında petrolün nasıl nasıl temizleneceğini dünyada bir allahın kulunun bile bilmediğini, Shell’e izin verilirse şirketin Kuzey Buz Denizini öldüreceğini, yerli Iñupiat’ların binlerce yıllık geleneksel kültürünü de bu arada berhava edip geçeceğini söylüyordu.6 Biçare Bayan Hillary ne yapsındı?

Absürd Tiyatrosu (Bis)...

Gene Mayıs’ın son haftasında dünya ülkeleri gittikçe büyüyen bu iklim krizi tehdidi karşısında neler yapacaklarını konuşmak üzere son round görüşmeleri Bonn’da yaptılar ve toplantı gerçek bir fiyasko oldu: tam bir uyumsuzluk, düş kırıklığı ve umutsuzluk tablosu çıktı. Uluslararası Greenpeace’in iklim politikaları koordinatörü Tove Maria Ryding, durumun saçmalığını en iyi özetleyen gözlemcilerden biri oldu: “Burada net olarak gördük ki, iklim krizi seçenek yokluğundan filan değil, düpedüz siyasal eylem yokluğundan doğuyor. Bilim insanları iklim değişikliğinin korkunç etkilerini anlatıp dururken, bir yandan yeni yeşil istihdam alanları yaratarak aynı anda sorunu çözecek tüm teknolojiye elimizdeyken, oturup hükümetlerin birbirlerini birbirlerine şikâyet etmesini ve küçük çocuklar gibi kavga dövüş birbirlerini yemesini izlemek enikonu absürd bir durum.”7


Önde gelen düşünür ve aktivistlerden Noam Chomsky, yazının başında alıntı yaptığımız kitapçığında dünyadaki her ülkenin, yaklaşan çevre ve iklim felaketi konusunda iyi kötü birşeyler yaptığını, ağır aksak da olsa bazı adımlar attığını söyledikten sonra ABD’nin de adım attığını ama esas olarak bu adımların tehdidi hızlandırma yönünde olduğunu belirtiyor. Yazar, dünyanın bellibaşlı (majör) ülkeleri arasında çevreyi koruma yönünde yapıcı hamlelerde bulunmayan yegâne ülkenin ABD olduğunu belirtiyor ve ABD’nin dünya ülkeleriyle aynı trene binmeyi reddettiğini, hatta bazı açılardan treni geriye çekmekte olduğunu yazıyor.8


Chomsky’nin Bir Tespitine İtiraz...

Türkiye’yi de majör ülkeler arasında sayıyorsak eğer, Chomsky’nin fikirlerine duyduğumuz olanca saygıya rağmen, ABD’nin yanısıra Türkiye’nin de çevre ve iklim düşmanı politikalar izlemekte olduğunu itiraf etmek zorundayız galiba. Taraf’ın ekonomi-çevre yazarı Pelin Cengiz Haziran başında şöyle yazıyordu:

“Bir ülkede aynı anda hem kadının bireysel hak ve özgürlüklerine yönelik keskin saldırılar yaşanıyor, hem belli bir işkolunda çalışanların grev hakkı yasaklanıyor, bir yandan toplumun geniş kesimleri tarafından istenmeyen nükleer santral yapımına ilişkin kanunun iptali yargı tarafından reddediliyor, üçüncü köprü ihalesi nihayetlendiriliyor, köyüne HES yaptırmak istemeyenlere zulüm ediliyor, öte yandan çevre varlıkları üzerindeki her türlü koruma kararını kaldırmaya ve doğal varlıkları şirketlerin talanına açan tasarı maddeleri ilgili komisyonda kabul ediliyor. ...
Türkiye, dünya üzerinde, çevre ve doğa korumacılarına en az kulak veren ülke diyebiliriz. ... 
[H]er türlü çevre talanına karşı bir miktar koruma getiren sit alanı uygulaması tarih olacak. Yetkilerin tamamının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devredilmesiyle, uygun görülen yer “yeniden değerlendirmeye” tabi tutulacak. Bu yasanın, bundan sonra dereleri, gölleri, ormanları, dağları, ovaları şirketlere peşkeş çekeceğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. ...
Tasarıya göre, bilimsel ve teknik nitelikte kurumlar karar süreçlerinde tamamen yok sayılıyor. Tüm yetki iki bakanlığın oluşturacağı kurullarda olacak. Sit kararları, milli parklar, tabiat parkları, doğal alanların korunması ve bu alanların kullanıma açılması ile ilgili konularda hükümet, başına buyruk şekilde hareket edebilecek... Yalnız ... unutulan bir şey var. Doğa sadece sizin seyrinize sunulmuş bir manzara değildir... Doğa yoksa siz de yoksunuz...”9


Vatandaş! Yenikonuş konuş: “Yapı Denetimi” de!

Hürriyet gazetesinde de Nuray Babacan, Orwell’i mezarında ters döndürebilecek bir “yenikonuş” terimi ile “yapı denetimi” diye adlandırılan (ama aslında “denetimsiz yapıbozumu” diye adlandırılsa çok daha uygun olacak) bir kanun taslağının içeriğini şöyle özetliyordu:

“İmar planlarında, meydan, yol, park, yeşil saha, otopark, toplu taşıma istasyonu, garaj ve terminal gibi ulaşım hizmetleri için ayrılmış alanlar ve tesisler ile askerî yasak bölgeler belediyelere devredilebilecek ... Belediye ve mücavir alan hudutları dışında özel idareye bedelsiz terk edilecek ... Kıyılarda “enerji üretim, teşhir, pazarlama, depolama  tesisleri, kamuya ait olmak üzere akaryakıt istasyonları ve enerji tesisleri” kurulabilecek. Ayrıca, kıyı alanının gerisinde, ekolojik özellikler dikkate alınarak deniz, nehir veya göl ile bağlantılı kanal ve göletler yapılabilecek. Bu düzenleme, nükleer santral, nükleer santral göleti, soğutma depoları ve doğalgaz depolama tesisleri, termik santral kurmaya olanak sağlanacak... Mera, yaylak ve kışlaklardaki kaçak yapılara af getirilecek...”10

Bütün bunlara Türkiye’nin “sahip olduğu” benzersiz biyolojik çeşitlilik ve habitatın esas olarak “kalkınmacılık saplantısı” ile günümüzde ciddi bir krizde olduğunu ortaya koyan uluslararası araştırmaları,11 iklimi mahveden sera gazı salımlarının bir yıllık (2010’dan 2011’e) artışında muhtemelen dünya birincisi olduğunu, ayrıca 1998’ten 2009’a kadar toplam salımda % 98’le (Ek 1 ülkeleri arasında) bir başka rekoru da kırdığını gösteren BM raporlarını12 ve bir de İklim değişikliği tehdidine karşı önleyici politikalar geliştirme kriterleri konusunda, (bu konuda geliştirdiği politika sayısı 0.0, yazıyla sıfır! olan) Suudi Arabistan’ın hemen ardından sondan ikinci, 2012 İklim Değişikliği Performans açısından da fosil yakıt zengini üç ülkenin ardından sondan dördüncü geldiğini13 eklersek, hiçbir tevilin götüremeyeceği gerçek bir facia ile karşı karşıya olduğumuzu farketmemek çok güç, inkâr etmekse imkânsız olur.

Küçük Kurbağa Küçük Kurbağa Beynin Nerede?

Oldukça sık başvurulan ünlü meselde, insanların iklim değişikliğine karşı ölümcül yavaşlıkta tepki vermekle, yavaş yavaş kaynayan sudan kaçamayan kurbağaya benzetildiğini biliyoruz. Bu tam doğru sayılmaz aslında. Bir fizyologun deneylerinde ancak beyni çıkarılmış kurbağaların öyle yavaş yavaş ısınan suda kaldığı ve öldüğü görülmüş. Ne var ki, günümüzde yapılan deneyler, sağlıklı (yani beyinleri filan alınmamış) kurbağaların, hiç de öyle ısınan suyun rehavetine kapılıp yavaşça ölecek kadar aptal olmadıklarını, imkân buldukları takdirde (yani hasbelkader kavanozun kenarı çok yüksek filan değilse) elbette sıçrayıp kaçarak canlarını kurtardıklarını gösteriyor. Ayrıca, son 20 küsur yılda gerçekleştirilen nispeten yeni bulgular da insan beyninin biyolojik yapı olarak uzun vadeli tehditlere karşı kendini savunacak şekilde tasarlanmış olmayabileceğini de ima ediyor! Hatta, insanoğlunun ya da insankızının, feci sonuçlar doğuracak iklim değişikliği gibi dünya görüşlerine uygun düşmeyen, rahatını kaçıran ve onu hayat tarzını değiştirmeye zorlayan “uzak” tehditleri düpedüz inkâr etmek üzere donanımlı beyinlere sahip olması ihtimali de olabilir! Bir yazar, bu ihtimale karşı, beyinlerimizin “çocuklarımızı hep korumaya” donanımlı olduğunu umut ettiğini söylüyor.14


Joe Romm’un Bir Tespitine de İtiraz!

Sonuçta, iklim değişikliği konusunun önde gelen yazarlarından Joe Romm, meseleyi ünlü blogunda şöyle bir yere bağlıyor:

“Teknik olarak biz Homo sapiens sapiens alttürünü oluşturuyoruz. Yani, tüm türlere isim verme ayrıcalığını kullanan tek tür olarak, kendimize ‘bilge bilge adam’ demiş, ‘duble akıllılık’ atfetmişiz! Gelgelelim, gezegenin hayatiyetini nasıl mahvetmekte olduğumuz da ortada olduğuna göre, hiç olmazsa ‘sapiens’lerden birini atalım bari. Belki geçici olarak ötekini de çift tırnağa almalıyız, en azından kendimizi kendimizden kurtaracak kadar akıllı olup olmadığımızı görene dek, Homo “sapiens” kalalım.

Yaşanabilir bir iklimi yokedersek, bu milyarlarca insanın yoksulluğa mahkûm olacağı, medeniyetinin de büyük bölümünün çökeceği anlamına gelir; ki bu durumda sadece Homo deriz kendimize ve aslında kurbağalardan daha aptal olduğumuzu da göstermiş oluruz. (Çünkü, ne de olsa kurbağalar, biz gelene kadar pekâlâ idare ediyorlardı durumu.)

İşte o noktada, biz artık beyinsiz kurbağalar oluyoruz.”15

Ne var ki, kendisine duyduğumuz olanca saygıya rağmen, Joe Romm’un bu son yorumuna temel bir itiraz getirmeden edemiyoruz işte: Gezegenin bilinen tarihinde ister beyinli, ister beyinsiz olsun, hiçbir kurbağanın, kendi türünü ve yanı sıra bilumum diğer canlıları yokoluşa sürüklemiş olamayacağına dair kuvvetli bir hissiyat var içimizde. Acaba yanılıyor muyuz?

1 Bkz.: Noam Chomsky, Occupy, Occupied Media Pamphlet Series, Zuccotti Park Press, Spring 2012, s. 37
8 Chomsky, op.cit., s. 37-38
11 Bkz.: Çağan H. Şekercioğlu et al, “Turkey’s globally important biodiversity in crisis, Biological Conservation, http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0006320711002527
14 Bkz.:Christian Keysers, Empatik Beyin, Alfa, 2011, passim; Lisa Bennett, “Are Human Brains Hard-Wired to Ignore the Threat of Climate Change, http://www.alternet.org/environment/106982/, 2008