7 Mayıs 2015 Perşembe

Kaosa Doğru Dört Nala Giderken Noktaları Birbirine Bağlamak





“Dünya yüzünde neyi bu kadar çekiştirseniz yırtılmaya, parçalanmaya, dağılmaya başlar.”

ABD’nin önde gelen muhalif yazar ve siyasi analistlerinden Tom Engelhardt, yaygın şekilde izlenen blogunda (Tomdispatch) yer alan “Torunuma Özür Mektubu” başlıklı yazısında[1], 21. yüzyılda gidişatı böyle görüyordu: Gerginlik içindeki dünyada her şey dağılma halinde.

Dağılma ve parçalanmanın önemli sebeplerinden biri, şüphesiz, eşitsizlik ve adaletsizlik. Tarihin gördüğü en büyük eşitsizliklerinden birine sahne olan bir çağda yaşıyoruz. Birçok yeni araştırma, bunu inkâr götürmez bir şekilde ortaya koyuyor.[2]

İçinde bulunduğumuz yeni plütokrasi (zenginler saltanatı) çağında gittikçe daha az sayıda insan, gittikçe daha çok şeyin sahibi oluyor. 2013’te, sadece 85 ademoğlu ya da ademkızının yeryüzünün geri kalan ademoğullarıyla ademkızlarının yarısının tüm varlığına eşit miktarda servete sahip olduklarını öğrendik![3]

Buna yeterince şaşmaya vakit bulamamıştık ki, yeni tahminler geldi: 2016’da bu gezegen üzerindeki insanların yüzde 1’i dünya servetinin yarısından fazlasını kontrol ediyor olacak. Dahası, öteki % 99’un tüm varlığından daha fazlasına sahip olacak![4] Ülke bazında bakarsak ABD gelir dağılımı adaletsizliğinde başı çeken ülkelerden biri[5]; ama 1. değil, 3. sırada. Birincilik Meksika’da. Ya ikincilik? Evet, Türkiye’de! Dünya Bankası’nın son raporuna göre OECD üyeleri arasında gelir dağılımındaki adaletsizlikte Türkiye ikinci sırada! [6] 

Dünyada bir heyula kol geziyor: Kara Para heyulası. Bu heyulanın yarattığı korkuyu kat be kat artıracak bir uluslararası antlaşma da şu sıralarda ABD ile AB arasında tezgâhlanmakta. Dünya ekonomisinin yüzde 40’ı gibi akla hayale sığmayacak büyüklükte bir kapsama alanı üzerinde çokuluslu dev şirketler, gizli bir antlaşmayı yürürlüğe sokmanın son aşamasındalar. Dünya vatandaşlarının sırtından, onlardan tamamen gizli olarak hazırlanan bir antlaşmadan söz ediyoruz.

Söz konusu şirketler Pasifik-Aşırı Yatırım Antlaşması (TPP/TTIP) ile, tamamen kapalı kapılar ardında yürütülen antlaşmalarla kendilerine devlet denetimi ve regülasyon - dışı bir alan yaratma peşindeler.[7]Kârlarını tehdit eden uygulamaları bertaraf etmek için de, hasımları olan devletlerle kendi aralarındaki olası uyuşmazlıkları çözecekleri özel mahkemeler kurulmasını, yani düpedüz kendileri için özel “ihtisas mahkemeleri” kurulmasını öngörmekteler! ABD’nin önde gelen muhaliflerinden Ralph Nader’ın, sözünü sakınmadan “şirketlerin hükümet darbesi” diye adlandırdığı bu girişimle tüketicilerin, işçi ve emekçilerin, doğal çevre ve demokrasinin temelleri topyekûn uluslararası ticaretin çıkarlarına terk ediliyor.[8]

Çöküş her yerde ve her alanda gözle görülebiliyor: Uluslararası toplum düzeni, 1648’den beri sürdürülmeye çalışılan ulusal devletler sistemi, bölgesel antlaşma ve ittifaklar darmadağın ve unufak olmakta.

***

Şimdi, “yeni durum” şöyle: 2015 yılının Nisan ayında dünya cayır cayır yanmaktaydı! Dört bir yanda –Ortadoğu’da, Asya’da, Avrupa’nın doğusunda ve Afrika’da– 10 kritik “kızgın nokta” (hot spot) alevler içindeydi! Hemen sayalım: Suriye, Irak, Libya, Yemen, Güney Sudan, Afganistan, Ukrayna, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti ve – Ebola’dan kırılan– Batı Afrika... (Hızla müthiş bir demokrasi krizine giren ve şiddet sarmalı içine sürüklenen Burundu’yi de “ilk 11”e almak gerekecek belki, ama henüz erken.)

“Birleşmiş Milletler, tarihî olarak, belirli bir zaman diliminde bir ya da iki krizle baş etmeye çalışmıştı. Ama, tek ve aynı zaman diliminde böylesi 10 krizle yüz yüze gelmesi, BM’nin 70 yıllık tarihinde daha önce hiç görülmemişti!” BM Genel Sekreteri böyle diyor ve ekliyor: “Uluslararası camianın gözü dünya örgütünün üstünde, çözsün diye bakıyor; ama BM tek başına bunu çözemez. Kolektif güce ve dayanışmaya ihtiyacımız var. Yoksa her şey daha kötü olacak.”[9]

Ne var ki, soruda bir unsur eksik sanki: Her şey daha kötü olacak, tamam da sayın Genel Sekreter, kimin için daha kötü? Yüzde 99 için evet. Ama ya geride kalan yüzde 1 için? Meselâ silah imalatçıları ve silah tacirleri için? Onlar için de öyle mi? Ne münasebet? Onlar için durum tek kelime ile şâhâne! Silah endüstrisi uzmanı William Hartung şöyle yazmıştı geçen sene sonunda: “13 yıllık savaştan tek bir şey öğrenmiş olduysak o da şudur: savaş işinde olanlar için savaş işi, iyi bir iş.”[10] Ortadoğu ve savaş konusunu yıllardır derinlemesine izleyen ödüllü gazeteci Sharif Nashashibi, tabir caizse “tabuta son çiviyi çakıyor”:

“Bugünlerde bölgenin otokratlarıyla işbirliği yapmaktan söz ediliyor – asıl silah alıcısı onlar. Demokratik, barışçı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika çok daha az kârlı. Silah ihracatçıları bunu asla söylemeyeceklerdir ama barış, evin faturalarını ödemekte işe yaramaz.”[11]

***

Türkiye’de de hızlı bir toplumsal çözülme olduğu açıkça hissediliyor: Muhtemelen tarihte ilk kez yargıçların, verdikleri yargı kararlarından ötürü kendilerini ossaat hapiste bulmaları[12]; 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen gençlerin 3 gün boyunca bir eşya fişi bile olmadan “depo”ya “kaldırılmaları”[13]; polisle içli - dışlı görüntüleri olan esnafın sopalı - bıçaklı saldırılarının ve yaralama fiillerinin kovuşturmaya bile uğramaması, hatta polisten bir de teşekkür alması[14]; yüksek mevkideki siyasetçilerin anayasayı ve seçim kanununu ihlal suçunu sürekli işlemeleri;[15] “yeraltı dünyası” ile bağlantılı cinayetlerin devletin en yüksek mevkilerinin çevresine kadar uzandığı yolunda ciddi iddialar[16], parti binalarına saldırı ve şiddet olaylarının her gün gerçekleşmesi; yerleşik medyanın büyük kısmının mutlak işlevsizliği, suskunluğu, dolaylı yoldan ya da alenen suç ortaklığı… Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel hayatta ciddi bir parçalanma ve dağılmanın bütün bu izdüşümleri, ülkede bir “anomi”[17] haline geçişin yaşandığını ciddi olarak düşündürüyor insana.

Gittikçe artan gerginlik ve gerilimin ülkeyi bölgesel bir çatışmaya, hatta savaşa sokabilmesi gibi en “uç” olasılıkların basında iktidar ve muhalefet sözcüleri tarafından gündeme getirilmeye başlanması ise büyük bir kaygı kaynağı olabilir. Örneğin, Dışişleri bakanı şöyle diyor: “[Suriye’ye] Doğrudan asker göndermek değil, ama danışmanlık verme gibi şeyler [sic] olabilir... Bu, koalisyonla beraber olur.” [18]Eski iktidar partisi kurucularından, şimdi muhalefet partilerinden birinin milletvekili adayı da, aynı doğrultuda, “korkutan” bir yorum yapıyor: “İktidardan düştükleri anda yargılanacaklarını bilen hükümet, seçimi erteletmenin tek yolu olan Suriye’ye savaş ilanını bile göze alır.”[19]

***

Suriye’ye savaş açmak dendiği anda orada bir durup nefeslenmek gerekiyor. Dünyanın önde gelen muhalif entelektüellerinden Noam Chomsky Irak’ın ABD tarafından istilasını, isabetli bir teşhisle “Yeni Binyıl’ın en büyük suçu”[20] diye nitelendiriyor. Bu fecî edimin yalnız Irak değil, Libya, Suriye ve Yemen başta olmak üzere tüm Ortadoğu’yu, ama genelde dünyayı nasıl korkunç bir yıkımın içine çektiği açıkça ortada. Hal böyleyken, Irak ve Libya “deneyim”lerinden hiç ders almadan Suriye’de yeni bir rejim değişikliğini zorlayacak yeni hamlelerin başımıza getireceği felaketleri tahayyül etmek bile zor. Bölge politikalarının önemli gözlemcilerinden gazeteci ve yazar Robert Parry, Şam’ın düşmesi ve bir “rejim değişikliği” daha gerçekleştirilmesinin, daha ertesi günden tezi yok “Amerikan Cumhuriyeti’nin sonunun başlangıcını” getirebileceğini öngörüyor.[21]

Orta Doğu’da yeni bir savaşın, iç ihtiyaçlar yerine bu savaşın “ihtiyaçlarına” kaydırılan yeni kaynaklar ve insan gücüyle birlikte, belli başlı ABD şehirlerinde tıpkı şu sıralarda Baltimore’da kendini gösteren sosyal huzursuzluğu ve onunla atbaşı giden polis şiddetini artıracağını da öngörüyor Parry: “Bu, Amerika’nın iflasa kayışını ve distopyalarda görülen bir polis devletine geçişini hızlandırır… Amerikan Cumhuriyeti’nin son korları da böylece sönüp gider. Onların yerini de sonsuz savaş ve sonsuz bir güvenlik saplantısı alır…”[22]

Baltimore’daki kalkışmadan bahsetmişken: Siyah nüfus üzerine onyıllardır bindirilen yoksulluk, yoksunluk, okulsuzluk ve polis terörü bir araya geldiğinde Baltimore ve başka ABD kentleri yanmaya başladı. Yazar ve aktivist Frida Berrigan’ın ifadesiyle yalnızca alevlerle değil, haklı bir öfkenin ateşiyle de.[23] Bizler de Açık Radyo’da hızlı reaksiyon verdik: Nina Simone’un klasik Baltimore “marş”ını kınından çıkardık ve olayları onun eşliğinde nakletmeye koyulduk. Bizden bir gün sonra 68 başkaldırısıyla 2015 ayaklanmasını birleştiren, Nina Simone’un şarkısını ve müthiş bir konuşmasını da içeren şahane bir video ile aktivistler 25 şehre yayılan protestolarla ABD’ye “Kara Bahar”ın geldiğini müjdelediler.[24]

Pulitzer ödüllü savaş muhabiri ve yazar Chris Hedges, Baltimore’daki son cinayet işlenmeden önce kaleme aldığı uzak görüşlü yazısında ABD’de yepyeni bir siyah radikal hareketin doğduğunu haber veriyor. Bir de kehanette bulunuyor: Bizi uzun, sıcak ve şiddet dolu bir yazın beklediğini söylüyor. Üstelik, sadece ABD’de de değil. Mike Brown’un polis tarafından Ferguson’da katledilmesinin ardından doğan Hands Up United hareketi Brezilya’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da ve Filistin’de radikal hareketlerle şimdiden sıkı ittifaklara girmiş bile. Aktivistler, artacak karışıklıklara da, devlet baskısına da, şiddete de hazır olduklarını söylüyorlar. Hareketin kurucularından hip-hop’çu T-Dubb-O, “geçen yazdan daha kötü olacağını düşünüyorum sahiden,” diyor. “Nasıl bir şey olacak, onu bilmiyoruz açıkçası. Kararlı olduğumuzu biliyoruz sade. Çarpışmaya devam edeceğiz. Değişim yaratmak için tam teşekküllü bir devrim gerek. Kötünün kötüsü, iç savaş olur, o kadarını söyleyeyim.”[25]

İşte böyle, yangın var a dostlar: Baltimore yanıyor. Orta Doğu yanıyor. Kuzey Afrika yanıyor. Doğu Avrupa yanıyor...

***

Ha bir de, unutmadan, Dünyanın kendisi yanıyor.

Fosil yakıt sonrası dünyayı tahayyül eden bir kitabı yeni yayınlanan yazar ve aktivist Richard Heinberg içinde yaşadığımız döneme rahatlıkla Büyük Yangın Çağı diyebileceğimiz kanısında. Dört bir yanımız cehennem gibi yanıyor aslında, ama biz görmüyoruz: Çünkü bu yanmanın büyük bölümü yüz milyonlarca araba, kamyon, uçak, gemi motorunda; bilgisayarlarımızı, akıllı telefonlarımızı, buzdolaplarımızı, klimalarımızı, kaloriferlerimizi, tv’lerimizi çalıştıran onbinlerce kömürlü ya da gazlı termik santralin içinde; reklamlarını görüp duyup seyrettikçe durmadan yenilerini aldığımız eşyaları piyasaya boca eden fabrikalarda; sırf biz yiyelim diye her sene beslenip kesilen 70 milyar hayvanın yemlenmesi, kesilmesi, yıkanması ve paketlenip mağazalara yollanması faaliyetlerini yürüten tesislerde olup bitiyor. Heinberg, bu yangının insanlığın yeryüzü tarihinde karşı karşıya kaldığı en büyük meydan okuma olduğunu ve günümüzde varlığımızı sürdürebilmemizin kesinlikle bunun önünü almaya bağlı olduğunu belirtiyor.[26]

Gezegen yandıkça, yaşayan her 6 hayvan ya da bitki türünün birinin tümden yeryüzünden silineceğini ortaya koyan yeni araştırma da Nisan sonunda yayınlandı. Bu, bir meta - analiz aslında – araştırmalar araştırması. Konu üzerinde yapılmış 131 araştırmanın tümünün sonuçlarının analizi yani. Varılan sonuç pek somut: Bildiğimiz haliyle bu gezegenin yaşam destek ünitesi olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaksak eğer, bir zahmet elimizi çabuk tutmamız gerekli: zaman çok daralmış halde ve son fırsat kaçmak üzere! [27]

Dahası, bu yüzde 16’nın ölüm fermanı yeterince büyük bir trajedi değilmiş gibi, araştırmayı yorumlayanlardan bir başka bilim insanı, gerçek durumun çok daha vahim olabileceğini, yok oluş oranlarının 2 ya da 3 kat daha fazla olabileceğini belirtmiş! [28] Tercümesi şu oluyor galiba: küresel yangına böyle körükle gidilmeye devam edilirse yaşayan varlıkların üçte biri, hatta yarısına yakını, gitti gider! Sonsuza kadar! Kimisi milyonlarca yıldır şu yeryüzünde varlığını sürdüren omurgalı hayvanların yarısından fazlasını sadece son 40 yıl içinde yitirdiğimizi[29] öğrendiğimizde nefesimiz kesilmişti. Şimdi bir de bu son meta - analiz geldi başımıza.

Özetle: Bir mucize olur da bir şekilde ayakta kalırsak insan türü olarak, bu bizim için iyi mi olacak yoksa kötü mü, bilemedik. Gezegen üzerinde korkunç sıkıcı ve yalnız bir hayatımız olacak demektir bu çünkü; yalnızlığı kim sever?

Doğrusunu isterseniz, Türkiye’de yapılacak genel seçim de bizler (yani insanlar ve diğer canlılar) için kurtarıcı olacağa pek benzemiyor. Zira, belli başlı 5 siyasal partinin seçim beyannamelerine bir göz attığınızda, hızla yaklaşan kıyamete ilişkin tek bir politika önerisi göremiyorsunuz! Bazılarında “iklim” kelimesi hiç geçmiyor bile! Diğer parti bildirilerinde ise bolca geçiyor iklim, ama bu iklim, başka iklim: yatırım iklimi, manevi iklim, istikrar iklimi … ve bu tuhaflık böyle sürüp gidiyor. (En güzel iklim de “AR-GE iklimi”). Fosil yakıt kavramı ve bunun iklim değişikliğine etkisi ise hiçbir bildiride yer almıyor. Hani, en az ¾’ünün yer altında bırakılmasının gezegenin bekası için şart olduğu konusunda bilim dünyasının neredeyse tam bir fikir birliği içinde olduğu[30] fosil yakıtların kısılmasından dahi söz eden parti yok!

İklim değişikliği tehdidini ciddi şekilde öngören tek bir parti var. Bildirisi ülkede 7 derece hararet artışına varan cehennemî senaryolar dahi öngörüyor. Ne var ki, sevinmekte erken davranmayalım: Burada da “huzur kömürde” kafasıyla düşünülmüş “kurtarıcı politikalar” var: Kurtuluş yerli kömürde! Ne demiş atalarımız: “Yerli malı, herkes onu kullanmalı! Küresel ısınma diye yanılgıya düşen sizler, anladınız siz onu artık: Konu ulusal ısınma!

***

Gene de umutsuzluğa kapılmak için asla geç değil. Yazının başına dönelim şimdi. Bütün konuları itinayla birbiriyle irtibatlandırıyoruz ve mücadelemizi yükselterek sürdürüyoruz. Geçen yıl Halkların İklim Yürüyüşü ile büyük sıçrama yapan ve her gün gittikçe güçlendiği gözle görülen global iklim hareketini yakından izliyor ve onun bir parçası oluyoruz.

Hareketin öncülerinden Naomi Klein, Türkçe’de yeni yayımlanan İşte Bu Her Şeyi Değiştirir – Kapitalizm, İklime Karşı kitabında[31], “her şeyi değiştirmek için herkese ihtiyaç var!” diyor. Bu çağrı, her yerde ve elbette Türkiye’de de hızla karşılığını buluyor. Türkiye’de “İklim İçin” adı altında toplanmaya başlayan yeni bir hareket, 28 Şubat’ta “100’ler Meclisi” ile sahneye çıktı ve ondan sonra da yürüyüşüne devam ediyor.[32] (Açık Radyo’da haftalık programı bile var artık!)

Klein, bağımsız ve özgür habercilik konusunda kendisine yakın zaman önce verilen prestijli Izzy Ödülü’nü kabul konuşmasında, “olguları birbirine bağlamadıkça gene bir yere varamayız” diyor ve ödüle adını veren efsanevi gazeteci Izzy Stone’a yerinde göndermeler yaparak, meselenin tam kalbine işaret ediyor: “[E]kolojik hareket, ırkçılıktan militarizme, militarizmden eşitsizliğe kadar iç içe geçerek toplumumuzun önünde duran krizler arasında bağlantı kurmayı başaramazsa hiçbir yere varamayacaktır.”[33]

Noktalarla birlikte sözü de bağlayalım: Yükselen küresel iklim hareketinin önde gelen yeni isimlerinden, İklim Seferberliği (Climate Mobilization) örgütünün kurucularından Margaret Klein Salamon, iklim gerçeğinin kabulünün de, iletilmesinin de kolay bir “haber” olmadığını, bunun bayağı metanet ve cesaret gerektirdiğini söylüyor. Ama, insanların gittikçe daha çok sayıda bu mesaja açık hale geldiğini de tespit ediyor: “İklim hareketinin en büyük ve en az yararlanılan stratejik silahı, gerçekliktir. Bu gerçeklik de şudur: Medeniyeti tehdit eden gezegen çapında bir iklim krizinin içinde bulunmaktayız; âcilen vargücümüzle topyekûn karşılık vermemiz gereken bir kriz gerçekliği.”[34]

***

Sonsöz: kahramanlık ve politika üzerine. New York’taki tarihî Halkların İklim Yürüyüşü’ne katıldıktan birkaç gün sonra hayata veda eden büyük barış aktivisti Fred Branfman, hepimize ve her birimize “kahraman olmak için yüce bir fırsat” bahşedilmiş olduğunu söylüyor:

“Evrimin kritik bir dönüm noktasına vardığımız apaçık. Türümüz, tarihte ilk kez kendi eliyle bir ‘türler intiharı’ gerçekleştirmeye doğru gidiyor. Politik davranıp onu kurtarma çabasına girişirsek, daha önce hiçbirimizin yaşamadığı bir kahramanlıkla tanışmış olacağız… İnsanlığın tarihte karşılaştığı en kötü ve en uzun süreli krizin ilk evrelerinde olduğumuz da gayet açık. Bununla başedilmesi ancak bir şekilde, milyonlarcamızın gayrete gelip bu krizi önlemek için politik çaba harcamazsak kendimizle birlikte daha fazla yaşayamayacağımıza karar vermesi halinde mümkün olabilir.”[35]

Kendimizle birlikte yaşamamamızın önündeki en büyük engel, belki de zihnimizi kelepçelemiş olan kavramlar. Daha fazla büyüme, daha fazla kalkınma, daha fazla kâr, daha fazla mal mülk… Bunun vazgeçilmez ve harika bir formül olduğuna kilitlenmiş durumdayız. Başka türlü düşünmekten âciziz. Ama sürecin önemli sonuçları, daha doğrusu bedelleri var: Daha fazla iklim değişikliği, daha fazla kaos, daha fazla yok oluş, daha fazla eşitsizlik…

Oysa, bu postmodern (belki de plastik!) kelepçeyi kırmadan hiçbir şey yapamayız, burası âşikâr. Aktivist yazar John Sauven’in 1 Mayıs’ta yayınladığı “Sürdürülebilir Dünya” Manifesto’sunda noktaları birleştirmenin vazgeçilmezliği konusunda yazdıkları da önemli:

“Halihazırdaki ekonomik ve politik paradigmada geniş ve derin bir değişiklik yapmaya ihtiyacımız var. Eski değerlere meydan okumalı, Antroposen çağında (insanın belirlediği jeolojik çağ) yaşamaya uygun yeni değerler geliştirmeliyiz – her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu dünyada bilinçli ve aktif “kâhyalık” yapabilmemizi destekleyecek değerler geliştirmeliyiz. Hükümetlerin halka, şirketlerin de hükümete cevap verir konumda olduğu bir topluma ihtiyacımız var. Bu toplum da tepeden aşağıya doğru talimatla kurulmayacak.”[36]

Sauven’in manifestosu şöyle devam ediyor: “Arap Baharı ve İşgal (Occupy) hareketleri, başlangıçta yarattıkları muazzam etkiden sonra solmuş olabilirler, ama ‘Biz Yüzde 99’uz’ sloganı neredeyse bütün kıtalarda bir mücadele çağrısı halini aldı.” Tabii, Gezi’nin unutulmaz “Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” çağrısını da bunlara eklememek haksızlık olur.

Peki o zaman, soru şu:

Kitleler halinde politik olarak harekete geçme ve böylece kahraman olma yolunda tarihî fırsatımızı kullanmak için daha ne bekliyoruz?

Seçim sonuçlarını mı?

Yok canım?

Ömer Madra 
5 Mayıs 2015





[11] agy
[17] “Anomi(e)” kavramının tanımı ve betimlenmesi için bkz.: http://en.wikipedia.org/wiki/Anomie
[22]agy  
[31] Agora kitaplığı, Nisan 2015, (Türkçesi: Osman Akınhay)
[35] Ibid.