Uluslararası
İşçiler Günü bütün dünyada neoliberal kapitalizmin dayattığı kemer
sıkma politikalarına ve ağır işçi sömürüsüne karşı İspanya gibi kimi
yerde coşkuyla, 400’den fazla işçinin yıkılan enkaz altında can verdiği
Bangladeş gibi kimi yerde hüzün ve öfke karışımı duygular içinde, ABD
gibi kimi yerde de hınzır espri ve şakaları da kapsayan karmaşık bir
haleti ruhiye içinde protesto ve gösterilerle kutlanırken, yeryüzünde
belki bir tek Türkiye’de, daha doğrusu sadece şu şehr-i Stanbul’da durum
her yerdekinden biraz daha farklıydı.
Tarihin
en eski yerleşim merkezlerinden biri olan ve bilindiği gibi, dünyada
iki kıtaya birden yayılan tek şehir olan bu benzersiz yerde, benzersiz
tuhaflıkta şeyler yaşandı: Şehrin kıtaları birbirine, merkezini
çevresine bağlayan köprüler köprü olmaktan, yollar yol olmaktan, kara ve
deniz taşıtları kara ve deniz taşıtları olmaktan çıkarıldı. Adını
kentin eski sakinlerinin “şehir” anlamına gelen polis kelimesinden alan
bu şehrin bugünkü sakinleri, yani yeni“polisliler, polis tarafından
kendi mahallelerine ve hatta evlerine hapsedildiler.
Günün İstanbul için mânâ ve ehemmiyetini ortaya bütün çıplaklığıyla koyan diyalog şuydu:
Vatandaş: “Taksim’e nasıl giderim?”
Polis: “Gidemezsin, bütün bunları gitmemen için yapıyoruz zaten.”[1]
Biz
bu İstanbul/Taksim meselesiyle uğraşırken bakınız dünyada neler olup
bitiyordu: Tarihte benzeri görülmemiş ısınma yüzünden Güney kutbunda
buzlar son bin yılda görülmüş en kötü erimeye uğruyor[2], Kuzey Kutup dairesinde 600 yılın en sıcak yazları son 8 senede geçiriliyor[3],
iklim değişikliğinin getireceği kıtlık ve açlıktan önümüzdeki on
yıllarda milyonlarca kişinin ölmesine yol açacağı ve buna dünyanın
katiyen hazır olmadığı açıklanıyor[4],
20. yüzyılın son 30 yılının, aşağı yukarı son bin dörtyüz yıldan, yani
İstanbul şehrinin Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi olarak ilan
edilmesinden beri görülmüş en sıcak yıllar olduğu raporlanıyor[5],
6 trilyon dolar tutarındaki “karbon balonu”nun patlamasıyla hem
yatırımcıların hem de Yeryüzü Gezegeninin yanacağı, dünyanın hesaplanmış
fosil yakıt rezervlerinin yerin altında bırakılmasından başka çare
olmadığı ilan ediliyor[6],
7 yıl içinde iklim değişikliği ve enerjiye hücum sebepleriyle yağmurla
beslenen tarım hasadının başta Afrika olmak üzere dünyanın birçok
bölgesinde yüzde 50 azalmaya yol açacağı, başlıca nehirlerin debisi
azalacağından sulama kanallarının, barajların, HES’lerin ve nükleer
santrallerin susuz kalacağı bildiriliyordu[7].
“O
esnada başka yerde”, yani Türkiye’de neler oluyordu peki? Ülkedeki 15
özel çevre koruma bölgesinden biri olan ve Akdeniz’in en zengin
biyolojik çeşitliliğine sahip ilçesi Datça’da deniz doldurularak marina
yapılırken, belediye başkanı tarafından bunun “doğa dostu marina” olduğu
söylenerek[8]
literatüre önemli katkı getiriliyor, İstanbul’un kuzeyine yapılması
öngörülen 3. havalimanı için verilen 3. ÇED raporunda belirtilen 70 göl,
gölcük ve gölet, nihaî ÇED raporunda, –abra kadabra!– “su
birikintisi”ne dönüşüyor ve ilk raporda “mecburen kesilmesi gereken” 680
bin ağacın yanı sıra, 1, 855 bin küsur ağacın da “taşınabileceği”
belirtilerek, dünya literatürüne (herhalde tekerlekli) “prêt-à-porter
ağaç” gibi yepyeni ve güzide bir kavram armağan ediliyor[9],
Türkiye’nin karbondioksit eşdeğeri olarak 2011 yılı toplam sera gazı
emisyonunun 1990 yılına göre yüzde 124 artış gösterip dünya artış rekoru
kırdığı resmen açıklanırken[10],
tastamam aynı günde Orman ve Su İşleri Bakanı, “bugüne kadar işletmeye
aldığımız hidroelektrik santraller sayesinde yılda 40 milyon ton karbon
salınımını önledik” demek suretiyle iklim değişikliği ile mücadelenin en
etkin yolunun hidroelektrikten faydalanmak olduğunu belirtiyor[11], bundan bir hafta sonra ise, Muğla'nın Fethiye İlçesi'ndeki bir yangınla oradaki kuş cenneti kuş cehennemine dönüşüyor[12],
enerji bakanı enerjide yeni trendin kömür olduğunu açıklarken, Enerji
Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) Başkanı, “yerli kömür santralleri için
başvuruların çok arttığını, yerli kömüre karşı inanılmaz bir yönelim
olduğunu söylüyor, “inanılmaz derecede seviniyoruz” diyordu.[13]
Evet, ama bundan daha da inanılmazı vardı: Yılın tek kişilik “diyalogu” şöyle cereyan etti:
Başbakan (BM Ormancılık Forumu’nda, 7 Nisan 2013):
“Bir
parça elmasın, bir gram altının, bir litre petrolün, bir metreküp
doğalgazın, bir torba kömürün nerelerden geçip geldiğine, ne tür
trajedilere şahit olarak evlerimize ulaştığına artık kafa yormamız
gerekiyor…İnsanlar,
güzel kokular sürünme yarışına girerken, atmosfer deliniyor; insanlar
hırsla hız yapma peşinde koşarken, buzullar eriyor. Şunu hepimiz görmek
ve anlamak zorundayız. Büyüme ve kalkınma dediğimiz süreç böyle devam
ederse, ortada yaşanabilir bir dünya kalmayacak. Bu acımasız rekabet, bu
hırs, bu tamah böyle devam ederse, çocuklarımıza bırakacağımız bir
dünya var olmayacak”[14]
Başbakan (AKP Kızılcahamam toplantısında, 28 Nisan 2013):
“Çılgın
projeler için bize hendek atlatıyorlar. Bakın Marmaray’a çanak çömlekle
bize kaç sene kaybettirdiler. Üç dört sene önce açılacaktı. Biz muasır
ülkeler seviyesinin üzerine çıkacaksan bu yatırımları hızla yapmalıyız…
Kanal İstanbul’la ilgili birileri gelip bize akıl veriyor “bu yanlış”
diye. Ya arkadaş sen aklını kendine sakla …Dört yıl gibi bir sürede
üçüncü havalimanını bitireceğiz… Taksim Gezi Alanı dedik hemen karşı
çıktılar… Bu tabii kışla olmayacak. AVM, belki rezidans olarak hizmet
görecek… Galataport, Haydarpaşaport hazırlanıyor…Boğaz’a 3. köprünün
temelini önümüzdeki bir iki ay içinde atacağız…”[15]
Epey zaman önce Oğuz Atay o unutulmaz günlüğüne şöyle yazıyordu:
“…Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz...”[16]
Sana nasıl geliyor peki, ey okur?
Başka sorum yok.
***
[1] Taraf, 2 Mayıs 2013.
[3] Radikal, 10 Nisan 2013-05-02
[4] Observer, 13 Nisan 2013
[6] Bill McKibben, Jeremy Leggett, Guardian, 19 Nisan 2013
[8] Radikal, 21 Nisan 2013
[9] Radikal, 1 Mayıs 2013
[12] Milliyet, 21 Nisan 2013
[13] http://www.bianet.org/bianet/ekoloji/145665-enerjide-yeni-trend-komur
[16] Oğuz Atay, Günlük, İletişim, 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder