4 + 1 Soruda Ecce Homo*
“Birşey biyotik topluluğun bütünlüğünü, istikrarını ve güzelliğini korumaya yöneldiğinde doğru, bunun aksine yöneldiğinde yanlıştır.”
Aldo Leopold, A Sand County Almanac, 1949
İlk soru: Neler oluyor yahu?
Cevabı
galiba hepimiz biliyoruz ama – korkudan olsa gerek– çokluk bilmezden
geliyoruz. Ne var ki, korkunun ecele faydası yok. Olan şu: Gezegenimiz
kozmik boyutta bir şantiyeye dönmüş durumda. İnsanlık, medeniyet
inşaatını dev iş makineleriyle sürdürüyor. Tüm akarsular bentleniyor,
nehirler, göller barajlanıyor, dağlar kazılıyor, kayalar çatlatılıyor,
denizler taranıyor, deniz canlıları radarlarla tüketiliyor, deniz
diplerine, ovalara, dağlara, yaylalara su kuyuları açılıyor, taş
ocakları, kum ocakları, kömür ocakları çalıştırılıyor, boksit, altın,
bakır, koltan madenleri, diğer metaller, nadir metaller çıkartılıyor,
petrol boruları, katran kumu boruları, doğal gaz boruları döşeniyor,
demiryolları, karayolları, köprüler, havalimanları yapılıyor, arklar
açılıyor, kanallar kazılıyor, yaylalar düzleniyor, yağmur ormanları
kesiliyor, orman tabanları ateşe veriliyor, küller ve molozlar
denizlere, derelere, çaylara boca ediliyor, geniş topraklarda dev
makineler tek kültür tarımı yapıyor, mahsulü ekiyor, biçiyor, ürünü
topluyor, ambalajlıyor, gemilere, kamyonlara, trenlere dolduruyor,
satıyor ve aldığı paralarla yeni kazılar, yeni inşaatlar, yeni yollar ve
köprüler yapıyor...
İnsanlığın
ve medeniyetin arş-ı âlâya yükselmesi için yürütülen bu muazzam
faaliyet sonucu, dünyayı battaniye gibi saran “sera gazı” salımları da
arşa yükseliyor, karbon molekülleri birikiyor, iklim değişiyor ve
yeryüzünün “suyu ısınıyor” – hem de müthiş bir hızla! 2014 Nisanı’nda
yeni rekor kırıldı! Gerçek bir dünya rekoru: İnsanlık tarihinde ilk kez
bütün bir ay boyunca atmosferdeki karbon yoğunluğu milyonda 400 parça
seviyesini (400 ppm) aştı![1]
Şimdi de ikinci soru o zaman: Peki, ne olacak bu kâinatın hali?
Kelimenin
her anlamıyla canalıcı olan bu iki soruyu kafasında dolandıranlar için
gayet aydınlatıcı bir “görsel” dolanıyor şu sıralarda sanal âlemde.
Çevre Bilimleri Araştırmaları İşbirliği Enstitüsü adlı kuruluş (CIRES),
gezegen atmosferinin insanoğlu (ya da kızı) tarafından mahvedilmesini 90
saniyelik bir “animasyon-grafik” ile gözler önüne seriyor.[2]
Küresel Isınma 101 dersi gibi! Derste zaman tüneline giriyoruz ve
faltaşı gibi açılmış gözlerle grafikteki hareketi izliyoruz: Bir buçuk
dakika içinde karbon diyoksit ve diğer sera gazlarının yoğunlaşmasının
tarihine bakakalıyoruz. Son çeyrek yüzyıl içinde de en az 800 bin yıldır
benzersiz bir yükselişe, bir kozmik “rekor”a tanık oluyoruz!
Bu
korku filmi ya da “şaşı bak şaşır” gösterisi, kadim zamanlar içinde
iniş çıkışlara raslanmış olsa da, bu yükselişin kesinlikle biricik
olduğunu bize öğretiyor. İklim bilimciler, son 2 bin yılda CO2 gazının
üç aşağı-beş yukarı 280 ppm civarında sabit kaldığını, ama Endüstri
Devrimi’nden başlayarak günümüze kadar müthiş bir “karbona hücum”
yaşandığını, seviyelerin durmadan yükseldiğini bildiriyorlar.[3]
İnsanlık,
dünyanın en önde gelen iklim bilimcilerinden James Hansen’in kıyametin
tavanı olarak belirlediği 350 ppm “dönemecini” ta 1989’da aşmıştı zaten!
Artış hızı o tarihten beri ayrıca ivme kazanmış durumda. ABD Okyanus ve
Atmosfer Araştırmaları Merkezi (NOAA) Yıllık Seragazı İndeksi’nin son
verilerine göre: 2012-2013 arasında CO2 artışı dünya çapında % 1,5
olmuş. Anlamı şu: İnsan kaynaklı uzun ömürlü sera gazları bir yılda
yüzde 1,5 artarken, 1990’dan beri, yani son çeyrek yüzyıldan kısa sürede
% 34 artmış – buyrun, buradan yakın.
Bilim
dünyasının neredeyse tamamının tutarlı ve giderek artan uyarıları
karşısında insanlık meseleyi her geçen gün daha da içinden çıkılmaz
getirmekte yekta bir tutum sergiliyor. Yeryüzü sistem
araştırmacılarından biri şöyle özetliyor: “Sonuçlarının ne olacağını
bilmeden ‘elektrikli battaniye’nin ibresini yükseltip duruyoruz ... ama
ibreyi aşağı çekmek gittikçe zorlaşacak.”[4]
İnsanlığın,
Endüstri Devrimi’nden bu yana, yaklaşık 200 senedir, doğanın
“dizginlenmesi”, “boyunduruk altına alınması”, “altedilmesi” yönünde
hareket ettiği ve “doğal kaynaklar” diye adlandırdığı şeyleri, yani
doğanın ta kendisini sonsuza kadar tüketmeye yönelik olarak önü alınmaz
bir koşuda olduğu açıkça görülüyor. Bilim dünyası, şu anda içinde
bulunduğumuz çağa antroposen (“anthropocene”) demeye başladı: Yani, yaşayan dünya üzerinde insan etkisinin başat güç olduğu çağ.
Ama,
bu dehşet çemberinin başlangıç noktası gerçekten Endüstri Devrimi
midir, orası biraz kuşkulu. Yeni araştırmalar, insanlığın merhamet nedir
bilmediğini, ve iki milyon yıldır doğal dünyanın amansız düşmanı
olduğunu ortaya koyuyor maalesef.[5]
Antroposen, çok daha erken bir tarihte, bundan 2 milyon yıl önce bir
katliam zinciri ile de başlamış olabilir pekala. Afrika savanlarında iki
ayağı üzerinde doğrulan yaratık, daha işin başından itibaren “dünyaları
yokeden” idi.
Homo
erectus adlı atamızın, kendisini yenilmez yapan özellikleri vardı: zekâ
ve yaratıcılık, işbirliği yaparak sorun çözme, darda kaldığında
yiyeceğini değiştirebilme esnekliği, ve bir de, fırlatma becerisi olan
kollar. Böylece, uzak mesafeden savaşma yeteneği, insanlık tarihinin hem
temel göstergesi, hem de belirleyicisi oldu: dev etobur yırtıcıları
avlarından uzaklaştırırken, otobur canavarları da bitkin düşürüp
yoketti.[6]
Megafauna (dev hayvanlar) üzerine çalışan bilim insanları, son
zamanlarda, insanların gezegen üzerindeki etkisine dair yeni bir
anlayışın haritasını çizdiler: Buna göre, atalarımız nereye gittilerse,
canlılar âleminin (biyosferin) işleyiş tarzını değiştirip harikalar
diyarını silip süpürmüşler.[7]
Ve, insanlık asla durmadı, dur durak bilmedi.
Yok etmeye devam etti ve ediyor da. Şu anda içinde yaşadığımız gerçekten olağandışı dönem hakkında Altıncı Yokoluş – Doğal Olmayan Bir Tarih
adlı harika bir kitap yazmış olan Elizabeth Kolbert, atalarımızın
yokeden ve “yaratan” ikili doğasına ilişkin müthiş ironiye dair çarpıcı
gözlemler yapıyor. Biz 40 bin yıl kadar önce oraya geçmeden Avrupa’da en
az 100 bin yıl yaşayan ve herhangi bir omurgalıdan daha fazla iz
bırakmayan kardeşlerimiz Neanderthal’leri önce cinsel olarak becerip,
sonra da “göz açıp kapayıncaya kadar” kısa sürede tümden halletmemizin,
ve şimdi de yeniden “yaratmaya” kalkmamızın traji-komik hikâyesini şöyle
anlatıyor:
“DNA’mızın
içinde bir yerlerde, bizi diğerlerinden ayıran kilit mutasyon (veya
mutasyonlar) yatıyor olmalı: Bizi, en yakın akrabasının kökünü
kazıyabilecek, ardından da kemiklerini topraktan çıkarıp genom
haritasını yeniden düzenleyebilecek türden bir yaratık yapan
mutasyon(lar).”[8]
Sumatra
gergedanlarını boynuzlarını öğütüp kokain gibi burnuna çekmek için
öldürüp yok oluşun eşiğine getirdikten sonra, son kalan dişilerden Suci
çiftleşsin diye içine elle ultrason cihazı sokmak ya da son kalan Hawaii
kargası erkeklerinden Kinohi’ye mastürbasyon yapıp binlerce kilometre
ötedeki dişiye meni gönderme patetik çabaları içindeki insan, insanı
duyarlandırmıyor değil.
Ne
var ki, Kolbert’a göre asıl önemli olan, insanların dünyayı değiştirme
kapasitesi. Bu elbette moderniteden önce başladı, ama tam ifadesine
modern çağ’da endüstri devrimi ile ulaştığı şüphe götürmez. Bu kapasite,
muhtemelen bizi insan yapan niteliklerden, o kıpır kıpırlığımızdan,
yaratıcılığımızdan, dil kullanımımızdan, sorun çözmek ve karmaşık
görevleri başarmak için işbirliği yapma kaabiliyetimizden ayırt
edilemez.
“İnsanlar,
doğal dünyayı temsil etmek üzere işaret ve semboller kullanmaya
başladıkları andan itibaren o dünyanın sınırları dışına taştılar.”[...] ‘İletişim toplumları bir arada tutar ve insanların evrimden kaçmalarını mümkün kılar.’ [...]
Eğer insanların öteki türler için neden o kadar tehlikeli olduğunu
tahayyül etmek istiyorsanız, Afrika’da omuzunda Kalaşnikofla bir fil
avcısını, Amazon’da elinde elektrikli testereyle bir kereste tüccarını
ya da, daha iyisi, kucağında kitapla koltukta oturan kendinizi gözünüzün
önüne getirin, yeter.”[9]
Dünyayı
işaretlerle ve sembollerle temsil etme kapasitesi ile birlikte, onu
değiştirme kapasitesi de “bonus” olarak geliyor ve değiştirme de, artık
nasıl oluyorsa, aynı zamanda yoketme kapasitesi demek oluyor. “Bizi
Neanderthal’lerden ayıran şey, sadece minik bir dizi genetik
çeşitlemeden ibaret, ama bütün farkı da işte bu yaratıyor.[10]
Kolbert’le birlikte Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Biyoçeşitlilik Salonu’nun zeminine gömülü plaketten okuyoruz:
“Bundan
500 küsur milyon yıl önce karmaşık hayvanların evrilmesinden bu yana,
iklim değişikliği ve başka sebeplerle 5 büyük kitlesel yokoluş yaşandı [...]
Şu anda Altıncı Yokoluş’un tam ortasında bulunmaktayız – ki, bu sefer
bunun tek sebebi, insanlığın ekolojik manzarayı baştan başa
dönüştürmesinden başka birşey değil.”
Önce
kendi aile ağacımızı budamakla işe başladık: Neanderthallerle
Denisovanları hacamat ettikten sonra şimdi birinci ve ikinci derece
kuzenlerimiz şempanzeler, bonobolar, orangutanlar, goriller üzerinde
çalışıyoruz ... Maaşallah, megafauna da elimizden kurtulmuyor: Bir
zamanlar Türkiye’den Çin sahillerine kadar her yerde serazad dolaşan
Asya fillerinin % 97’sini – dişlerinden güzel süs eşyaları yapmak uğruna
– filler cennetine gönderdik.
(Ki, mesela, filler yağmur ormanlarında yüzlerce ağaç türünün
tohumlarının dağıtıcısı durumunda; filler olmadan, bu ağaçlar işlevsel
bakımdan soyu tükenmiş sayılıyor.) Asya gergedanlarının yüzde 99’unu da –
boynuzlarından kudret macunu yapmak için – bitirdik.[11]
Üçüncü soru: Biz bu muyuz yani?
Böyle
soruyor Monbiot. “Hiçbir kapıyı kapalı bırakmayan, hiçbir saklanacak
yeri tarumar etmeyen, uzun zaman önce karalar üzerindeki büyük
yırtıcılara yaptığımızı şimdi de denizlerin büyük canlılarına yapan
küçük boyutlu bir canavardan ibaret miyiz biz?” Sonra da cevap bulmaya
çalışıyor: “Yoksa, durmasını bilecek miyiz? İki milyon yıldır yaratıcı
bir biçimde yıkmak için kullandığımız pratik zekâmızı, evrim tarihimize
meydan okumak için kullanabilecek miyiz?”[12]
Cevap
hiç kolay değil. Son araştırmalar gösteriyor ki, insanlar
zenginleştikçe ve tüketimi artırdıkça daha benmerkezci, başka canlıların
hayatına karşı daha umursamaz oluyor. Yükselen tüketimin doğrudan
zararları bir yana, ekonomik büyümenin gezegeni nasıl koruyacağı
büyükbir muamma. Dolayısıyla bir kısır döngünün kıskacı içindeyiz.
Monbiot bir başka yazısında bunu şöyle anlatıyor.
“Doğaya
ne kadar zarar verirsek, o kadar daha umursamaz oluyoruz; aşırı
tüketicilik ilişkileri, toplulukları ve Yeryüzünün fiziki dokusunu ne
kadar tahrip ederse, hayatlarımızdaki büyüyen boşluğu gidermek için o
kadar daha çok alışveriş yapıyoruz. Bütün bunlara, bir de, basın ve
politikacıların zengin Anglofon ülkelerdeki aşırı neoliberalizmi
yüceltmesini, finans ve fosil yakıt sektörlerindeki büyük güç
temerküzünün değişimi önleme yolundaki sert lobisini ekleyelim…”[13]
Peki biz ne olacağız?
Dördüncü
soru da bu. Kolbert’e göre bunun muhtemel bir cevabı, bindiğimiz dalı
kestiğimiz, yani “ekolojik manzarayı baştan başa dönüştürdüğümüz” için,
kendi soyumuzu da tüketeceğimiz. (Öteki olasılık, insan zekâsı ve
teknoloji kendi yarattığı sorunu nasıl olsa çözecektir diyen bakış
açısı. Nâm-ı diğer: “Bize birşey olmaz ağbi!” yaklaşımı.)
Öyle
ya, evrimin kısıtlamalarından kendimizi kurtarmış olmamız, yeryüzünün
biyolojik, fizik ve jeokimyasal sistemlerinden bağımsız kaldığımız
anlamına gelmiyor. Tropik yağmur ormanlarını kesip, atmosferin
bileşimini değiştirip, okyanusları asit çukurlarına dönüştürerek bu
sistemleri bozunca, kendi hayatta kalma şansımızı da ciddi şekilde
tehlikeye atıyoruz. Altıncı Yokoluş kitabı şu cümlelerle sona eriyor:
“Jeolojik
kayıtlardan çıkarttığımız birçok ders var, bunlardan en ciddi olanı
belki de şu: Hayatta da, tıpkı yatırım fonlarında olduğu gibi,
geçmişteki performansın gelecekte aynı sonuçları vereceğinin hiçbir
garantisi yok. [...] Antropolog Richard Leakey uyarıyor: ‘Homo sapiens altıncı yokoluşun sadece aktörü olmakla kalmayabilir, onun kurbanı olma riski de vardır.’ [...] Bizim
için “şu an” olan o şaşkınlık verici an itibarıyla ve pek farkında
olmaksızın, hangi evrim patikalarının açık kalacağına, hangilerinin de
sonsuza kadar kapanacağına karar vermekteyiz. Şimdiye kadar bunu
başarabilen hiçbir yaratık olmadı. Ve, ne yazık ki bu bizim en kalıcı
mirasımız olacak. İnsanlığın yazdığı, çizdiği, resmettiği, inşa ettiği
herşey toz olup gittikten ve yeryüzü dev farelere miras kaldıktan – ya
da kalmadıktan – sonra, çok uzun bir süre yeryüzünde hayatın gidişâtını
Altıncı Yokoluş belirleyecektir.” [14]
Doğru söze ne denir?
Kısır
döngüyü nasıl kıracağımız, insanları nasıl uyandıracağımız ve onları
dünyayı kurtarmak üzere muktedirlere karşı nasıl topyekûn mücadeleye
sokacağımız meselesi önümüzde duruyor. Bu da beşinci, bonus soru.
Cevabı bilen beri gelsin.
[1]
“Concentrations of the greenhouse gas carbon dioxide in the global
atmosphere are surpassing 400 parts per million (ppm) for the first time
in human history,” http://keelingcurve.ucsd.edu/
[2] Time history of atmospheric carbon dioxide from 800,000 years before until Jan 2014, https://www.youtube.com/watch?v=UatUDnFmNTY
[5] Ayrıntılar için bkz.: George Monbiot, “Is this all humans are? Diminutive monsters of death and destruction?” http://www.theguardian.com/commentisfree/2014/mar/24/humans-diminutive-monster-destruction
[6] Ibid.
[7]
Paleontologlar Lars Werdelin and Margaret Lewis’in çalışmalarından
alıntılar ve Mart 2014 Oxford’daki Megafauna konferansından gözlemler
için, bkz.: Ibid.
[8] Elizabeth Kolbert, The Sixth Extinction – An Unnatural History, Henry Holt & Company, 2014, s. 240
[9] Ibid., s. 266
[10] Ibid. s. 258
[11] Bkz.: Monbiot, agy
[12] Ibid.
[13] http://www.theguardian.com/environment/georgemonbiot/2014/may/09/why-we-couldnt-care-less-about-the-natural-world
[14] Kolbert, s. 267-269