Geçen baharı kutladığımızdan bu yana geçen kısacık bir yıl içinde dünyada ve ülkede oldukça önemli şeyler oldu.
Birincisi,
yazbahar aylarında Türkiye tarihinin gördüğü en büyük kitlesel protesto
hareketi gerçekleşti. Müthiş bir haysiyet ayaklanmasının hem tanığı,
hem de –kimi durumda– canlı katılımcısı olduk. Bahar bayramı bir tür
“Bahar Âyini”ne dönüştü. Yerden yükselen gümbürtüyü sanırım hepimiz net
bir şekilde duyduk. Sosyolog Manuel Castells’in dediği gibi:
“Zemin sarsıldı… Hiçbir şey bir daha aynı olmayacak, gelecek gençlerin olacak.”
(Mine Gencel Bek, “Manuel Castells’in Toplumsal Hareketler ve İnternet Üzerine Konuşmasından Notlar”, T 24, 5 Mart 2014)
İsyanın
uğultusu dinmeksizin sürüyorken, kış başında ülkenin belki de gelmiş
geçmiş en büyük yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet skandali patlak verdi;
halen onun canlı tanıklığını yapıyoruz. Bitmek tükenmek bilmez bir
Öztürk Serengil stand- up gösterisinin hem seyircisi, hem de oyuncusu
gibiyiz sanki: Montaj, dublaj, şantaj’dan geçilmiyor ortalık. Bu trajik
absürd tiyatrosunda başrol oyuncusu kim? Mangıraj. Ya vaziyet? Evet,
bildiniz dostlar – kelajjj.
Üçüncüsü,
iklim değişikliği ve küresel ısınmaya bağlı olarak dünyada, bölgede ve
ülkede bir yandan muazzam bir kuraklık tehlikesi, bir yandan da Nuh
tufanları başgöstermekte. Eğer topluca uyanıp başkaldırmazsak, gelecek
parlak gözükmüyor. Ama vaziyet kel değil: Aksine, havada sivil
itaatsizlik ve isyan kokusu var. Örneğin, iklimi korumak için
kendilerini Washington’da Beyaz Ev duvarlarına zincirleyip tutuklatan
398 öğrenciden birinin (Aly Johnson-Kurts) söylediği şu sözler dikkat
çekici:
“Bir kenarda durup oturamayız artık; yoksa uğrunda savaşacağımız bir gelecek olmayacak."
(Lauren McCauley, “Hundreds of Students Arrested Demanding Climate Action,” CommonDreams.org, 3 Mart 2014)
***
Üç
olayın üçünün de içinden geçen tek bir soru var aslında. O da, bundan
tam 450 yıl önce doğmuş olan büyük ozanın zihnimize çaktığı o kahredici
cümleden başkası değil:
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele!”
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?”
(William Shakespeare, Hamlet, perde III, sahne 1)
O
zaman işte, ortaya bir soru daha: Peki “Dur, yeter!” demeyi nasıl
başaracağız? Gazeteci ve yazar George Monbiot, sanırım hepimiz adına
cevaplıyor ve temel ilkeleri şöyle sıralıyor:
“Her kim mağdursa onun yanında durmak, her kim zalimse onun karşısına dikilmek...
Yoksulu zengine karşı, güçsüzü güçlüye karşı, silahsızı silahlıya karşı savunmak...
Bize
hayat veren biyosferi (canlılar âlemini) savunmak. Hem o harika birşey
olduğu, hem de tüm diğer canlıları yaşama araçlarından mahrum bırakmaya
hakkımız olmadığı için savunmak onu.
Kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak, başkalarına da aynı şekilde davranmak.”
(George Monbiot, “Introduction: On Trying To Be Less Wrong,” Monbiot.com, 28 Haziran 2011)
Etik âleminin 1. ilkesi; “altın kural” yani.
***
Pasif
kalarak bu amaçlara erişmemiz imkânsız; bunu biliyoruz. James
Baldwin’in yarım yüzyıl önce kafamıza çaktığı gibi: Yüzleşme kaçınılmaz!
Demokrasi ve direniş kültürünü yaygınlaştırmak için dönüştürücü
gücümüzü seferber etmeliyiz.
O halde, tarihçi Howard Zinn’in unutulmaz sözünü bir kez daha tekrarlamanın tam zamanı:
“Hukukun ötesine geçen protesto, demokrasiden ayrılmak anlamına gelmediği gibi, aksine, demokrasi için kesinlikle elzemdir.”
(Zikreden: Jamie Henn, in: “Hundreds of Students Arrested...” CommonDreams.org, 3 Mart 2014)
Fotoğraf
ustalarından Harold Feinstein’ın büyük bir zerafetle Açık Radyo
ilanlarında bilabedel kullanılmasına izin verdiği o şiir gibi fotoğraf
kurgusundan esinlenerek Açık Radyo’nun yayınlarını “Sokağın Müziği” diye
nitelendiren dostlarımız var.
(Bkz.: http://www.haroldfeinstein.com/music-people-peoples-playground/).
(Bkz.: http://www.haroldfeinstein.com/music-people-peoples-playground/).
Bu
yakıştırma bizi mutlu etti. Demokratik yurttaş sorumluluğumuz seçim
sandığı’nın ötesine uzanıyor; bunu her zaman düşündüğümüzden, bu tanım
bize uyar.
Hoş,
bunca yıldır yaydığımız sada, Bremen Mızıkacıları’nın o tangırtılı
müziğini de andırıyor belki arada sırada, ama olsun, gene de bize uyar.
Yayına
geçeli 18 yıl oldu, hatta biraz geçti bile. Bir anlamda rüştümüzü ispat
ettik sayılır. Bunca zamandır kuyruğu dik tutttuk, tutmaya devam
ediyoruz, hep de edeceğiz…
19 yaşımıza doğru ilerliyoruz. Mucize
gibi bir şey bu! Aslında cevabını metafizik bir şekilde göklerde filan
aramaya da hiç lüzum yok. İşin sırrını tek kelime ile özetlemek mümkün:
“Müşterekler” kelimesiyle. Evet, müşterekler, ortak varlıklarımız; ortak
değerlerimiz, paylaştıklarımız...
Açık
Radyo, “mucizesi”, bir avuç mütevazı insanın, hepimize ait olanı, ortak
varlığımızı korumak, paylaşmak ve hem birbirine, hem de “müştereklere”
gözü gibi bakmak için yürüttüğü o inanılmaz ortak çabanın sonucu.
Bir
yanda bunca yıldır durmadan üreten, sessiz ve derinden giden gönüllü
programcı dostlarımız, bir diğer yanda deli gibi koşuşturan ve her
nasılsa sinir krizinin eşiğine gelmemeyi başaran “cool”
çalışanlarımız…Ve bir de, dinleyicilerimiz tabii! Hem alabildiğine
sıradan “sokaktaki insanlar” onlar, hem de her biri bir birey, her biri
tamamen tekil, benzersiz birer yurttaş: En hoş tarafı da şu: Hepsi daima
arkamızda, daima yanımızda ve yöremizde...
***
Hakikaten
bir avuç insan işte, dinleyicileri de katsanız. Ama mucizelerden
bahsediyoruz; işin püf noktası nicelikte değil, nitelikte. Ve işte
“Sokağın Müziği”ni de bu bir avuç insan elbirliğiyle yapıyoruz neticede…
15
Mart Cumartesi – 23 Mart Pazar günleri arasında yaptığımız 11. Açık
Radyo Şenliği büyük bir ilgi gördü . Destekçilerimize eklenen yeni
katılımcılarımızın oranı neredeyse yüzde elli oldu! Dinleyici desteğine
dayanan bağımsız ve cesur bir mecraya hiç şu günlerde olduğu kadar çok
ihtiyacımız olmadığı net bir şekilde ortadaydı!
***
İşte
böyle. Açık Radyo’yu el birliğiyle bir “zihin tiyatrosu” haline
getirmeye çalışıyoruz. Belki az biraz başarmışızdır da. Bize kalırsa, bu
radyoda hepimiz bir şekilde gündelik direniş düşleri görüyor ve
gösteriyoruz. Eh, düşlerden laf açmışken, sözü –azıcık saptırarak da olsa– bir kez daha ustaya bırakıp bu yazıyı öyle kapatalım bari:
“… Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın…”
(Shakespeare, aynı yerde)
***