1995
Haziran’ında Boğaziçi’nde denize nazır eski bir yalıdan bozma eğlence
mekânında Açık Radyo’nun kuruluşunu cümle âleme duyurmak için verdiğimiz
“parti”de Manifesto’muzu da davetlilere ve basına dağıtmıştık. “Radyo
ne işe yarar?” diye soruyorduk o metinde. Sözüm ona safça görünen ama
aslında cevabını bildiğimiz – daha doğrusu bildiğmizi sandığımız –
kibirli ve ukalaca bir soruydu.
O
soruyu sorduğumuzdan tam tamına bir sene önce, çok uzaklarda bir yerde
çağdaş dünyanın en yeni soykırımı gerçekleşmekteydi. Doğu Afrika’da
Allah’ın unuttuğu Ruanda’da 1994 baharı ve yazında 100 gün içinde bir
milyon insanı kesmişlerdi. Birleşmiş Milletler’in “barış gücü”nü
oluşturan Belçika taburları da oradaydı ama başta o, dünyada hiçbir
örgüt ve kişinin kılı kıpırdamamıştı ve hepimiz başlarımızı başka tarafa
çevirmiştik. Ruanda’da günde 10 bin kişi esas olarak palalarla
doğranarak öldürüldü. Her gün. Saatte 417 kişi. Her saat. Dakikada 7
kişi. Her dakika. Ve bu hadise 3 ayı aşkın bir süre kesintisiz devam
etti. Kanlar, dereler halinde aktı. Hepimiz sustuk.
Bu
arada, radyonun haber-sohbet-müzik-eğlence vb. yanısıra başka ne işe
yarayabileceğini de işte o vesileyle öğrenmiş olduk. Kigali’deki bir
radyonun bitmek bilmez ırkçı ve kanlı savaş çığırtkanlıkları, yırtıcı
ölüm çığlıkları aylarca sürmüş, bu “fon müziği” eşliğinde
kadın-erkek-çoluk-çocuk insanların kökü kurutulmuştu. Hutular’ın
Tutsi’leri kestiği bu kırımda, insanın aklında kalan en kan dondurucu
sözler “ılımlı Hutu” kelimeleriydi. Bu sıfat tamlaması, soykırıma karşı
çıkanların katlinin neden vacip olduğunu anlatıyordu.
Denize
nazır yalıda verilen tanıtım partisi ile tamı tamına aynı günlerde
Avrupa kıtasında da soykırım vardı. Sürüp giden Bosna savaşında
Srebrenitsa kasabasında Republika Srpska birlikleri, Sırbistan
içişleriyle birlikte çalışan “Akrepler” adı verilen faşist paramiliter
birlikler ve bir de Rus ve Yunan
gönüllüleri, bir gece içinde 8 bin civarında erişkin Boşnak erkeğini
erişkinleri, delikanlıları ve oğlan çocukları ile birlikte katletti. Bu
katliam, “güvenli cep” ilan edilmiş olan Srebrenitsa’da kendilerine
emanet edilmiş Boşnakları katillerine teslim eden BM Hollanda “barış
gücü” taburunun (Dutchbat) neredeyse “gözleri önünde” cereyan etti,
tıpkı Ruanda’da olduğu gibi. “Emanete hıyanet” kavramının tanımını
soracak olan biri varsa, ona bundan âlâ bir örnek göstermek zor olur
herhalde.
Susan,
göz yuman sadece BM barış gücü askerleri değildi tabii, hepimizdik
biraz. Radyo’da yayına geçtikten sonra bir süre her gün Saraybosna
Günlüğü programıyla, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa
topraklarında görülmüş en büyük kitle katliamı”nı da içeren bu savaşı
Boşnakların gözünden ve dilinden aktarmaya çalıştık. Sonra savaş bitti,
program da bitti ve herşey unutuldu. Sırbistan Cumhurbaşkanlarından biri
uzun yıllar sonra geçmişteki bu “savaş suçları” için özür dilediğinde
gene de soykırım kelimesini ağzına almayacaktı.
Açık
Radyo’cular olarak biz, daha ilk günden “kucağımızda bulduğumuz” bu
soykırım, etnik temizlik ve kitle katliamları ile birlikte başlayan
yayın hayat tecrübemizi upuzun 18 yıl boyunca nice savaş, iç savaş,
katliam ve yıkımla “besleyerek” bugüne kadar geldik. Yine ilk kuruluş
yıllarımızda hemen hemen aynı günlerde cereyan eden korkunç birinci
Çeçen savaşını, daha sonra ikincisini, Kosova’yı, Sierra Leone’un,
Kongo’nun kanlı elmaslarını, kesilen kollarla bacakları, çocuk askerler
dehşetini, tecavüzleri, Darfur soykırımını, Liberya’nın birinci ve
ikinci iç savaşlarını, Sri Lanka iç savaşlarını ve soykırımlarını, canlı
yayında izlediğimiz 11 Eylül’ü, Afganistan’ın vurulmasını, Irak’ın
binbir yalan dolanla istila ve işgal edilişini, ülke tüm dokusunun lif
lif dağılmasını, İsrail’in Lübnan’a ve işgal altındaki Filistin
topraklarına saldırılarını, Pakistan’ın, Yemen’in durmadan ve yeniden
havadan vurulup durmasını, sonra Libya’daki iç çatışmayı, sonra
Libya’nın vurulmasını ve daha sayısını ve adlarını bile artık
hatırlamakta zorluk çektiğimiz nicelerini adeta içimiz çıkarcasına
izledik ve bunların hem olgularını, hem de tahlil ve yorumlarını
elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce dinleyicilerimizle paylaştık.
Kimilerinde dıştan müdahalenin – asla ahlakî olmamakla birlikte – insanî açıdan belki “daha az gayri ahlakî” olduğunu düşündük, “kabul edilebilirliğini” tartıştık...
Tarihçi
Will Durant, insanlığın binlerce yıllık tarihinde, yeryüzünün bir
yerlerinde savaşın olmadığı yılların parmakla sayılabilecek kadar az
olduğunu söylüyor. Tam da bunun doğrulamasını yapmak için çalışıyormuşuz
gibi bir hal var ortalıkta. İşte şu bülten metninin yazıldığı sıralarda
korkunç bir yeni savaşın eşiğinde bulunmaktayız. Birçok belirsizlik
bulunmakla birlikte, yakın geleceğin hiç de umut vaad etmediği
söylenebilir. Komşumuz Suriye, Dante’nin cehenneminin iç halkasına çok
yakın bir yerde duruyor.
Rakamlar
şöyle: Birleşmiş Milletler’in son açıklamalarına göre 2,5 yıllık iç
savaşın sonucunda ülkeden kaçan mültecilerin sayısı 2 milyonu aştı.
Suriye’den akın akın kaçan çocukların, kadınların ve erkeklerin sayısı
sadece son 1 yıl içinde 10 katına çıktı! Aralarında Türkiye’nin de
bulunduğu komşu ülkelere günde 5 bin kişi sığınıyor. Her gün! Saatte
200’ün üzerinde insan. Her saat.
1994’teki
Ruanda soykırım felaketinden sonraki en büyük mülteci krizi yaşanıyor.
Kaçan 2 milyonun yarısı, kendi nüfusu 4 milyon olan Lübnan’a sığınmış
durumda. Ürdün’de yarım milyon, Türkiye’de de – nihayet geçenlerde son
anda yapılan resmî açıklamaya göre – bir o kadar, Irak’ta da 100 bin.
2011’de çatışmaların başlamasından bu yana hayatını kaybeden insanların
sayısı 100 bini aştı. 7 binden fazla çocuk öldü! Üstüne üstlük,
insanlığın hâlen iskân edilen en eski kenti olan Halep gibi kentler
olduğu gibi yıkıldı, binlerce yıllık kültür mirası camiler yerlebir
edildi, altyapı diye birşey ve taş üstünde taş kalmadı. 2 milyon
mülteci, sadece sınırın dışındakilerin sayısı. Ülke içinde yerinden
yurdundan olanların sayısını ise tam bilen kimse yok; ama 7 milyon
kişiye yakın oldukları tahmin ediliyor. Yani, toplam ülke nüfusunun
yaklaşık yarısının aç ve açıkta olduğu söylenebilir! Sosyal, siyasal,
ekonomik ve kültürel açılardan muazzam bir yıkımdan, mutlak bir kaostan
bahsediyoruz.
Dahası,
Oxfam yardım kuruluşu yetkililerinin açıklamasına göre bu, buzdağının
ucu, yani görünen kısmı. Ülke içinde yersiz yurtsuz dolaşan bu 6-7
milyonluk kitlenin büyük çoğunluğuna yiyecek, giyecek, barınak, sağlık
gibi herhangi bir hizmet ve/ya yardım götürülemiyor, çünkü onlar zaten
cehennemî çatışmanın tam ortasında kalmış durumdalar. Sadece yüzde
5’inin barınağa benzer “makûl” koşullarda yaşadığı, geri kalan yüzde
95’inse çadırlarda, yollarda ya da yıkılmış binaların enkazı arasında
hiçbir altyapı hizmeti almadan yaşamaya çalıştığı tahmin ediliyor.
Ülkede sağlık sistemi çöküş halinde. Eğitim sistemini ise – unutalım
gitsin: Çocukların yüzde 50’si, yani resmen yarısı okul yüzü bile
görmüyor! Bu çocukların bir daha ömür boyu okula gitme şansı bulmaları
çok küçük bir ihtimal. Gidenlerin bu şansı daha ne kadar sürdürecekleri
de meçhul. Tabii, gerek yurt dışına sığınmış, gerekse de ülke içinde
yerinden olmuş insanların bir daha kentlerine, kasabalarına, köylerine
ya da evlerine dönebileceklerini düşünmek için de sebep yok elimizde.
Çünkü, başta Filistin halkı olmak üzere dünyada bunu başarabilmiş
olanların örneğine pek rastlanmıyor en azından yakın tarihte. (Democracy
Now!.org, 4 Eylül 2013)
İşte
böyle bir facia ortamı üzerine şimdi, bir ABD roket saldırısı
bekleniyor. Özetlersek: Nobel Barış Ödülü sahibi, parlak bir anayasa
hukukçusu olduğu bilinen Başkan’ın uluslararası hukukta kuvvet
kullanılmasına izin verebilecek yegâne kuruluş olan BM’yi, BM
Antlaşmasını, ABD Anayasası’nı ve Amerikan halkının tüm anketlerde
açıkça ortaya çıkan savaş ve müdahale karşıtı taleplerini tümüyle hiçe
sayarak girişeceği bir saldırı var. Noam Chomsky’nin de geçenlerde
söylediği bu: Mevcut uluslararası toplumun hukuku, bir ülke liderinin
kendisine dünya polisliği veya jandarmalığı atfederek, BM onayı
alınmaksızın girişeceği bir saldırıyı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Nazi liderlerinin yargılanıp cezalandırıldığı uluslararası Nürnberg
Mahkemesinin va’zettiği kurallara göre, ciddi bir “savaş suçu” olarak
niteliyor. Savaş suçu işleyenlerin cezasının da, Nürnberg mahkemesinin
biçtiği cezalardan farklı olması düşünülemez.
Tıpkı
Irak’ta olduğu gibi tereyağından kıl çeker gibi, sınırlı süreli bir
“cerrahi operasyon” yapılacağı belirtiliyor ABD liderleri tarafından.
Neşteri atıver, iş bitsin! Türkiye’deki siyasi liderler de böyle bir
operasyonu yapacak her türlü gönüllüler koalisyonu içinde yer alacağını
belirttiler.
2003’teki
Irak “operasyonu” için de aynen böyle denmişti; ama öyle olmadı.
Milyona yakın ölü, yaralı ve sakat veren, kimi dulları kendilerini
satarak ancak hayatta kalabilen Irak toplumu tamamen dağıldı, mezhep ve
din çatışmaları ülkeyi paramparça etti, “sınırlı operasyon”un üzerinden
10 küsur yıl geçtikten sonra şimdilerde her gün onlarca kişi korkunç
patlamalarda, suikast ve saldırılarda hayatını kaybediyor.
Dünya
tarihinde hiçbir saldırıda olmadığı gibi, Suriye’de de olmayacak.
ABD’nin deneyimli diplomatlarından emekli albay Ann Wright’ın serinkanlı
analizine göre böyle bir saldırının muhtemel sonuçları arasında özetle
şunlar var: Suriye uçaksavarları ABD füzelerine kendi roketlerini
atacaklar, birçok Suriyeli sivil kadın-erkek ve çocuk ölecek ve her iki
taraf da bu ölümlerden öteki tarafı sorumlu tutacak, Şam’da ve bölgede
ABD’nin ve onun “koalisyon ortağı” olan Türkiye gibi ülkelerin
büyükelçilikleri ve kimi işyerleri yakılıp yıkılacak, Suriye belki
bölgedeki ABD müttefiklerine, İsrail’e ve belki Türkiye’ye roketler
atacak, İsrail bunlara karşılık verecek ve belki Suriye’nin en yakın
müttefiki İran’a da roketlerle saldıracak, İran da buna karşılık belki
hem İsrail’e, hem de ABD’nin Türkiye, Afganistan, Bahreyn ve Katar’daki
üslerine roketle misilleme yapacak, ayrıca Hürmüz Boğaz’ını ablukaya
alıp Basra Körfezi’nden petrol naklini engelleyebilir... (Common
Dreams.org, 31 Ağustos 2013)
Uğursuz
savaş rüzgârlarının alabildiğinde uğultulu biçimde estiği olağanüstü
günlerde dahi olağanüstü toplanmamış olan TBMM’nin ve “başkomutan”
sıfatını taşıyan Cumhurbaşkanı’nın görüşlerinin bilinmediği, ayrıca
kamuoyu yoklamalarının yokluğunda da halkın ne düşündüğünün
öğrenilemediği sisli bir ortamda T.C. Başbakanının “ülkemiz böyle bir
şeye her an hazırdır... ve her türlü koalisyonun içinde yer almaya hazır
olduğumuzu söyledik” demesi, kendisinin uluslararası basında uzun
süredir yer alan sayısız risk olasılıklarının farkında ve duruma hakim
olduğunu gösteriyor. (Gazeteler)
Ama
bu yeterli mi? Siyasal tarih, savaşlarda evdeki hesapların hiçbir zaman
çarşıya uymadığını gösteren sayısız örneklerle dolu.
Savaşın
gerçek yüzü: Suriyeli bir baba, evlerine isabet eden füze sonucu
hayatını kaybeden 2 çocuğundan birine, toprağa verilmeden hemen önce,
son kez sarılırken.
Kimse
elbette neler olacağını bilemez, ama örneğin ABD’nin en deneyimli
diplomat ve analizcilerinden William Polk’un, Suriye ve kendi ülkesi ABD
açısından olası tahminlerini şöyle özetleyebiliriz: Suriye,
Afganistan’daki gibi büyük parçalara (örneğin Kuzeydoğu’da Kürt bölgesi
vb.) ayrılıp bölüneceği gibi, ayrıca Irak’taki gibi mahalle mahalle de
bölünecek, Müslümanlar Aleviler ve Hıristiyanlardan öç alma peşinde
koşacak, onlar da kendi hayatlarını kurtarmak için kaçışacak.
Milyonlarca insan daha yerinden yurdundan olacak. Büyük gıda sıkıntısı
ve kıtlık içine girilecek. (Bu arada, Suriye iç savaşını tetikleyen en
önemli etkenlerden birinin küresel iklim değişikliğine bağlı büyük
kuraklığa ve gıda krizine bağlı ayaklanmaların kaba kuvvetle
bastırılması olduğunu da unutmayalım.) Ülke, teroristler, İslamcı
radikaller ve uyuşturucu kaçakçıları için bir cennet halini alacak. ABD
sınırlı operasyon derken, oraya da asker göndermek zorunda kalacak,
birçok ölü ve yaralı askeri personel olacak, devlet bütçesi, Irak ve
Afganistan’dan sonra Suriye’de de göçecek; belki birkaç trilyon dolar da
oraya gömülecek. (The Atlantic.com, Ağustos 2013)
Uzun
süreli, çok pahalı ve belki de kazanılması imkânsız bir yeni savaştan
bahsediliyor burada. Peki ama neden? İnsanî, hukuki, askeri, ahlaki,
etik ve pratik açılardan, yani hemen hemen her bakımdan saçma, kabul
edilemez ve tahripkâr bir durum yaratan, cinayet- intihar-kâbus karışımı
bir girişim, herşeye rağmen neden büyük ihtimalle gerçekleşecek? Neden,
savaş ve zor kullanmanın asla çözüm getirmediğini, diplomasi, hukuk ve
siyasetten başka bir çözüm mekanizmasının geçerli olamayacağını herkes
bildiği halde, dünya yüzünde neredeyse kimse istemediği halde yeni bir
savaş çıkacak? Ve belki bölgeye, belki onun da ötesine yayılacak, 2013
sonbaharı da muhtemelen hayatımızın en korkunç dönemlerinden birinin
başlangıcı olarak tarihe geçecek?
Kimse
istemediği halde mi? Tam doğru değil bu ifade. ABD Kongresi’nden
Florida Milletvekili Alan Grayson, ibareyi biraz tamamlayarak
düzeltiyor: “Bunu isteyen kimse yok” diyor ve ekliyor: “Ordu-endüstri
kompleksi hariç.”
(The Nation.com, 4 Eylül 2013)
Gazeteci
ve yazar Chris Hedges de birkaç firma ismiyle detaylandırıyor bunu:
“Herşey dönüp dolaşıp aynı yere, bütün o silah ticaretine geliyor. Biz
[ABD], gezegen üstündeki en büyük silah ve mühimmat satıcısıyız ve bu
işle uğraşanlar da, para kazandıkları sürece başka hiçbir şeyle
ilgilenmezler... Afganistan gibi yerlerde sürüp giden çatışmaları
ateşleyen şey, Halliburton, Raytheon, Boeing gibi şirketlerin buralardan
çıkmaya niyetlerinin olmaması. Asla çıkmak gibi bir niyetleri yok. Kaç
Amerikalı ölmüş, kaç Afgan ölmüş, umurlarında bile değil. Afganistan’da,
bölgede neler olup bittiği umurlarında değil. Halliburton gibilerin
hisse senetleri fiyatlarına bakın, anlarsınız. 11 Eylül’den bu yana
hepsinin hisse senedi fiyatları dörde katlandı. İşte bütün bunların
ardındaki görünmeyen motor da budur. [Obama gibi siyasi liderlerin
üzerine] Büyük baskı yapıyorlar.”
(The Real News Network/Truth-out.org, 1 Eylül 2013)
Türkiye,
en yetkili siyasi kişisi olan Başbakan’ın ağzından her şeye tamamen
hazır olduğunu ilan ediyor, iktidara yakın yeni yerleşik medya da
ahenkli bir koro halinde, gayet eril, milliyetçi tonları ağır basan ağır
savaş propagandası yapıyor durmadan. İnsan, yukarıda aktarmaya
çalıştığımız, radyoda da günler boyu konuşup durduğumuz bütün bu
istatistiksel verileri, binbir türlü insanlık durumunu, haddi hesabı
olmayan siyasi-sosyal-ekonomik analizi ve tabii derin vicdanî kaygıyı
gerek siyasi liderlerin, gerekse önde gelen medyanın seçkin gazeteci ve
yazarlarının da hissettiğini, onların da aynı biçimde hassas, dürüst ve
içten davrandığını düşünmek istiyor.
Yoksa
çünkü, “ülkece her an herşeye hazırız” dendikten sonra, gelecek sene bu
vakitler Açık Radyo’nun 19. yayın yılında haber programlarında komşu
Suriye’de belki 100 bin, belki 300 bin yeni ölüden, Türkiye içlerine
yerleştirilmek zorunda kalınan 1 milyon yeni sığınmacıdan, dört bir
yanda yükselen etnik gerginlikten ve bunların yol açtığı şiddetli
çatışmalardan, patlamalardan, çatlamalardan, açlıktan, susuzluktan,
kıtlıktan söz ediyor olabiliriz. Böyle programları gönül rahatlığıyla
dinlemek isteyecek kimse var mıdır? Hiç sanmayız.