Boğaziçi Üniversitesi'nin 146. Mezuniyet töreninde yaptığım konuşmanın
metni:
Merhaba 2013 sınıfı! Merhaba herkes!
Burada
bulunmaktan büyük mutluluk ve onur duyuyorum. Bir kere, gençlerle
bulunmanın mutluluğu var. İnsan onlarla hep genç kalıyor. En azından
gönlü genç diyelim. Bunu sağlayan iki avantajlı meslek var : Biri
Üniversite öğretim üyeliği. İkincisi radyoculuk. Bende her ikisinden
biraz oldu. Üstelik Faustien bir pazarlık da yok burada; ebedî gençlik
karşılığında birşey vermiyorsunuz..
Mutluluğun kaynağı bu. Onur da, 2013 Gezi kuşağına hitap ediyor olmaktan...
Şimdi
bir mezuniyet töreni konuşması yapmalıyım. Bildiğiniz nutuk atma. Hani
kimse dikkatini tam veremez, sonradan da zaten birşey hatırlamaz. Burada
yeni kuşağın üyeleri olarak sizlere bilgece sözler söylemem, önünüzdeki
hayata dair âkil tavsiyelerde bulunmam bekleniyor. Bu o kadar kolay
değil. Hatta, bana bu nazik daveti yapan sayın rektör Profesör Gülay
Barbarosoğlu’na ve dostum Prof. Fikret Adaman’a saygısızlık etmek
istemem ama bu imkânsız. Bakın neden.
Geçenlerde,
GPS (Global Power Shift) atölye çalışmaları kapsamında İTÜ Ayazağa
kampüsünde bir panelde konuşma yaptım. Küresel Eksen Değişimi diye
çevriliyor. Dünya gençliğinin en büyük iklim aktivizm platformu bu. 4
bir yandan gelen 500’den fazla genç iklim aktivistinin hikâyelerinden
oluşuyor. Herkesin ayrı bir anlatısı var. Bu konuya birazdan döneceğim.
Ama şimdilik şunu söyleyeyim: Orada Pakistan’dan bir aktivist kız,
konuşmamı bitirdikten sonra bana sordu: “Sizin bu gençlere tavsiyeniz
nedir?” Ben de resmen dünyanın öbür ucundan 45 günde –arada yürüyerek!–
buraya gelen gençlere ne tavsiyesinde bulunabilirim ki?” dedim. İnci
gibi dişlerini gösterip güldü.
Evet,
aynı şey burası için de geçerli: Türkiye tarihinin gördüğü en büyük
kitle başkaldırısı olan Gezi direnişini gerçekleştirmiş ve halen de
gerçekleştirmekte olan genç insanlara hangi “aklı” verebilirim ki?
Öyleyse
akıl filân vermeyi bir yana bırakalım; işimize bakalım. Madem herkesin
anlatısı konuşuluyor. O zaman ben de kendi hikâyemi anlatayım.
Ben
bu ayaklanmayı 45 yıldır bekliyordum. Bakın, şu kampusta (Güney) liseyi
bitirir bitirmez, hayattaki en yakın arkadaşımla birlikte Paris’e
gidecektim. Kafamızda kavak yelleri. Planımız buydu. Dünyanın biricik
kültür merkezinde sinema okuyacaktık. Hatırlayın: “Yeni Dalga”, Godard,
Truffaut... A bout de souffle...
Arkadaşım benden önce gitti, ufak ufak yerleşti oraya. Ben biraz daha
bekledim, oyalandım, oyalandım, oyalandım ve – son dakikada tırstım;
biletim filan herşeyim hazır olduğu halde caydım. Arkadaşıma şu telgrafı
çektim:
SEVGİLİ
RALFİ STOP ÇOK DÜŞÜNDÜM STOP AMA BENDE O CESARET YOKMUŞ STOP KALIYORUM
STOP SENİ SATTIĞIM İÇİN BENİ BAĞIŞLAYABİLECEK MİSİN STOP ÖMER
Böylece
14 kelimelik bir telgrafla –o zamanlar 140 karakter kuralı yoktu– ’68
Paris’ini yani koskoca Dünya devrimini kaçırmış oldum, iyi mi?. Muhteşem
Paris yerine tuttum o kömür karası, boğucu Ankara’ya gittim. Bu
gerzekliğim için bir ömür boyu hayıflandım. Bunun intikamını almak için
400 sayfalık bir roman bile yazdım. Mezuniyet yılım olan ’64’te geçiyor.
İçinde mezuniyet balosu, mezuniyet töreni, aşk, heyecan ve macera bol
da – devrim olmuştu yahu, devrim!...
Sonra
aradan yarım yüzyıl geçti. Taksim ayaklanması oldu. Gene Mayıs! Bu
sefer devrim durumları bizim kapımızı çalmıştı. Geçenlerde Abbas Ağa
parkı’nda bir forumu izlemeye gittim. Bir baktım, arkada “Paris’ten
Gezi’ye Selamlar...” yazılı bir bez pankart. 45 yıl sonra Paris
İstanbul’a gelmişti.
Bu
sefer kaçırmamakta kararlıydım. İstiklal’deki o 40 bin kişilik büyük
yürüyüşte hayatımda ilk kez GS’lilerle FB’lileri ve Beşiktaşlıları
kolkola gördüm; sağımızda solumuzda milliyetçiler ve Kemalistler de
vardı; faşizme karşı omuz omuza diye haykırırken sağ eliyle bozkurt
işareti yapan bir genç kız bile gördüm. Herşey vardı. Kavga, dövüş yoktu
bir tek.
Asıl
ön saflarda “cephe savaşı” vardı. Daha doğrusu, Taksim’in girişinde
mevzilenmiş polisten sürekli gaz ve ilaçlı su yiyen kızlı erkekli sivil
itaatsiz gençlerin acayip direnişi. Arada yer değişiyorlardı. Rotasyon.
Gazdan bitap düşüp bir nefeslenmek için arkaya geliyor, sonra gene ön
safa gidiyorlardı. Kan çanağına dönmüş gözlerindeki kararlı ifadeyi
gördüm birden ve o an, bu işin bitmiş olduğunu anladım. Korku bitmişti
çünkü. İktidarın, muktedirlerin yapacağı birşey yoktu. Gezi Türkiye’de
dönüm noktasıydı. Türkiye ve dünya bir daha asla aynı olmayacaktı.
Ben
Başbakan için bir tür reklam panosu sayılabilirim aslında:. Üç çocuk
babası bir “paterfamilias”ım çünkü. Bu iyi haber. Ama bir de kötü haber
var: Çocuklarımın 3’ü de Gezi’den çıkmadılar bir ay boyunca. İlk büyük
yürüyüşte İstiklalde kızıma rastladım. Kucaklaştık, biraz birlikte
yürüdük. Sonra, “baba ben öne gidiyorum” dedi ve ayrıldı. Ben de, “Aman
dikkatli ol!” diyebildim sadece. Onu da içimden.
Gezi
Direnişinde şans bu sefer yanımızdaydi. İlk günden yakaladık. Radyoda
bir ay kesintisiz maraton yayın yaptık. Devrimci momenti canlı yayında
verdik; hani “an itibariyle” diye bir laf var ya, tam öyle oldu: “Taksim
düşerken” an itibariyle Hayko Bağdat telefonda anlatıyordu radyoya:
“Bir dakika bakayım, polis çekiliyor galiba ... yok yok geri dönüyor
şimdi gaz atıyor, çok kötü olacak ... ama yok, yok, çekiliyor… Polis
tamamen çekildi! Burada meydanda 1 milyon kişiyiz şimdi!”
“Teşekkür ederiz,” dedik, “biz de birazdan oradayız.”
Önde
gelen çevrecilerden Lester Brown’a bir keresinde sormuştum radyoda
mülakat yaparken, niye insanlar bunca şey karşısında isyan etmiyor diye.
Sene 2010’du.
“Sosyal değişim kimi zaman çok hızlı ve beklenmedik bir şekilde geliverir,” demişti o da. Aynen öyle oldu.
Radyo olarak biz de hızlı refleks gösterdik doğrusu,. Zaten
Deprem’den de hazırlıklıydık. 1999’da tüm formatı tersyüz edip iki ay
boyunca stüdyodan çıkmamıştık neredeyse. Sivil toplumun ilk kez devlete
“hop dedik, biz de burdayız!” dediği 104 STK imzalı tam sayfa gazete
ilanları o sırada hazırlandı; biz de işin içindeydik. İlk önemli sivil
kıpırdanış buydu.
İkinci
sivil başkaldırı da 2007’de Hrant Dink’in cenaze törenidir bence. 200
bin kişi oradaydık, toplandık, yere göğe sığamadık, yürüdük, köprüleri
aştık gittik. Tek kelime naralanmadan, sessizce. Tabutun üstüne konan,
hiç havalanıp kaçmayan, öylece duran o beyaz güvercinlerle beraber. Ne
acayipti.
Sonra
da Gezi geldi işte. Yürüdük, bağırdık, katıldık ve kesintisiz yayın
yaptık... Formatı gene altüst ettik, saatler saati stüdyodan çıkmadık.
Neyse işte, 1. haftanın sonunda 3
kelimelik bir mail geldi: “Haberi sizden alıyoruz.” Özlem adlı
dinleyicimiz Ankara’dan selam gönderiyordu. Çok gururlandık. Haberi
bizden alması, sadece bizim iyi yayıncılığımızdan kaynaklanmıyordu
elbette, yerleşik medyanın korkunçluğundandı da. Onlar “görmediler
kötüyü, duymadılar kötüyü, söylemediler kötüyü”.
Bu
sıralarda bizim Radyonun internet sitesi de aldı başını gitti. Tekil
ziyaretçi sayısı Gezi’nin ilk günü öncesi 1,800 iken, Gezi yayını’ndan 1
gün sonra 16, 800 küsur oldu! Sayfa görüntüleme ise 6 katına çıktı. (5
bin’den 30 bin küsura!). Facebook ve twitter takipçilerimizin sayısı
acayip arttı – yükselen grafikleri görmelisiniz!
Derken, 17 Haziran’da bir mail daha geldi elimize. Şöyleydi:
“Sevgili
Ömer, Geçen hafta Yunanistan’daki evimde tatildeydim ve sayenizde
Türkiye’de yaşananları takip edebildim. Doğrusu, destekçisi olduğum
radyonun bu kadar mükemmel olduğundan “haberim” yoktu. Hepinize
tebrikler!
Ayrıca senin de 50 senede değişmemiş olduğunu söyleyebilirim...
Ve
hatta yaşlı gözlerle hatırladım İstanbul Radyosu’na disc-jockeylik
teklifiyle gittiğimiz günü. Rüyalarımızın bir kısmını
gerçekleştirebildin! Lûtfen devam!
Öperim
r ”
Bu küçük ‘r’nin kim olduğunu hepiniz bildiniz tabii. (Ne de olsa “orantısız zekâ” sahibisiniz.)
Evet, 49 yıl önce Paris’e giden ve kendisini“sattığım” arkadaşım Ralfi’den başkası değildi.
Bahsettiği
rüyalar meselesine gelince, onları gerçekleştiren ben değilim tabii.
Onları gerçek yapan, sizlersiniz! Kelimenin gerçek anlamında sivil
itaatsizliğin ne demek olduğunu günler boyu gösteren, şimdi de, kadim
Yunan agoralarındaki gibi doğrudan demokrasi deneylerini park
forumlarında sürdüren sizler yani: 2013 sınıfı.
Şimdi de, biraz önce sözünü ettiğim olaya dönelim isterseniz: Küresel Eksen Değişimi’ne.
Bakın, yeryüzü için girişilecek dünya çapındaki ayaklanmayı da 15 yıldır bekliyorum desem yalan olmaz..
Gezi
direnişi ile Gezegen için direniş, talihin garip bir cilvesi sonucu,
Türkiye’nin kalbinde İstanbul’da birbiriyle buluştu. Dünyanın dört bir
yanından gelen 500’ü aşkın sayıda genç iklim aktivisti bir haftalığına
buradaydı. Kimisi gerçekten dünyanın öbür ucundan geliyordu.
“Google’layın”, yeryüzünün her noktasına en uzak yerde oturan ve oradan
gelen insanlar bunlar. Sonsuz maviliğin, okyanusun ortasında bit kadar
görünen mercan atollerinden. 2 bin yıldır oturdukları bu “topraklar”
sular altında kalıp; ebediyyen haritadan silinmeden önce on onbeş
yılları kalmış. Ama, “boğulmayacağız, savaşacağız!” diyorlar. En az 2
bin yıl öncesinden gelen geleneksel savaş danslarını yapıyorlar.
Peki
düşman kim? Bu insanlar, para tarihinin gördüğü en zengin şirketlerle
boğuşmaktalar. Örneğin ExxonMobil ile. Sadece CEO’su, prim ve
ikramiyeleri ile, opsiyonlu hisse senetleriyle onların topunu,
adalarıyla birlikte kimbilir kaç defa satın alır. CEO Rex Tillerson
diyor ki, “benim felsefem para kazanmak. Yeri delip petrol çıkararak
para kazanıyorsam, o zaman onu yapmak benim hakkım.” Çevreciler, “ama
onu yaparsan gezegen batar; batıyor,” deyince o da cevap veriyor:
“İnsanlık acı çekiyorsa, gezegeni kurtarmak neye yarar?”
Herkesin
bir anlatısı var yani. Zengin şirketin yöneticisinin felsefesi para ve
kâr üstüne. Pasifikteki o bit kadar Nukunonu atolü yurttaşı genç adamın
felsefesi de mercan kayalığını ve gezegeni kurtarmak için savaşmak
üzerine kurulu. Dev şirketin gücü ve parası korkutmuyor artık onu.
Korkusu kalmamış.
İklimle
ilgili benim de bir hikâyem var: 2006 yılında yaptığımız mitingi
hatırlıyorum. Yılın en soğuk ve tek kar yağan gününde yaptığımız
“küresel ısınma” mitingini: Elimde küçük kırmızı yangın
söndürücü. Bizi Kadıköy’de demir bariyerlerle çevirdikleri o kafes gibi
alana sokarlarken genç polis memuru yüzündeki gülümsemeyi zorlukla
zaptederek sordu bana:
“Bununla mı durduracaksınız?
“Elimizden
geleni yapacağız işte,” dedim ben de. Zerrece ironi, istihza olmadan.
Ve bakın, işte geldiler. Dünyanın genç iklim aktivistleri buradaydılar.
Şimdiye kadar benzeri pek görülmemiş yeni, cesur bir dalga yaratıyorlar.
Genç kuşağın “âvâzını âleme Dâvut gibi sal”mak için buradaydılar,
dansları, şarkıları, sloganları, zılgıtlarıyla.
#DirenGezi
ile #DirenGezegen böylece buluştu işte. 4 yıldır kömür termik
santraline bedenlerini siper ederek azimle direnen Gerzeliler de
dayanışma için Gezi’ye geldiler. Gezidekiler de Gerzelilerin yediği
gazları daha yakından gördüler. 2 bin yıllık atolleri ebediyyen elden
gidecek olanların direnişini de gördüler. Ve tersi tabii. İklim
direnişçileri de Gezi direnişini, Gezi ruhunu, Gezi esprisini yakından
görmüş oldular. Her biri ülkelerine döndüklerinde burada gördüklerini de
kendi mücadelelerine katacaklar bundan sonra …
Ama gidecek çok yol var daha. Ve kısa zaman içinde gidilmek zorunda bu yol. Dar alanda kısa paslaşmalar zamanı.
2010’da
“ 3 Y” formülünü icat etmiştik: Yerel, Yatay ve Yavaş (slow anlamında)
örgütlenme. Bence bu, bugün de geçerliğini koruyor. Geziden gezegene,
oradan da geriye gidersek denklem şöyle:
Demokratik, eşitlikçi, hakkaniyetli ve âdil bir dünya
+
Tüm canlıların özgür ve haysiyetli yaşam sürdüreceği bir gezegen.
“İnsanlık
tarihinde potansiyel felaketler hiç bu kadar küresel olmamış, bu çapta
sosyal ve ekolojik krizler hiç bu kadar eşzamanlı tehdit
oluşturmamıştı,” diye yazıyor iletişim profesörü Robert Jensen, ve
önemle ekliyor: “Bizi tehdit eden tehlikeler hakkında da hiç bu kadar
çok bilgiye sahip olmamıştık.”
Kapitalizmin
temel ahlâk ilkeleriyle, anlamlı demokrasiyle ve ekolojik
sürdürülebilirlikle bağdaştığı masalına hangi biriniz inanıyorsunuz? Bu
palavraları anlatan ders kitaplarını yırtıp atmanın, rüzgâra savurmanın
zamanı geldi ve belki de geçti bile.
İstanbul’un
ve başka şehirlerin parklarında yeni bir toplumun felsefî, ahlakî,
ekonomik, kurumsal temelleri üzerine derin ve anlamlı tartışmalar
yaşanıyor şimdi. Parklarda, sokaklarda, dersliklerde, barlarda ve her
yerde.
İnsanlar
korkuyu yendi ve ayaklandı.... Dünyada da öyle. Derin bir sarsıntı ve
ayaklanmalar zinciri var: Brezilya’da, Mısır’da, Bulgaristan’da, Hong
Kong’da... Orada, burada ve her yerde...
Şimdi kavgaya girme zamanı. Girersek, aktivist ve yazar Rebecca Solnit’in dediği gibi –bir ihtimal– kazanabiliriz. Ama girmezsek, kazanamayacağımız garanti! Kavgaya girmek içinse, hayatla yüzleşmek gerek; başka çaresi yok.
Robert
Kolej’deki son yıllarımızda bizim sınıflara hocalık edenler arasında
bireysel başkaldırı yolunu seçmiş sıkı entelektüeller, ABD’den (Vietnam
savaşından vb.) kaçıp buraları mesken tutmuş olanlar vardı. Onların
arasında yazar ve aktivist James Baldwin’i de özlemle hatırlıyorum..
Baldwin, 51 sene önce yazdığı bir makalede “Yüzleşilen her şey
değiştirilir diye birşey yok,” diyordu hayatı kastedederek. Ve devam
ediyordu: “ama yüzleşmedikçe, hiçbir şeyi değiştiremeyiz.”
2013’lüler sınıfı,
Gezi ile müthiş birşey başardınız aslında: Yüzleşmeyi başlattınız ve dünyayı değiştirmeye başladınız.
O zaman, 55 yıllık kadim dostum Ralfi’nin bana yazdığı gibi:
Lûtfen Devam!
Neden, biliyor musunuz?
“Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” da ondan.
Hepinizi saygı ve sevgiyle kucaklıyorum.
İstanbul, BÜ Kuzey Kampüsü