Sosyolojik açıdan kısa vadeli
(yani bir-iki yıllık geleceğe dair) kehanetlere girişmek abesle iştigaldir.
Dünyanın önde gelen sosyologlarından biri olan ve kapsamlı dünya
sistem-analizleriyle tanınan Immanuel Wallerstein böyle söylüyor. Peki neden?
Gerçek siyaset/iktisat/kültür dünyasında daima, önceden kestirilmesi imkânsız
çok sayıda iniş-çıkış vardır da ondan. Ama, orta vade (on yıl veya ötesi) için,
elverişli bir kuramsal çerçeve ile, trend ve kısıtlamaların sağlam bir ampirik
tahliline dayanan makûl önermeler getirmeyi deneyebileceğimizi de sözlerine ekliyor.
Wallerstein’ın 3 ana tespiti
var: Bir, kapitalist dünya ekonomisi içinde yaşıyoruz. İki, temel ilke olarak durmadan
sermaye biriktirmeye dayalı tarihî bir sistem bu, ve tüm tarihî sistemler gibi
bir “hayatı” var; artık, kendi yarattığı kural ve yapılara uygun olarak
sürdürdüğü “normal” ömrünün sonlarında bir noktaya varmış, çünkü denge
merkezinden fazlaca uzaklaşıp yapısal bir krize girmiş durumda. Ve üç, mevcut
dünya sistemi hem devletler arasında, hem de devletlerin kendi içinde gittikçe büyüyen
bir uçurumu barındıran kutuplaştırıcı bir sistem.
Şu anda böyle bir yapısal
kriz içinde bulunduğumuz tespiti doğruysa eğer, böyle durumlarda hep olduğu
gibi, sistemin iki ana dala ayrılıp çatallanması,
yapısal krizin iki alternatiften birinin toplumca “seçilmesi” suretiyle
bitirilmesi beklenir. Krizin temel belirtisi de yoğun kaos, çalkantı ve
belirsizliklerdir. Bunlardan dolayı adeta yıkıma uğrayan ve tabii gittikçe
büyüyen bir direniş gösteren sıradan insanlarla (halklarla) varlıklı ve
ayrıcalıklı kesimler arasında dünyanın geleceğini belirlemek üzere, muazzam bir
siyasal muharebe verileceğini öngörüyor Wallerstein.
Tabii, ikinciler (elitler) de
öyle kollarını kavuşturup oturacak değiller. Analize göre, onlar da mevcut
kapitalist sistemi ayakta tutarak kendilerini koruyamayacaklarını görmekte
gecikmeyecekler elbette. Sonuçta, piyasanın baş rolde olduğu bir sistem yerine,
kaba kuvvet ve dalaverenin bir bileşimine dayanan bir sistem uygulamak
isteyecekler. Ana hedefleri de, şu an mevcut kapitalist sistemin üç temel
özelliğinin, yani hiyerarşi, sömürü ve kutuplaşmanın sürdürülmesini garanti
altına alacak yeni bir sistem kurmak olacak.
Alternatifi nedir diye
soracak olursak? Wallerstein’ın öngördüğü şu: Varlıklı ve ayrıcalıklı takımın
karşısında yer alan halk güçleri de, yeni tür bir tarihî sistem kurma peşinde
olacaklar: Görece demokratik, görece eşitlikçi bir sistem bu. Tarihte benzeri
görülmemiş.
Peki muharebeden kim zaferle
çıkacak? Bunu kimse şimdiden kestiremez, diyor düşünür. “Sonsuz sayıda
nano-aktörün, sonsuz sayıda nano-ân içinde sonsuz sayıda nano-eyleminin sonucunda
belirlenecek bu.” Bir tür “kelebek etkisi” yani. Kelebeğin kanatlarını çırparak
dünyanın öbür ucundaki iklimi etkilemesi. Wallerstein, bu anlamda artık hepimizin
birer küçük kelebek haline geldiğini, geleceğe ilişkin umudun da esasen tam burada
yattığını söylüyor.
(http://www.binghamton.edu/fbc/commentaries/,
1 Ocak 2013)
***
Geleceğe ilişkin kehanetlerin
yapılamazlığı konusunda biraz farklı bir tespitte bulunan bir başka önemli
düşünür de, Darwin’in yaşayan en büyük varisi sayılan biyolog E. O. Wilson.
Kısa süre önce yayımladığı son kitabında biyoloji ile uygarlık ve kültür
tarihinin kapsamlı bir sentezini oluşturmak gibi büyük bir işe girişen Wilson, bilimsel
bilgi ve teknolojinin, enformasyonu hangi disiplin içinde ölçtüğünüze bağlı
olarak her on ya da yirmi yılda bir ikiye katlandığını belirtiyor. Bu üstel (exponential)
büyüme ise, geleceğin on yıllık bir dönem ötesinde kestirilmesini imkânsız
kılıyor. Dolayısıyla, hakim kapitalist sistemin hangi yöne doğru
evrilebileceğini –eğer böyle bir evrilme mümkün olabilseydi dahi– kestirmek
mümkün değil.
Bir tür olarak kendimizi
kavramakta büyük bir yetersizlik içinde olduğumuz gerçeğini veri olarak ele
alırsak, insanlığın nereye doğru gideceğini değil de, nereye doğru gitmemesi, nelerden kaçınması gerektiği konusunda bir hedef seçmemizin çok daha
isabetli bir tutum olacağını belirtiyor Wilson. Ona göre, olağan içgüdülerimiz
arasında hemen hemen aynı ağırlıkta yer alan ve birbiriyle sürekli çelişen ve
çarpışan bencillik ile diğerkâmlık (özgecilik/altruism) arasında ikincisi lehine bir seçim yapmamız, günümüz şartlarında
elzem görünüyor.
Hatta Wilson diğerkâmlığın
ötesinde, bundan daha fazlası olan, daha narin ve uçucu nitelikte, ama bilfiil yaşandığı
zaman dönüştürücü nitelik gösteren bir başka duygudan, onur/namus/haysiyet
karışımı bir duygudan sözediyor. Doğuştan, yaratılıştan kaynaklanan (neşet eden)
o empati-yardımlaşma-dayanışma karışımı duygudan doğan bir kavram bu. Ve,
Wilson’a göre, insan türünü hâlâ kurtarma ihtimali olan tek şey de bu işte: Diğerkâmlığın
insanda hâlâ artakalmış olan bu son rezervi (ihtiyat payı).
Kapitalizmin olağan ve temel
işleyiş ilkesi ise, şüphesiz, bunun aksidir: Diğerkâmlık, işbirliği ve dayanışmaya
dayanan onur ve haysiyet kavramı üzerinde değil, sermayeyi kesintisiz
biriktirmeye, kârı maksimize etmeye yönelik bir solipsizm ve benmerkezcilik
üzerinde yükselir. O zaman da, en azından E. O. Wilson’ın “nereye
gitmeyeceğimizi seçebiliriz” düşüncesinin izini sürerek, gelecekte kapitalizmin
ana ilkelerinden bazılarının terkedilmesinin, herhalde yeryüzünün gelmiş geçmiş
en büyük krizine girmiş bulunan insanlığın kurtuluşu için önşart –hatta belki de
yegâne şart– olduğu sonucuna mantıken varabiliriz.
Wilson, hepimizin bildiği ama
nedense hemen daima bilmezden geldiği –ya da unutmayı tercih ettiği– bazı temel
gerçeklikleri bir kez daha hatırlatıyor bize son kitabında. Şunları söylüyor: İnsanlık
biyolojik bir dünyada yaşayan biyolojik bir türdür. Bedenlerimizin ve
zihinlerimizin her işlevinde ve her seviyede bu belirli/özel gezegen üzerinde
yaşamaya tam ve mükemmel bir uyum sağlamış durumdayız. Biz, içine doğduğumuz
canlılar âlemine (biyosfere) aitiz. Hayatlarımız
da biyolojinin iki kanunu ile sımsıkı çerçevelenmiş, zapturapt altına alınmıştır:
Bir, hayatın bütün varlıkları ve süreçleri fizik ve kimyanın kanunlarına itaat
etmek zorundadır. İki, hayatın bütün varlıkları ve süreçleri doğal ayıklanma
(natural selection) suretiyle evrimleşerek ortaya çıkmıştır.
İnsanlık olarak âcilen
ihtiyaç duyduğumuz “yeni aydınlanma”yı şöyle özetliyor Wilson:
“Akıl
ve izan olarak neyi toparlayabilmişsek artık o kadarıyla idare ederek tek
başımıza yaşıyoruz bu gezegen üzerinde. Dolayısıyla, bir tür olarak
eylemlerimizin sorumluluğu yalnızca bize ait [...] O halde, üzerinde mutabakata
varabileceğimiz tek bir ahlâk kuralı varsa, o da şudur: İçine doğduğumuz yeri,
yani insanoğlu olarak sahip olabileceğimiz yegâne evi imha etmekten
vazgeçmeliyiz. Başlıca sebebi endüstriyel kirlenme olan iklim değişikliği
konusunda sayılamayacak kadar çok kanıt var artık. Ayrıca, tropik ormanların,
otlakların ve hayatın çeşitliliğinin büyük çoğunluğunu barındıran yaşama
alanlarının hızla ortadan kalktığını da şöyle bir bakışta apaçık görebiliriz
[...] Şu ilkeyi izlemek akıllıca olur: Canlılar âlemini kurtarırsak, otomatik
olarak fizikî âlemi de kurtarmış oluruz, çünkü birinci görevi başarmak için,
ikinci görevi de başarmak zorundayız. Ama, sadece fizikî dünyayı kurtarmaya
kalkarsak –ki, halihazırdaki eğilimimizin bu yönde olduğu anlaşılıyor– eninde
sonunda her iki dünyayı da kaybedeceğiz.”
(E.O.Wilson, The Social Conquest of Earth, Liveright,
2012, s. 251-52, 294-97)
***
Biraz yukarıda, insanlığın
gelmiş geçmiş en büyük krizin pençesine düşmüş olduğundan söz ederken, sorunun
çözümünü ayrıca müthiş zora sokan muazzam bir açmazı da buna eklememiz gerekir.
Bu yazının –ve derginin dosya konusuyla– doğrudan ilgili olan bu açmaz, temelde
ideolojiktir. Britanya’nın önde gelen yazar ve aktivistlerinden George Monbiot,
meseleyi şöyle özetliyor: İnsanlığın en büyük krizi, bu krizle başetmeyi
olanaksız kılan bir ideolojinin şahlanmasına denk geldi. 1980’lerin sonlarında
insanlardan kaynaklanan iklim değişikliğinin gezegenin canlı sâkinlerini –ve
tabii insanları– tehdit ettiği bilimsel olarak açıkça ortaya konduğu sırada,
dünya aşırı azgın bir siyasî doktrinin pençesi altına girmişti. Öyle bir doktrindi
ki bu, temel ilkeleri, tehdidi savuşturmak için gerekli müdahalenin yapılmasını
kesin olarak yasaklamaktaydı.
Bunun adını koyalım
isterseniz: Neoliberalizm. Piyasa köktenciliği de diyebiliriz. “Laissez-faire”
(“bırakınız yapsınlar/bırakınız geçsinler”) ekonomisi de. Görünürdeki amacı ve
temel iddiası, piyasayı siyasi müdahaleden, yani devlet müdahalesinden
kurtarmak. Bu ideolojiye göre, devletin vatan topraklarını korumak dışında pek
bir görevi olmamalıdır; onun asıl işi özel mülkiyeti korumak ve şirketlerin
rahatça iş yapmasının önündeki engelleri ortadan kaldırmaktan ibarettir. Gelin
görün ki, gerçek hayatta olup bitenler bunun yakınından uzağından geçmez.
Monbiot hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Neoliberal
kuramcıların devleti küçültmek dedikleri şey, aslında demokrasiyi küçültmek
gibi görünüyordu: yani seçkin sınıfların [elitlerin] gücünü-kuvvetini
sınırlayabilme araçlarını yurttaşların elinden almak. Onların ‘piyasa’
dedikleri şey de, birtakım şirketlerle süper zenginlerin çıkarlarından
ibaretmiş gibi görünüyordu. Neoliberalizm de, plütokrasinin [zenginler
saltanatının] temize çıkarılması yolunda gösterilen bir gayretten başka birşeymiş
gibi görünmüyordu.” (http://www.monbiot.com/2012/12/03/forbidden-planet)
***
Yazar, aktivist ve sinemacı
Naomi Klein, Şok Doktrini – Felaket
Kapitalizminin Yükselişi adlı kapsamlı kitabında neoliberalizm
ideolojisinin tarihsel izini sürerken, başlangıç noktasını Şili’de seçilmiş
sosyalist Başkan Allende’nin 1973’te CIA desteği ile general Pinochet tarafından devrildiği kanlı darbeye
götürüyor. Chicago Üniversitesi’nde Milton Friedman’ın azgın piyasacı
öğretileriyle yetişmiş “Chicagolu oğlanlar”, % 75’ini CIA’den temin ettikleri fonla 500 küsur sayfalık çok ayrıntılı bir ekonomik
program hazırlamışlardı. Kâhinlik melekeleri de bulunan çocuklar, geleceğini
her nasılsa epey önceden tahmin ettikleri faşist darbeye metni zamanında yetiştirmek
için harıl harıl uğraştılar. Derken, lanetli kehanet gerçekleşti ve Şili’de sonradan
“Tuğla” diye bilinecek olan bu metin sağcı basın tarafından aralıksız çalışan
matbaa makinelerinde basılıp ilk çalışma gününde darbecilerin önüne başarıyla kondu.
İlk andan itibaren Pinochet
cuntasının “kitab-ı mukaddes”i olan Tuğla, Milton Friedman’ın Kapitalizm ve Hürriyet adlı kitabında
önerdiği mukaddes üçlüyü Şili için örnek alıyordu: Özelleştirme, serbestleştirme (deregülasyon)
ve sosyal harcamalardan kesintiler. Serbest piyasa’nın baba, oğul ve kutsal ruh’tan
oluşan bu meşhur üçlüsü yıllar yılı Cunta Şili’sinde kol gezecekti. Uydurulan sayısız
başarı mitosunun aksine, sonuç halkın geniş kesimleri için tam bir ekonomik
felaket olacak, ama özelleştirilen sektörlerin ve tamamen korunmasız bırakılan
doğal kaynakların üstüne konan zenginler, eskisinden daha da mamur ve müreffeh,
müthiş bir hayata kavuşacaklardı.
(Naomi Klein, The Shock Doctrine, Allen Lane/Penguin,
2007, s. 71-87)
Bu amentü daha sonra Britanya’da
Başbakan Margaret Thatcher, ABD’de de Başkan Ronald Reagan tarafından olanca haşmetiyle
sürdürüldü. Hatta Thatcher, piyasaların mutlak serbestliği, neoliberalizm ve
kapitalist küreselleşme dışında bir dünya düşünülemeyeceğini, sık sık
tekrarladığı “başka bir alternatif yok!” sloganıyla totalleştirdi. Bunu,
insanın neredeyse hayranlık duyacağı bir küstahlık, cüret ve açıksözlülükle
dile getirdiği bir özlü sözle taçlandıracaktı: “Toplum diye birşey yoktur...”
İdeolojinin yoksul ülkelere
İMF ve Dünya Bankası tarafından zorla kabul ettirildiğine tanık olmakta da
gecikmedik. Monbiot’nun söylediği gibi, önde gelen iklim bilimci James Hansen,
dünyanın fosil yakıtlar yüzünden yanıp kavrulacağını kanıtlarıyla ortaya koyan
modelleri üzerinde 1988’de ABD Senato’sunda “tanıklık ettiği” gün,
neoliberalizm doktrini dünyanın dörtbir yanına yerleştirilmiş, ekilmişti.
***
Genel olarak halk
kitlelerinin üzerine çullanan neoliberal tasallut, böylece 1970’lerin
sonlarında palazlanıp, Reagan Thatcher yönetimleri döneminde doruklara
tırmandı. Yoksul ülkelerin hepsinde felaket yaratırken, zengin ülkelerin
bazılarını da etkiledi. Sonunda durum öyle büyük bir hızla felakete sürüklendi
ki, 2007 ve 2008’deki finansal çöküş geldiğinde, değil iklim değişikliği gibi
insanlığın en büyük krizine el atmak, herhangi bir krizle uğraşacak mecal
kalmamıştı neoliberal yönetimlerde: Onlar, hilekâr bankaları kurtarmak için,
tüm temel ilkelerini terketmek zorkunda kalmışlar, vergi verenlerin cebinden
trilyonlarca doları bankalara aktarmışlardı.
Açıkça görülen bir şey şuydu:
Devletle piyasa, neoliberallerin ısrarla söylediği gibi sürekli çatışma halinde
değil, tam aksine büyük şirketlerin çıkarları etrafında sımsıkı, kenetlenmiş
halde idiler. Büyük şirketler, güçlerini ve servetlerinin bir kısmını kullanıp
devleti kendi istediklerini yapmaya ikna etmiş durumdalar. Çevreye yaptıkları
korkunç tahribatın bedelini toplumun geri kalanının, yani biz sıradan
vatandaşların üstüne bindirmesine devletin engel olmak şöyle dursun, zerrece
ses çıkarmaması, hatta şevkle teşvik etmesi, bu yüzden olmalı.
Neoliberal hipotezin
yanlışlığı bu son –ve içinden bir türlü çıkılamayan– yapısal krizle birlikte
gümbür gümbür kanıtlandı. Kendi başlarına bırakıldıklarında piyasaların
verimlilik, serbest tercih hakkı, refah ve mutluluk getireceği iddiaları büyük
gümbürtüyle çökmüş durumda. Kısıtlanmamış piyasalar kendi kendilerini regüle
etmek şöyle dursun, mutlak bir çöküşten ancak devletin müdahalesi ve halktan
vergilerle topladığı paraları da kürek kürek onlara aktarmasıyla mümkün
olabildi. Hükümetlerin mesela Avrupa’da birçok ülkede kesintilere gitmesi de
her yerde refahı geri getirmek bir yana, ülkeleri büsbütün krize soktu. İşin
ilginç yanı da, bu kemer sıkma politikaları ve kesintiler, hakları büsbütün
daha derin krizlere soktu.
Monbiot soruyor: Peki
ekonomik seçkinler ne yapıyor bu arada? Sonra kendi cevap veriyor: Onlar, regüle
edilmemiş vergi cennetlerinde, istifledikleri paracıkları saymakla meşguller.
(Son hesaplardan birinde, bu vergi cennetlerine 21 ilâ 31 trilyon dolar para
kaçırıldığı tahmin edilmekteydi.) Süper zenginlerden bir diğeri, Fransız sinema
oyuncusu Depardieu de vergiden kaçırdığı paralarına kucak açan Putin’i
kucaklayıp, Rusya’nın “büyük demokrasisi”ne övgüler yağdırıyor, Çeçenistan’ın
korkunç diktatörü Kadirov’un doğum günü partisinde gönül eğlendiriyor. Özetle,
sınırsız serbestiyet, özgürlük ve seçme hakkı vaadleriyle ortaya çıkmış bir
program, sonunda, Monbiot’nun deyişiyle “totaliter kapitalizm” gibi bir
acayipliğe dönüşmüş durumda. Piyasanın iradesine karşı hiç kimsenin karşı
çıkamadığı, piyasa kelimesinin aslında büyük şirketlerin yerine bir örtmece
olarak kullanıldığı bir yaratığa. “Evet, özgürlük vaad ediyor etmesine de,”
diyor Monbiot, “sadece en tepedekilere.” (http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2012/jul/30/economic-ruin-super-rich-totalitarian-capitalism)
Yazar, sonuçta geldiğimiz bu
son noktayı, büyük bir “küresel zımparalama”ya benzetiyor: Çiftçilik,
balıkçılık, madencilik ve başka birçok endüstrinin kesifleşip şiddethenmesiyle
ekosistemlerin ve doğal yapıların aşınıp gitmesi olayı yani. Son yarım yüzyılda
doğal dünya için daha kötü bir yıl olmadığına inanıyorum dediği ve Annus Horribilis, yani dehşet yılı
olarak nitelediği 2012’de hükümetlerin yaşayan gezegene sırtlarını döndüğünü
belirtiyor. 15-20 yıl sonra geriye dönüp bakıldığında bu tahrip ve yıkımın,
medyanın kafayı takmış olduğu bütün o günlük hikâyelerden çok çok daha önemli
görüneceği kehanetinde bulunuyor. Yukarıda E.O.Wilson’dan aktardığımız, “ancak
canlılar âlemini kurtarmakla fizikî alemi de kurtarabileceğimiz, ama hiç de
bunu yapacak gibi görünmediğimiz, dolayısıyla her iki dünyayı birden
baybedebileceğimiz yolundaki kehaneti hatırlatırcasına şu vahim tespiti ekliyor
yazısına: “Tıpkı hükümetler gibi medya şirketleri de canlılar âlemini terketmiş
görünüyor.” (http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2012/dec/31/year-abandon-natural-world)
***
Çağın önde gelen
düşünürlerinden Noam Chomsky de kapitalizmin hem bugünü, hem de geleceği konusunda
çok net konuşuyor ve piyasa sistemlerinin bu çalışma biçimiyle gezegeni tam bir
yokoluşa götürdüğünü söyledikten sonra günümüz kapitalizmini yeni bir metaforla
tanımlıyor: “Ortaklaşa yapılmış bir intihar anlaşması” (suicide pact). Chomsky,
piyasaların canalıcı sorununa, meşhur dışsallıklar meselesine işaret ediyor
burada:. Piyasanın başrol oyuncuları olan büyük şirketler, çevreye verdikleri yıkım
maliyetinin tek bir kuruşunu üstlenmedikleri gibi, bu maliyeti tümüyle halka
yıkma konusunda devleti ikna etmiş durumdalar. Dahası da var: bu “oyuncular”
devleti ikna etmekle kalmamış, onun tam desteğini de arkalarına almış
durumdalar.
Chomsky dışsallıkları
içselleştirmediğimiz –yani bu maliyeti şirketin kendi hesapları içine
almadığımız– sürece, bunların daima yok sayılacağını, görmezden gelineceğini
ortaya koyuyor. Bu arada, tamamen yok sayılan, görmezden gelinen bu dışsallıklardan
biri de, canlı türlerinin yeryüzünde varlıklarını sürdürüp sürdüremeyecekleri gibi
küçük bir ayrıntı oluyor! Ayrıca, burada serbest piyasa sisteminin işleyişine
ilişkin ikinci bir “ayrıntı” daha var: Dışsallıklar denen şeyleri içselleştirdiğimizde
–yani şirket bilançoları içine aldığımızda– o zaman da artık bildiğimiz piyasa
sisteminden bahsediyor olmaktan çıkmışız, başka bir sistemden bahsediyoruz
demektir. (http://truth-out.org/opinion/item/13279-noam-chomsky-post-election-we-need-more-organization-education-activism)
Piyasaların işlemesi için
şart olan bazı özellikler, insanların hayatta kalması açısından bakıldığında,
hata anlamına gelir. Chomsky’nin 2000’de verdiği bir mülâkatta söylediği gibi,
insan hayatının sürdürülmesi bir değer taşıyor ise, piyasaların işleyişi
temelde kusurlarla malûl demektir. Teoride, serbest piyasa bireylerin
seçimlerini yansıtmalıdır: Herkesin oy hakkının olduğu varsayılır. Ne var ki,
oy kullanmayan insanlar da vardır. Meselâ, çocuklar. Veya bizden sonraki
nesillerin mensupları: Onlar henüz doğmamış oldukları için, piyasada oy
haklarını kullanamazlar. Ve Chomsky’nin dediği gibi, içinde yaşamak istedikleri
dünyanın nasıl birşey olması gerektiği hakkında tercihlerini de ifade
edemezler.
“Mesela,
dünya var olmalı mı? Belki de bu neslin bireyleri, varolmak üzere içine
doğacakları dünyanın, yaşanabilir bir dünya olmasını isteyeceklerdir, kimbilir.
Tamam da, bu bireylerin piyasada bir oyu yok ki. İşte dışsallık denen şey
budur. Şirkette işle ilgili kararlar alırken, gelecek kuşağın hayatta kalıp
kalamayacağı gibi bir meseleyi hesaba katmazsınız. Çünkü, onların piyasada bir
oyu, söz hakkı yoktur. Şirket olarak amacınız, hatta yasal sorumluluğunuz, bu
gibi mülahazaları kaale almamak, dışarıda bırakmaktır.”
(Joel Bakan, The Corporation – The Pathological Pursuit of Profit and Power, Constable, 2005,
Appendix: Interview with Chomsky – Mark Achbar, s. 177; Türkçe çevirisi için
bkz.: Şirket, çev.: Rahmi Öğdül,
Ayrıntı, 2007)
O zaman da, çağın temel meselesinin,
insan kaynaklı iklim değişikliğinin yarattığı nesiller arası adaletsizlikten
doğan bir etik kriz olduğu tam anlamıyla ortaya çıkıyor demektir. Bu bağlamda,
Türkiye’ye dair küçük bir parantez açabiliriz. Açık Radyo’nun 2012 Temmuz ‘Bülten’inden
özetleyerek aktaralım:
“Türkiye, küresel ısınmaya yol açan
sera gazı salım artışlarında dünya birinciliğine, çevre koruma endeksinde ise dünya
sonunculuğuna koşuyor; iklim politikaları konusunda da sondan ikinci geliyor...
Uluslararası araştırmalar, ülkenin olağanüstü zengin biyolojik yaşam
çeşitliliğinin tam bir krizde olduğunu, ‘kalkınmacı büyüme saplantısı’nın başta
su kaynakları olmak üzere tüm hayatı tehdit ettiğini net bir şekilde ortaya
koyuyor ... Ülkede canlılar âlemi çöküşe gidiyor. Velhasıl, inşaat ve enerji
sektörünün belirlediği hedefler doğrultusunda, ülke tarihinin gördüğü en büyük
çevre yıkımı girişimine tanık olmaktayız... Böylece, ilerde kimseye hesap
vermeyecek politikacıların henüz doğmamış kuşakların haklarını bile ayaklar
altına aldığı bir doğa soykırımına tanık, büyük bir kuşaklararası adaletsizliğe
de hep birlikte âlet oluyoruz
...”
Yaratılışın, yani dünyanın
fizikî ve kimyasal yapısının “kul yapısı” bir değişime tâbi tutulduğu, bunun da
korkunç bir adaletsizlik yarattığı açıkça ortada. Karar alıcılarına
yaratılışın, toprağın ve gezegen üzerindeki canlılar âleminin emanetçisi olma
zorunluluğumuzu göstermek zorundayız. Karar alıcılar da, bu canalıcı meseleye
genç kuşağın hak ettiği önceliği vermek zorunda.
(Bkz.: James Hansen, “Remarks
at the White House,” http://www.columbia.edu/~jeh1/mailings/2013/20130115_RemarksAtWhiteHouse.pdf)
***
Piyasa sistemlerinin önemli
kusurlarından bir diğeri de, insanlar üzerinde yarattığı tahrip edici etki.
Yani, piyasa sistemleri insanları birer sosyopat haline getiriyor. “Piyasada
sen sadece kendin için varsın,” diyor. “Başka herhangi bir insanın durumu senin
umurunda bile olmamalı.” Chomsky’ye göre, piyasa sisteminin esası bundan
ibaret. Ve, bu da acayip tahripkâr etkiler yaratacaktır tabiî –gerek diğer insanlar,
gerekse tüm diğer canlılar ve yaşayan doğa için.
Örnek mi? Gerçekten sayılamayacak
kadar çok. İşte nadide koleksiyonumuzdan birkaç seçme parça: Mesela Kongo’nun
doğusunda “akıllı” denen cep telefonlarının –marjinal faydası her gün biraz daha azalan– bir
üst modellerinin yaratılmasını (upgrade)
kolaylaştırmak için insanlar kitleler halinde katlediliyor. Meselâ, “kişiseye
özel hale getirilmiş kalp şeklinde peynir tahtası setleri” için koca ormanlar
devriliyor, “konuşan balıklar” imal etmek için nehirler zehirleniyor, Vietnam’ın
süper zenginleri, yeni zenginlikleriyle gösteriş yapmak için, verdikleri
ziyafetlerde, öğütülmüş gergedan boynuzlarını yemeklerin üzerine serpiyor, kokain
gibi burunlarına çekiyorlar... Örnekleri sıralayan Monbiot, bunu “patolojik
tüketim” diye adlandırıyor. Piyasa güdümünde dünyayı saran bu toplu cinnet
reklamlar ve medya sayesinde alabildiğine normalleştirildiği için, ne hale
geldiğimizin farkına bile varamadığımızı belirtiyor. E. O. Wilson’ın ısrarla,
tekrar tekrar hatırlattığı o temel kanun daima geçerli: biz içine doğduğumuz
canlılar âlemine aidiz. Ne var ki, artık bunun farkında bile değiliz.
Kapitalist sistemin başrol oyuncuları olan patolojik şirketlerin sonu gelmez
kâr hırslarının o devasa reklam körükleriyle sürekli harlandırıp durduğu
anlamsız bir tüketim çılgınlığı içinde, canlılar âlemini mütemadiyen kırıp
döküyor, uçsuz bucaksız bir moloz yığınına çeviriyoruz.
***
Sosyopatlık konusundan girmişken,
Kanadalı hukuk profesörü Joel Bakan’ın, kapitalist dünyanın başrol oyuncuları
olan şirketleri “psikanaliz”e tâbi tutan The Corporation (Şirket) adlı önemli kitabına da kısaca eğilmekte yarar
olabilir. (Bkz.: yukarıda, Achbar-Chomsky mülakatı.) Joel Bakan, iş adamları
ile iş kadınlarının, şirket-içi hayatlarıyla şirket-dışı hayatlarını bir
biçimde birbirinden tamamen ayrı kompartmanlara ayırdıkları tespitini yapıyor
ve tam da bu “şizofreni” sayesinde hepsinin birer psikopat olmaktan
kurtulduğunu anlatıyor. Bununla birlikte, şirketin kendisinin bu psikopat
teşhisinden öyle kolay kolay kurtulmasının mümkün olmadığını da ortaya koyuyor.
Şirketlere Amerikan Yüksek
Mahkemesi’nin 19. yüzyılın 2. yarısında tuhaf bir kararla kanunî kişilik (tüzel
kişilik/hükmî şahsiyet) kazandırılıp, gerçek kişiler gibi hukuk öznesi olma (dava
açma vb.) hakları tanınmış olmasına rağmen, şirketlerin kendi içlerindeki
insanlardan tamamen farklı özellikleri olduğu aşikâr. Öncelikle, önemli bir
farka işaret etmek gerekir: Şirketler, gerçek kişiler gibi ölümlü değildirler
ve bu “küçük” fark, gerçek insanlar üzerinde –ve tabiî onlar aleyhine– muazzam sonuçlar
yaratır. İkincisi, şirketler sadece kendi-çıkarlarını gözetmek üzere yaratılmış
“kişilikler” ya da varlıklardır; hiçbir bağlamda başkaları hakkında hakiki bir
ilgi ve/ya kaygı “duyma” kapasitesine sahip değillerdir. Psikopatlık konusunda önde
gelen uzman psikolog Dr. Robert Hare’in gerçek şahıslar için geliştirdiği
psikopatolojik kişilik özelliklerini tanılama (teşhis) listesi, şirketin
kurumsal kişiliğine uygulandığı zaman, ikisi arasında ortaya çok yakın bir
uyuşma tablosu çıktığı görülüyor.
Özet tablo: Şirket sorumsuzdur, çünkü hedefleri uğruna başka
herkesi riske sokar. Şirket, kamuoyu dahil herşeyi kullanmaya çalışır (manipülasyon). Şirket, büyüklenmecidir: Daima “en büyük benim, başka büyük yok!” der. Empati yokluğu ve asosyallik eğilimleri, şirketin temel davranış özelliklerindendir:
Kurbanlarına karşı gerçek bir kaygı duymadığı davranışlarından bellidir.”
Şirketler çoğunlukla kendi eylemlerinin
sorumluluğunu üstlerine almayı reddederler ve nedamet (vicdan azabı) duyma kapasitesinden yoksundurlar: Kanunu çiğnediklerinde yakalanırlarsa
ceza öderler (örneğin çevre suçları) ve ardından eski davranışlarına devam
ederler. (Zaten genellikle ödedikleri ceza da, kârlarıyla kıyaslandığında
devede kulak kalır.) Ve nihayet, şirketler, başkalarıyla ilişkilerinde yüzeysel ve yapaydırlar: Tüm amaçları
kendilerini halkın hoşuna gidecek şekilde takdim etmek olsa da, bu imaj,
kurumun gerçek kimliğini temsil etmekten uzak olabilir. İnsan psikopatlar,
kafayı kendileriyle bozmuş kişiliklerini gizlemek için kendilerini sempatik
göstermekte çok mahirdirler; şirketler içinse, sosyal sorumluluk aynı rolü
oynuyor olabilir. (Bakan, The Corporation,
age, s. 56-57)
Psikopat kapitalizmin
günümüzde ulaştığı zirve için de birkaç örnek verelim: Geçen yıl sonunda Kuzey
kutbu buzlarının rekor hızla eridiği saptandı. Dünyanın en büyük buzbilimcilerinden
Cambridge profesörü Peter Wadhams, 2015 yazında yaz buzlarından arınmış bir
Kuzey kutbu görebileceğimiz kehanetinde bulundu. Tek kutuplu bir dünya! Yeryüzünün
en büyük “klima sistemi”nin yok oluşu! Dünyanın en önde gelen iklim
bilimcilerinden NASA araştırmacısı Dr. James Hansen bu erime üzerine “gezegen çapında
alarm” ilân etti. Âcil tedbir alınmaması halinde yeryüzünü ve canlılar âlemini
büyük bir felaketin beklemekte olduğunu belirtti. Oysa, Kuzey Kutbunun eriyen
buzları, kapitalizm için bambaşka bir anlam taşımaktaydı: Bu, yeni bir “maden”di.
Efsanevî “Kuzeybatı Geçidi” hayal olmaktan çıkacak, Panama ve Süveyş
kanallarının yerini alacak, yeni bir “altına hücum!” başlayacaktı: Denizin
dibinden çıkarılacak petrol, gaz, altın, elmas ve yakutlar... Grönland’ın dev
madencilik şirketinin CEO’su Ole Christiansen, neredeyse hayranlık verecek
kadar açık sözlü davrandı: “Grönland’ın tüm buz örtüsü eriyip gitse, benim
umurumda bile olmaz. O buz eridikçe, bizim gözümüz son derece cazip jeolojik
imkânlar getiren yeni yerler görüyor.” (http://www.zcommunications.org/the-ice-melts-into-water-by-david-cromwell)
Sistemin, yani şirket
kapitalizminin beyninde gömülü psikopatolojik zihniyeti bundan iyi gösteren
örnek bulmak zor. Zira, Grönland buz örtüsünün tümden erimesinin, deniz
seviyelerinin 7,5 metre yükselmesine, dünyanın belli başlı tüm liman şehirlerinin
de sular altında kalmasına yol açacağı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Bu şirketse,
sadece 17-18 yıl içinde iklim değişikliği yüzünden yüz milyondan fazla insan
öleceğini, her yıl 6 milyon kişinin “rutin olarak” hayatını kaybedeceğini
ortaya koyan raporları da hiçe sayıyor! (agy)
***
Şirket servetlerinin bir
diğer önemli kaynağı da, yazar ve aktivist Arundhati Roy’un, “Kapitalizm: Bir
Hortlak Hikâyesi” başlıklı konuşmasında kullandığı tabirle “toprak bankaları”.
Dünyanın dört bir yanında zayıf, çürümüş hükümetler Wall Street bankerlerinin,
tarım endüstrisiyle uğraşan şirketlerin, spekülatörlerin, Çin ve Suudi milyarderlerinin
muazzam genişlikte araziler edinmesine yardımcı oluyorlar. Bu, su kaynaklarının
kontrolu için de mükemmel bir imkân veriyor tabiî. (Arundhati Roy, “Capitalism:
A Ghost Story”, http://www.outlookindia.com/article.aspx?280234)
Sürece genel olarak “toprak
gaspı” adı veriliyor (land grabbing). Kötüleyici (pejoratif) bir anlamı yok
aslında. Yaygın olarak kullanılıyor. Kapitalizmin ve dünyanın gidişâtına
ilişkin kehanetlerde bulunurken, bu kavramı gözden kaçırılmamkta çok fayda var.
Konuyla ilgili olarak dünyanın hemen her tarafını kapsayan saha araştırmasını
yeni tamamlayan gazeteci Fred Pearce, önümüzdeki 15-20 yılda toprak gaspı
meselesinin, gezegende yaşayan insanlar için, belki de iklim değişikliğinden
bile daha büyük önem arz edeceğini söylüyor. Pearce’a göre “bu yeni ‘toprağa
hücum’ dalgası, gezegenin yaban alanlarının nihaî olarak “kapatılması” (enclosure)
ve dünyadaki ortak alanların toparlanıp iç edilmesi aşamasına geçildiğini gösteriyor
sanki.” Soru şu: Bu, kalabalık dünyamızı beslemenin ve ayakta kalan yaban
alanlarını koruyup yaşatmanın kaçınılmaz bedeli mi? Yoksa, yerel ve komünal hareketlerin
yükselişiyle, behemahal karşı konması gereken bir yeni sömürgecilik mi?
(Bkz.: Fred Pearce, The Land Grabbers – The New Fight Over Who
Owns the Earth, Beacon, 2012, s. vii – x)
Kapitalizmin nereye doğru
gitmekte olduğunun önemli bazı ipuçlarını da burada bulmak mümkün. Alışılmamış
tarzda yeni “yatırımcı”lar var. Mesela, Wall Street’te konuşlanmış bir şirketin
CEO’su Philippe Heilberg. “Toprak gaspçılarının şâhı” denebilecek bir adam. “Daha
dün” kurulan Güney Sudan ülkesinde 800 bin hektar toprağı 50 seneliğine kiralayıp
kapatmış bile. Şirketinin web sitesindeki dünya haritasında Afrika kıtasının
altında şöyle yazılıymış: “Çünkü burası SENİN toprağın. SENİN doğal kaynakların!”
“Senin” derken kimi kasdettiğini tam açıklamıyorsa da, Rolling Stone dergisinin “kaos kapitalisti” diye tanımladığı bu
vahşi “banker”, “devletler-ötesi” bir dünyada iş tuttuğunu söylüyor. Dünyanın
geleceği için kehaneti şöyle: “Finans enstrümanları çağı için ölüm çanları
çalmakta – kâğıtlar dünyasının sonu geldi artık. Emtianın yükselişine tanık
olacağız.” (age, s. 41 - 43)
Emtia ha? Ama adamın hangi
metâ türlerini kasdettiği belli değil ki. Meta-devlet çağının meta-metâlar
ticareti yapan meta-kapitalistin cesur yeni dünyasından bahsediyor olabilir
pekâlâ – metafizik bir dünyadan! Ama, aman dikkat! Güney Sudan’ın başta petrol,
el atılmamış “yeraltı zenginliklerine” gözlerin dikilmiş olduğunu gösteren
işaretler de gırla gidiyor! (age, s. 44)
***
Hmm, yeraltı zenginlikleri. Arundhati
Roy’un deyimiyle içinde bulunduğumuz “Herşeyi Özelleştirelim” çağı, Hindistan
gibi bazı ekonomileri dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri haline getirdi. Ne
var ki, bunların başlıca ihraç ürünleri de “yeraltı zenginlikleri” diye bir
hüsnütabirle (örtmece ile) anlatılan mineraller oluyor. Anlayacağımız, bütün o
mega-şirketler, toprağın derin bağrından sökülüp çıkartılan paraların aktığı
muslukların vanasını eline geçirmiş olanlardan ibaret. “İşadamlarının düşleri
gerçek oldu,” diyor Roy, “hiçbir zaman satın almak zorunda olmadıkları bir malı
satıyorlar.” (agy)
Sadece geçen yılın son
çeyreğinde 16 küsur milyar dolar net kâr elde eden, paranın tarihindeki en
büyük kârları sağlayan, buna rağmen hâlâ sübvansiyon almayı sürdüren Exxon
Mobil gibi fosil yakıt şirketlerinin CEO’ları da, sera gazı salımlarında
herhangi bir kısıtlamayı gündemlerine dahi almayı reddetmekteler. Yazar ve
aktivist Bill McKibben’ın belirttiğine göre, dünyanın en büyük 5 petrol şirketi
sadece 2000 yılından beri 1 trilyon dolardan fazla kâr etmiş durumda!
Bilim insanlarının ayrıntılı
hesabına göre de insanlık, yüzyıl ortasına kadar atmosfere ancak 565 gigaton
(milyar ton) karbondiyoksit daha atıp, hâlâ 2 derecelik sıcaklık artışı
sınırının altında kalmayı makûl bir ölçüde –yani yüzde 80 oranda– umut edebilir.
Oysa, fosil yakıt (kömür, petrol, doğal gaz) şirketlerinin ve bu şirketler gibi
davranan petro-devletlerin envanterlerinde bulunan rezervler 2,795 gigaton.
Yani, asgarî sınırın 5 katı! Şirketlerin bu rezervlerini –ve dolayısıyla bütün
gezegeni– yakmakta azimli oldukları apaçık! (http://www.yesilgazete.org/blog/2012/08/04/kuresel-isinmanin-dehsetengiz-yeni-aritmetigi-bill-mckibben/)
Özetle, bu şirketlerin
yöneticileri, James Hansen’ın çarpıcı sözleriyle “insanlığa karşı suç”
işlemekteler. Ve gene özetle, şirketler kapitalizmi denen sistem, yukarıda aktardığımız
gibi, evrim biyologu E. O. Wilson’a göre insan türünü yokolmaktan kurtarma
ihtimali hâlâ mevcut olan tek şeyi gerçekleştirmekten, yani insanlık durumu
karşısında empati duygusu beslemekten âciz görünüyor. Bu acz, kapitalizmin
geleceğine ilişkin iyimser bir kehanette bulunma ihtimalini de büyük ölçüde
ortadan kaldırıyor maalesef. Nâçiz yazarınız, biraz yukarıda metafizik bir yeni
dünyadan bahsederken, kendince bir metafor kullanmaya kalkmıştı. Oysa, şimdi
dönüp bakınca, enerji-endüstri elitlerinin kelimenin tam anlamıyla fizik
kanunlarına meydan okuduklarını, böylece kanun-dışı varlıklar haline
geldiklerini, ve nihayet gerçekten fizik-ötesi birer yaratığa dönüşerek
gezegeni darmaduman etmekte olduklarını görüyoruz. (Bkz.: BillMcKibben, “Obama
versus Physics”, http://www.tomdispatch.com/blog/175634/)
***
Yavaş yavaş meseleyi
toparlamaya çalışırsak, elimizde oldukça karanlık bir tablo var: İklim
değişikliği ve ona bağlı olarak hızla yaklaşan gıda kıtlığı, insanlığın
yeryüzünde bugüne kadar karşı karşıya bulunduğu en büyük varoluş krizini
oluşturuyorlar. Esas olarak endüstri devrimi ile başlayan sorunun, son 30 yılda
dev boyutta bir krize dönüştüğü aşikâr. Bunun temelde büyük bir etik kriz
olduğu da yadsınamaz: Bunun köleliğin yasaklanmasıyla aynı ağırlıkta bir ahlakî
mesele olduğunu öne süren Hansen’ın söylediği gibi, şu anda yaşayan nesiller,
âcil önlem alınması konusunda çocukları ve torunlarına karşı herşeyin önüne
geçen bir ahlakî yükümlülük taşımaktalar: “Bizim annelerimizle babalarımız
gelecek kuşaklar için bir sorun yarattıklarını bilmiyorlardı. Bizlerse, olsa
olsa bilmiyormuş numarası yapabiliriz, zira bilim artık billûr kadar berrak.” (http://www.guardian.co.uk/environment/2012/apr/06/nasa-scientist-climate-change)
Klasik kapitalizmin krizin
tetiklenmesindeki rolü tartışılabilir elbette, hatta, ona bakılırsa, meseleyi
çok daha geriye, avcı ve toplayıcılıktan yerleşik tarım toplumuna geçen
insanlığa kadar da götürebiliriz. Biraz daha yakına da gelebiliriz. Temelleri
800 yıl önce atılan yurttaş haklarının kökenindeki Magna Carta’ya...Ve asıl,
onun yanı sıra, özelleştirmeyi engelleyip beyaz adamın medeniyetinde ilk kez “çevre
haklarını” tesis eden Carta de Foresta’ ya (Ormanlar Sözleşmesi). Bugün iyice tahrip
edildiği gibi, bir de üstüne üstlük, bu temel metnin belleklerimizden kazınıp
silinmesine çalışılıyor. Bu çabayı ise doğrudan doğruya neoliberal ideolojinin
ağır hegemonyasına bağlayabiliriz... (Bkz: Noam Chomsky, http://www.alternet.org/world/chomsky-most-powerful-country-history-destroying-earth-and-human-rights-we-know-them?paging=off)
***
Serbest piyasa mekanizması,
bu devasa varoluşsal krizi çözmek şöyle dursun, onun varlığını dahi kabul
etmemeyi çıkarlarına uygun görüyor. Aslına bakılırsa, günümüzün en saygın
ekonomistlerinden Profesör Nicholas Stern, daha 2007’de hedefi tam 12’den vuran
bir tespit yapmıştı: “İklim değişikliği dünyanın bugüne kadar gördüğü en büyük
piyasa başarısızlığıdır.” Sir Nicholas’ın çarpıcı tespitini bir sonraki
mantıksal adımına götüren Naomi Klein da fosil yakıt ve enerji elitlerinin
kapitalist çalışma modellerinin başarısızlıktan öte, kitle katliamı gibi bir
hukuk dışılık içerdiğini söylüyor: “Fosil yakıt endüstrisinin çalışma modelinin
tümü, yaşanabilir bir gezegenle bağdaşabilen miktarın 5 katından fazla karbon
yakılmasına dayalı. O zaman biz de diyoruz ki, sizin çalışma modeliniz bu
gezegendeki hayatla savaş halinde. Bizlerle savaş halinde. Bizim de buna karşı
çarpışmamız lazım...” (Bkz.: Bill Moyers’a verdiği mülakat: http://billmoyers.com/segment/naomi-klein-on-capitalism-and-climate-change/)
Klein bir başka söyleşisinde,
“iklim krizi, kapitalizmin boynuna asılan nihaî ve en büyük hüküm yaftasıdır
–en azından bu kapitalizm modelinin,” diyor. Ve, iklim krizinin çözümleriyle
ekonomik krizin çözümlerinin aynı olduğunu belirtiyor. Klein’ın önümüze koyduğu
kolektif mücadele hedeflerini özetlersek:
·
Demokrasiyi geri
getirmek
·
Kamusal alanı
canlandırmak
·
Şirketleri
zapturapt altına almak ve regüle etmek
·
Ekonomileri yeniden
yerel ve bölgesel hale getirmek
·
Kirletenleri ve
zenginleri vergilendirmek
·
Karbonu müterakki
bir şekilde fiyatlandırmak
·
Sisteme temel
adalet ve hakkaniyet ilkelerini getirmek
·
Sınırsız kâra ve
sürdürülmez büyümeye alternatifler inşa etmek...
Ekonomik ve sosyal adaletin gerçekleştirilmesi için
verilen tarihi mücadelelerle iklim adaletini gerçekleştirmenin âciliyeti, yerelden
küresel düzeye kadar birbirine bağlı, bağımlı ve birbirinden ayrılmaz bir bütün
oluşturuyor. Giderek bir canavar halini alan bu ekonomik modelin yeryüzünde
insanları inanılmaz bir şekilde yüzüstü bırakmış olduğu açık. “Ama,” diyor
Klein, “onu dönüştürüp, bizi mahvetmeyecek birşey haline getirmek yerine, hâlâ
hayattaki asıl amacımız bu modeli kurtarmakmış gibi davranıyoruz.” (Bkz.: Wen
Stephenson’a verdiği mülakat: http://thephoenix.com/boston/news/148879-id-rather-fight-like-hell-naomi-kleins-fierce//
, Türkçesi: Yeşil Gazete, 20.12.2012,
çev: Özde Çakmak)
Hayatta böylesine canavarca
bir modelin, asıl kurbanları tarafından canla başla savunulması için uğraşmak
kadar kadar patetik ve absürd bir çaba düşünmek bile zor. Ne var ki, ortalık,
işlerin tam da böyle olduğunu gösteren örneklerle dolu. Yazar ve aktivist Chris
Hedges’ın yazdığı gibi, ekonomik ve ekolojik sistemlerimiz çorap söküğü gibi
gider ve tel tel dağılırken, küresel kapitalizmin makinesini durduracak
duygusal ve fikrî yaratıcılıktan yoksun haldeyiz.
Avrupalıların, Avro-amerikalıların
ve öteki sömürgecilerin 500 yıl boyunca her yeri istilâları, yağma ve talanları,
yakıp yıkmaları ve karşılarına çıkan tüm yerli halkları katledip önlerine çıkan
her şeyi kirletmeleriyle dünyayı ele geçirmeleri sürecinin sonuna geldik. Bu 500
yıllık sürekli genişleme, yayılma ve refah süreci, bize hem kolay, hem de
normalmiş gibi geliyor. Modern olmanın ilerleme, büyüme ve hep daha fazlasını
elde etme demek olduğu fikri, antropologlarca ideolojik bir patoloji diye
adlandırılıyor. Oysa, bunun anormal olduğunu, tarihte pek ender rastlandığını
ve ileride bir daha tekrarlanmayacağını artık idrak etmek zorundayız. O da
yetmez: iklim değişikliği tehdidine karşı hızla, kıyasıya mücadeleye girişmek
zorundayız.
***
Yeryüzünün gelmiş geçmiş en
zengin, en kudretli kapitalist şirketlerinin çalışma modellerini hedef alan bir
mücadelenin kolay olacağını şimdiye kadar kimse söylemedi tabiî. Öyle
olmayacak, bu kesin. Ama, şu da var: Bir zamanlar Enternasyonal marşının
dillerden düşmeyen mısralarında olduğu gibi, “bu kavga” –muhtemelen– “en
sonuncu kavgamız” artık. Bu da aynı derecede kesin görünüyor. Birçok örnek var:
Kuzey Amerika yerlileri, egemen oldukları topraklarını, nehirlerini, derelerini
enerji şirketlerinin talanına açmak için torba kanunlar çıkaran Kanada
hükümetine karşı tarihî bir ayaklanma başlattı... ABD’de binlerce aktivist
suları, toprağı zehirleyip iklimi değiştirecek en kirli karbonu taşıması planlanan
katran kumu boru hatlarını döşeyecek makinelerin önüne bedenlerini koyup kendilerini
gözaltına aldırıyor... Şubat’ta Başkanlık Günü’nde ise Beyaz Ev’in önünde ABD’de
onyıllardır görülmüş en büyük toplu protesto hareketinin gerçekleşmesi
bekleniyor... 190 ülkenin, yani neredeyse dünyadaki bütün ülkelerin gençleri, “Küresel
Eksen Değişimi” (Global Power Shift) hareketi çerçevesinde Haziran’da İstanbul’da
buluşuyor ve BM’yi artık utandırıp nihayet eyleme geçmeye zorluyor...
Bu arada, şirket
kapitalizminin kalbinden önemli bazı istisnalar çıkmıyor da değil: Örneğin, 100
milyar doları aşkın bir parayı kontrol eden “über fon” GMO’nun yöneticisi
Jeremy Grantham, en saygın bilim dergilerinden birine yazdığı makalede, iki
kilit noktada, yani küresel ısınma ve büyüyen gıda krizi konusunda bilim
insanlarını ve herkesi, sivil itaatsizlik de dahil, kuvvetli bir mücadeleye
çağırmaktan geri kalmadı.
Sonuçta, ABD’nin eski Başkan
danışmanlarından Yale eski dekanı ve yazar James Gustave Speth’in dediği gibi, “bugüne
kadar hep, mevcut politik ekonomi sistemi içinde çalıştık, ama asıl gerekli
olan, sistemin kendisinde dönüşümsel bir değişiklik. Hal böyle olunca, sistemin
içinde çalışmak bir işe yaramaz.”(Bkz.: http://www.thenation.com/article/168026/beyond-corporate-capitalism-not-so-wild-dream#)
Speth, aslında reform değil, temel
bir sistem değişikliği öneriyor: Kapitalist sistemin işleyişinin toptan değiştirilmesini,
değişik bir sosyopolitik sisteme geçilmesini. Buna da, bildiğimiz kadarıyla,
reform değil, düpedüz devrim denir.
***
Şek şüphe yok ki şirket
kapitalizmi buna karşı müthiş bir direnç gösterecek, militarizm ve polis
devleti dahil, tüm “gizli” ve açık silahlarını devreye sokacak, en ağır baskı
ve sömürü biçimlerini deneyecektir. Hatta, yazının başında Wallerstein’den
naklen, varlıklı ve ayrıcalıklı kesimlerin piyasa mekanizmasını belki terkedip
sırf kaba kuvvete ve yalanlara dayalı, yani kapitalist olmayan bir baskı
rejimini zorlayabileceklerini zikretmiştik. Onlara bu konuda çok “yardımcı”
olabilecek bir faktörü de, yine Wallerstein, bir sonraki yazısında dile
getiriyor: İklim değişikliği, salgın hastalıklar ve “teroristler”in eline
geçebilecek nükleer ve kimyasal silahlar korkusuyla gitgide içine kapanan ve
yabancı düşmanlığı dozu gitgide yükselen kitleler. Hemen her yerde rastlanan bu
eğilim, baskı rejimleri kurmak isteyenlerin elini güçlendirmekte.
Ama tabiî, tam karşı cephede,
nispeten demokratik ve nispeten eşitlikçi yepyeni – hatta tarihte benzeri
görülmemiş– bir toplumsal sistem kurmak isteyen kanat da var. O kanadın da,
mücadelesini yürütürken, bu yeni eğilimle baş edecek siyasi stratejileri geliştirmek
için daha da zorlu bir uğraş vermesi gerekecek. (http://www.binghamton.edu/fbc/commentaries/,
15 Ocak 2013)
Şurası açık görünüyor: Elimizdeki
–yani dünyanın ezici çoğunluğunu oluşturan sıradan insanların elindeki– tek
şans bu: Vargüçle mücadele – sonuna kadar!
Peki, kaybedersek ne olur?
Yani, iklim değişikliği tehdidi ile başetmek üzere bu olağanüstü zorlu
mücadeleye girip, o büyük dönüşümü gerçekleştirmeyi başaramazsak? Chris Hedges,
tarihçi ve yazar Ronald Wright’ın bu soruya verdiği basit ve çarpıcı cevabı
aktarıyor:
“Bu
büyük deneyde çuvallarsak, yani maymunların kendi kaderlerini ellerine alacak
zekâ seviyesine erişme deneyi başarısız olursa, doğa omuz silkecek, ‘laboratuarı
yönetmeyi maymunlara bırakmak eğlenceliydi, ama nihayetinde kötü bir fikirdi’
diyecektir.” (Hedges, “The Myth...,” agy)
Aktivist yazar Rebecca Solnit’in
sözleriyle bitirelim: “Kavgaya girerseniz, belki kazanabilirsiniz,” diye
yazıyor, o basit ve dobra tarzıyla. “Girmezseniz, daima kaybedersiniz.” (http://www.tomdispatch.com/blog/175632/)
Ömer Madra
16 Ocak Çarşamba