Bu yazbahar aylarında herşey en oldu.
Temmuz ayının son günlerinde, yeryüzünün en
kırılgan ekosistemlerinden biri olan Kuzey Kutup Dairesi içindeki Grönland’ın
yazlık buz örtüsü, kayıtlı tarihte gelmiş geçmiş en büyük hızla ve en
büyük oranda eriyip yok oluverdi! Buz yüzeyinin erimesi sadece 4 günde yüzde 40’tan
yüzde 97’ye çıktı! Yani neredeyse buzların tamamı erime sürecine girmişti! Bu o
kadar görülmemiş birşeydi ki, uydu verilerini inceleyen iklim bilimciler ve gözlemciler
resmen şaşı bakıp şaşırdılar. Ama, ne yazık ki, ve elbette, göstergeler
doğruydu!Bu arada, adanın batısında ve Kuzey kutup dairesinin içinde bulunan Kangerlussuaq kasabasında 10 Temmuz günü sıcaklık 24,6 santigrad derece olarak ölçülmüştü ve bu ölçülen en yüksek sıcaklıktı: Danimarka Meteoroloji Enstitüsü verilerine göre kasabanın Temmuz ortalama sıcaklığı daha önceleri en yüksek 16,3 derece ölçülmüş. 30 yıllık ortalamanın 8 derece üstü! Bir dünya rekoru. Ve çok muhtemelen, bu daha bir başlangıç!
Bu benzeri görülmemiş erime durumuna tepki veren Grönland ve Avrupa Birliği liderleri de derhal kolları sıvamışlar tabii. Ve ne yapmışlar beğenirsiniz? Grönland Başbakanı ile AB Komisyonu Başkanı’nın karşılıklı oturup pişmiş kelle gibi sırıttıkları fotoğraftan da anlaşılacağı üzre, atik davranmışlar ve mezatı açmışlar bile. Üstüne üstlük, bunu “hammadde diplomasisi” gibi şahane bir isimle vaftiz etmişler ki, tadından yenmez. Hızla eriyip giden buz örtülerinin altında yatan nadir elementleri, altın, gümüş ve bakırları, yakut, zümrüt ve safirleri, ve ha evet, bir de petrol, doğaz gaz ve kömürü söküp çıkarmaları için dünyanın dört bir yanındaki maden şirketlerine haber salmışlar, tellal çıkartmışlar. Abilerim ablalarım, şu elimde görmüş olduğunuz elementler çok nadir... Topu topu 17 tane kaldı! Bilgisayarına, cebine, İHA’na, uçağına, helikopterine, roketine... Duyduk duymadık deme! Yeni yüzyılın en önemli haraç mezat satışı başlıyor! Batan geminin malları bunlar! Haydi, bir tane de sen al, yavrunu sevindir!...”
***
Ondan az önce, Kuzey Yarıküre, tarihin en sıcak Mayıs ayını yaşamıştı. Bu demekti ki, bütün dünyanın
sıcaklığı, 20 yüzyıl sıcaklık ortalamasını peş peşe 327 aydır (27 küsur
senedir!) aşmaktaydı. Ki, böyle bir şeyin şans eseri (tesadüf) olması ihtimali
3.7 x 10-99 olarak ifade ediliyor matematik olarak. Kaçta kaç, diye sorarsanız,
kâinattaki yıldızların sayısından hayli fazla bir rakam çıkıyor: “o kadarda 1”lik
bir ihtimal yani! Sakın, “kaçmış bakayım o sayı?” diye sormayın. En düşük denemez belki teorik olarak,
ama hayli küçük bir ihtimal olduğunu kabul etmemiz gerekecek herhalde.
ABD’de Colorado’da tarihin en büyük orman yangınlarının alevleri ortalığı gerçek bir cehenneme
çevirirken, ülkedeki toplam ilçe sayısının üçte birinden fazlasında en sıcak gün rekorları 3,215 kere peş
peşe kırıldı.
Meteorologlar bu baharın ABD’de kayıtlara geçmiş en sıcak bahar olduğunu bildirdiler; ama
dahası da var: eski rekor öylesine tuz buz edilmişti ki, bu sıcaklık rekoru ile,
kayıtlara geçmiş tüm mevsimlerin ortalamasına tarihteki en büyük farkı atmış oluyorduk.
Tam bu sıralarda, Suudi meteoroloji merkezleri Mekke’de 43
derece sıcağa rağmen yağmur yağdığını bildirdiler ki, bu da gezegenin bilinen
tarihindeki en sıcak ortamdaki
sağanak yağışı olarak kayıtlara geçiyordu. (O sıcaklıkta bir duş yapmaya
dayanabilir miydik diye de sormayın lûtfen; cevabı bilmiyorum çünkü – aslında bu
bir cesaret meselesi.)
Haziran’da Kuzey Buz
Denizi’nde bu ay bakımından tarihin en
düşük buz seviyesi kaydedildi ve bunun şimdiye kadar görülmüş en yüksek oranda (neredeyse % 95
ihtimalle), insanların fosil yakıt (petrol, kömür, doğal gaz) yakmalarından
kaynaklandığı tespit edildi. Aynı ay içinde ABD’de Florida’yı bu mevsimin en erken “adı konmuş” tropik fırtınası Debby vurdu; New Mexico,
tarihin gördüğü en büyük orman yangınlarına
sahne oldu, Colorado tapu kadastro kayıtlarında görülmüş en tahripkâr yangınına tanık oldu ve bu yangın öyle uzak masal ormanlarında
değildi, çağdaş kent gerçekliğinin ta içine kadar girmişti: 346 ev bir anda yanıp
kül oldu; bu esnada arabasıyla ara yollarda tam gaz kaçarken “dikiz aynamda
cehennemi gördüm” diyen felaketzedeler vardı...
***
Korku filmlerinden fırlamış gibi karşımıza çıkan bir başka
şoke edici “olay”ın varlığını da yine bu sıralarda öğreniverdik işte: Küresel
ısınma yüzünden artık öylesine güçlü, gök gürültülü fırtınalar olmakta ki,
bunlar kilometrelerce öteden stratosfere su buharı püskürtüyor, o da daha
önceden attığımız kloroflorokarbonları tetikleyip, ozon tabakasını tahrip eden
kimyasal reaksiyonlar doğuruyordu: Doktor Frankeştayn’ın yıldırımların çakıp
durduğu karanlık laboratuvarı gibi! Ozon ise, malûm, yeryüzünde hayatta
kalmanın ana unsurlarından biri. İnsanları, hayvanları ve bitkileri (tarım
ürünlerini) güneşin morötesi (UV) ışınlarından koruyor. Ozon yıkılırsa, bir
cilt kanseri salgını bile söz konusu
olabilir! Buradaki ‘en’ ne peki? Çok
basit: “En önemli konu,” diyor
bilimciler, “geleceğin iklimi ile kimyanın bu bağlantısı işte.” Kısacası, iklim
değişikliği “kimyamızı değiştiriyor”!
Bir başka tür korku filmi de Temmuz sonu Hindistan’da
vizyona girdi: Elektrikler kesildi ve bir anda 300 milyon insan karanlıkta
kaldı! Büyük keşmekeş yaşandı, saatler sonra elektrikler geri geldi. El Cezire’nin
Delhi muhabiri, Doha’daki merkezden kendisine “yeni bir kesinti var mı?” diye
soran arkadaşına şöyle dedi. “Yok canım, ne münasebet! Gerçi ülkenin gördüğü en büyük kesintiydi, ama artık hepsi
geride kaldı.” Bu sözlerin üstünden 1 saat geçmemişti ki, yeni dalga geldi: “En Büyük kesinti - 2” Bu kez 600 ilâ 700
milyon insan (nüfusun yarıdan fazlası) elektriksiz kaldı! Kontrol-komuta
merkezleri, bilgisayarlar, klimalar, asansörler, teleferikler, lunaparklar,
buzdolapları durdu, trafik kördüğüm, tren ve metrolar felç oldu, uçaklar yerde,
işçiler madenlerde mahpus kaldı.
Geleceğe ayna tutan fütüristik bir filim gibiydi herşey. Dumanlı
bir ayna. Sanayiciler yeni kömürlü santral ve nükleer enerji istedi. Peki kesinti
nedendi? Aşırı sıcaklarda şebekeye yüklenmekten, küresel ısınmanın zayıflattığı
musonların baraj sularını besleyememesinden. Bir de, sistemin iflasından! 8 yıl öncesinin meşhur “Hindistan Parlıyor!”
reklam sloganı, parıltısını biraz kaybetmiş gibiydi sanki.
***
Gene ay sonunda çok taze bir araştırma sonucu çıktı: Tropik
ormanlardaki biyolojik çeşitlilik kaybı ürkütücü boyutlara varmıştı. Bu
ormanlar, yeryüzündeki en zengin “arazi”leri
oluşturuyordu. Yokedilmeleri, diğer faktörler arasında biyoçeşitliliğe en çok zarar vereniydi.
Çin’de başkent Beijing’i son 60 yılda vuran en ağır –ve belki de en tuhaf– sağanak yağış sonucunda 77 ölü,
düzinelerce kayıp, onbinlerce evsiz... Son 60 yıl lafı tam doğru değil aslında,
çünkü kayıtların tutulmasına ancak 61 yıl önce başlanmış. Yani, bu kadim
başkentin kurulmasından bu yana görülmüş en
ağır yağmur da olabilir pekâlâ! Ay sonunda Kuzey Kore’nin Anju şehrinde iki
gün kesintisiz sağanak yağış: Sonuç: Şehrin tarihindeki en büyük felaket. Bu ayki yağışların sonucunda ise 90 ölü, 60 bin
evsiz ve açlık tehlikesi. Soru: Ülkenin 1990’larda yaşanan ve 1 milyon kişinin
hayatına mal olan o en büyük açlık ve
kıtlık krizi tekrarlanabilir mi?
Ayrıca, bu kez sadece Kuzey değil başı belada olan: Kore
yarımadası, kuzeyi ve güneyi ile en
az yüz yıldan beri gördüğü en büyük
kuraklığı yaşıyor. Sel ve kuraklık atbaşı koşmakta. Küresel iklim değişikliği.
Japonya da kendi tarihinde gördüğü en
büyük sağanak yağışlarının getirdiği yıkımlarla baş etmeye uğraşıyor. Rusya’nın
Karadeniz bölgesindeki âni seller resmen tsunamiye benzer etki yarattı, evleri
çatılarına kadar su bastı ve Krimsk şehrinin tarihinde gördüğü en ağır yıkıma yol açtı: 144 ölü,
evinden olan sayısız insan.
Afrika’dan iki yıldır gelmekte olan kötü haberler berdevam.
Batı’da Sahel, Doğu’da –insanlığın da doğduğu–
Afrika Boynuzu, muhtemelen tarihteki en
büyük kuraklık, kıtlık ve açlık kriziyle boğuşuyor. Bu yazbahar aylarında
yağmurlar bir türlü gelmedi. Aslında, önüm-arkam, sağım-solum sobe: Güney’de de
Zimbabwe, en verimsiz hasat döneminde.Gıda
yardımına ihtiyaç duyanların sayısı tarihteki en yüksek seviyesine gelirken, bu oran son 1 yılda en büyük artışı gösterdi: % 60. Doğu
Afrika’nın o müthiş zengin çeşitlilikteki orman örtüsündeki kayıpsa en yüksek noktasına ulaşmış durumda: 9
yılda yüzde 9’dan fazla orman kaybı var! Ve, muhtemelen bu da daha başlangıç!
Yazbahar aylarında Amerika Birleşik Devletleri’nde son yarım
yüzyılın en büyük kuraklığı hüküm
sürüyor. Dünyanın en büyük mısır,
buğday, soya ihracatçısının ürün yetiştirdiği bölgelerde topraktaki nem oranı
tarihteki en düşük seviyelerden
birine, yani dibe vurmuş durumda. Mükemmel ve en iyi mısır kategorisine giren ürün oranı, tarihteki en düşük seviyelerden birini yakalamış. Daha
da kötüsü, yağmurlara rağmen kuraklık şartlarının birçok bölgede sürdüğü
haberleri de geliyor: Bu gidişle belki de 1930’lardaki korkunç Toz Çanağı (Dust Bowl) yıllarından beter bir rekora
gidecek, en kötü noktaya tırmanacak.
Mısır fiyatları birbuçuk ay içinde yüzde 50’ye yakın artışla gelmiş geçmiş en yüksek seviyeye çıktı. Zaten yükselen
gıda fiyatlarının da mısırın peşinden en
yükseğe çıkması da beklenmekteydi.
Yalnız modern çağların en
büyük kuraklık dönemine giren ABD’de değil, bütün dünyada hızla kötüleşen bir
gidişat bu. Bir piton yılanının avını süper yavaş gösterimle ağır ağır boğup
suyunu çıkarması gibi, büyük bölgeleri mahvedecek bir kuraklık sözkonusu. Ve
daha yeni başlıyor. Dahası, kötüye giden, yalnız halihazırdaki gıda durumu
değil, dünya gıda sisteminin ta kendisi.
Mısır, buğday, soya fiyatları yükselirken, bir yandan da
dünyanın en büyük emtia şirketleri
olan Cargill ve Glencore’un spekülasyonları ile daha da fırlayacak fiyatlar. Önümüzdeki
yıllarda kendini gösterecek olan etkilerini de çoğumuz küresel ısınmayla asla
ilişkilendiremeyeceğiz. Halklar ayaklanacak, ama biz bunlara, din savaşları,
etnik savaşlar, göçlere karşı savaşlar, terör filan diye bakacağız.
***
En kötüsü de şu:
Dünyanın başı fena halde belada, ama siyasi liderlerin bu berbat durumu
kavradığına dair en ufak bir belirti görünmüyor. Nüfus, enerji, su politikaları
konusunda yeni tedbirler almak üzere duruma uyum sağlamak belki de tek çare.
Zaman bitiyor. Yükselen gıda fiyatları, yayılan gıda ayaklanmaları, her yerde
çatırdayan siyasi istikrar. Dünya, tüm bunların altında yatan yönetilemez bir
kıtlık krizine çoğu insanın kavradığından çok daha yakın olabilir.
Türkiye’nin bu mevsim en
taze rekorlarına bir göz atarsak, manzara-i umumiye şöyle: Temmuz sonlarında Meteoroloji
Genel Müdürlüğü başkent Ankara’nın, tarihinin en sıcak gününü yaşadığını açıkladı. Ayrıca, Ankara dışında, Bolu,
Çankırı ve Kırıkkale illerinde de tarihlerinin en yüksek sıcaklık değerleri ölçülmüştü. Haber 86 yıllık sıcaklık
rekorunun kırıldığı şeklinde veriliyor idiyse de, bu tam doğru sayılmazdı
aslında. Yalnızca kayıtlar 1926’da tutulmaya başlamıştı.Yoksa, bölgenin takriben
4,500 yıl önce Hatti medeniyetinin kurulduğu günlerden bu yana en sıcak günü gördüğünü, hatta rekorun
onbinlerce yıl geriye götürülebileceğini de söylemek pekâlâ mümkün.
Aynı günlerde kuraklık konusunda gazetelerde şöyle bir haber
vardı: “Küresel ısınma çiftçileri
kırıp geçiriyor. ABD’de son yılların en şiddetli
kuraklığı yaşanırken, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesinde çiftçiler,
hayvanlarına yedirecekleri yeşil ot bulamıyor. Bütün bunlar tarihin en büyük gıda krizine davetiye
çıkarırken... Doğu Anadolu Tarımsal Üreticiler ve Besiciler Birliği (DATÜB)
Başkanı kendinden örnek veriyordu: “Yeşermeyen buğdaylar Haziran aylarında
toprağın altında yoğurt halini aldı ve ‘tohumlar kesti’...Yani ürün tamamen
kullanılmaz hale geldi. Uzun yıllardır hiç görülmemiş bir şeydir bu bölgede.”
Aynı günlerde Giresun Ziraat Odası Başkanı da, geçen yıl iklim yüzünden tarihin
en düşük rekoltelerinden birini
yaşayan fındıkta bu yıl tam toparlanma olurken, gene sıcak vurabileceğini
belirtti.
Kuraklığın yanı sıra, iklim değişikliğinin “korkunç” ikizi
fırtına ve seller de eksik değildi Türkiye’de Temmuz ayının ilk haftasında
Samsun apansız yağış ve sel sonucu bir trajedi’ye sahne oldu. Kentin, tarihinde
gördüğü en büyük felaketlerden biri
olan selde köprüler yıkıldı, evler
sular altında kaldı, çocuklar annelerinin “gözü önünde” boğuldu, toplamda 12
kişi hayatını kaybetti. TMMOB, suçlu
ve sorumlunun doğa değil, DSİ, SASKİ, TOKİ, büyükşehir ve ilçe belediyeleri olduğunu belirtti, ama
insan kaynaklı iklim değişikliği raporlarını es geçti.
***
Yeryüzü iklim krizi alarmında nüfus, enerji ve su
politikalarının baştan başa gözden geçirilmesinin en âcil öncelik olduğu dünyanın önde gelen uzmanları tarafından
belirtilirken Türkiye’de Başbakan en az 3 (hatta bazen 5) çocuk politikasının
savunuculuğunu yapmaya yazbahar aylarında da devam ediyor; Tarım Bakanı, Doğu
Anadolu’da “bir kısım kuraklık” yaşanmakla birlikte ABD’deki krizin Türkiye’yi
etkilemesine “izin verilmeyeceğini” söylüyor; Orman ve Su işleri Bakanı çeşitli
baraj, gölet ve HES’lerin toplu temel atma töreninde “en az 2070 yılına kadar”
suyumuz olduğunu ilan ediyor; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Türkiye’nin dünya
büyüme hızından da fazla büyüdüğünü, enerji sektörününse ülke büyüme hızından da
hızlı (%10 üzerinde) büyüdüğünü belirtip, Allah’a hamd ediyordu.
Öte yandan, İSO’nun Temmuz sonunda açıklanan 2011
araştırmasına göre ülkenin en büyük
sanayi kuruluşlarının uğraşı alanları, hemen tamamen fosil yakıt ve enerjiden
ibaretti. İlk 5, sırasıyla şöyleydi: petrol, otomotiv, otomobil, elektrik,
otomotiv. En kârlı şirketlerin temel
uğraşı alanları ise gene sırasıyla şunlardı : petrol, elektrik, petrol, kömür-maden, demir-çelik. Bu listeye
bakıldığında Türkiye’nin iklim değişikliğine karşı politikalar geliştirme performans
indeksinde dünyadaki tüm ülkeler arasında en
son sıralarda yer almasına şaşmalı mıydık, yoksa “En Büyük Türkiye, Başka Büyük Yok!” diye naralanmalı mıydık, bilmek
zordu.
Ama, bildiğimiz birşey varsa, burada da her şey daha yeni
başlıyordu.
***
Yazın ortasında, Temmuz ayının son gününde çokuluslu petrol
şirketlerinin en büyük beşinin ikinci çeyrek kârları açıklandı. Para tarihinin
gördüğü bu en büyük ve en kârlı 5 şirketin (BP, Chevron,
ConocoPhillips, ExxonMobil ve Royal Dutch Shell) bu yıl toplam dakikada 236,000
dolar kazandığı anlaşıldı! Yani, saniyede 3993 dolar! Yılın her saniyesinde.
Her yılın. Yeni binyılın başından beri 1 trilyon dolardan daha fazla kâr eden
bu 5 kardeşin küresel ısınmayı durdurmak üzere yeldeğirmenleri, rüzgâr gülleri
ya da güneşin altın ışınları peşinde koşacaklarını düşünmek de kolay değil
doğrusu. Düşünsenize, 10 saniye düşünseler, 40 bin dolar “kayıp”ları olacak!
Bill McKibben’ın, Rolling
Stone dergisinin Ağustos sayısındaki yazısında (“Global Warming’s
Terrifying New Math”, https://www.commondreams.org/view/2012/07/24-2)
dediği gibi, “fosil yakıt şirketleri, sistemli bir şekilde
gezegenin fiziki sistemlerinin temeline dinamit koymaktalar.” (Onları bunu
yapmamaya ikna etmenin yolu belki vardır, ama biz bunu bilmiyoruz.) “İnsanlığın
şimdiye kadar yüzyüze kaldığı en büyük
mesele bu” diye devam ediyor McKibben. “Ne kadar yakabileceğimizi biliyoruz,
kimin daha ne kadar yakmayı planladığını da biliyoruz. İklim değişikliği
jeolojik bir ölçek ve zaman çerçevesi içinde işler, ama bu doğa’nın nesnel,
gayrişahsi bir kuvveti değildir; matematik hesabı ne kadar dikkatli yaparsan,
işin, özünde, bir ahlak meselesi olduğunu anlarsın; düşmanın adı var yani: o
Shell.”
Dolayısıyla, şurası açık ki, artık tek yol var önümüzde,
düşmanla kafa kafaya mücadeleye girişmek. “Totaliter kapitalizm” diye
adlandırabileceğimiz dünya sistemini yöneten bu sektörle, yani yeryüzünün en güçlü ve en zengin sektörü ile mücadelenin gerçekçi olmadığını düşünmek, pek
çoğumuz için ilk bakışta çok normal. Ama, sadece ilk bakışta. Yoksa, ikinci kez
başımızı kaldırıp etrafımıza ve dünyaya şöyle bir daha “alıcı gözüyle”
baktığımızda bambaşka bir manzara görmemiz pekâlâ mümkün. Bütün bu kavurucu sıcak
dalgalarının, korkunç orman yangınlarının, tufan gibi akan sular ve sellerin, boa
yılanı gibi sıkan o boğucu kuraklığın arasında dünyanın dört bir tarafında ve
elbette kendi ülkemizde de patlak veren bir vatandaş ayaklanmaları zincirinin
halka halka genişlemekte olduğunu görmek hiç de zor olmayabilir. Kömürü,
petrolü gazı yerin dibinde tutmak, ortak varlığımız olan dereleri, ormanları,
dağları bu canavarların elinden kurtarmak ve haysiyetli bir yaşam sürdürebilmek
için hukuka, hukukun yetersiz kaldığı yerlerde sivil itaatsizliğe başvurmaya,
otoriteye başkaldırmaya, velhasıl sıkı bir kavgaya girişmeye gittikçe daha
hazırlıklı ve istekli insan kitlelerini görmek için büyük çaba harcamaya da
gerek yok aslında.
***
Büyük bir sistem krizinin içinde olduğumuz konusunda
dünyanın önde gelen düşünür ve yazar çizerlerinin tereddüdü yok. Bunlardan
biri, ekonomi politik ve tarih çalışmalarıyla önde gelen düşünür, yazar ve
aktivist Gar Alperovitz. O, görülmemiş
derecede değişik bir tarihî döneme, hatta “tarihin en önemli ânı’na (moment)”girmiş olduğumuzu söylüyor yakın zaman
önceki bir konuşmasında. (“We are Laying Groundwork for the ‘Next Great
Revolution’,” http://www.democracynow.org/2012/7/16/gar_alperovitzs_green_party_keynote_we)
Tarihte sistemlerin herşeyden önce serveti kontrol edenler
tarafından tanımlandığını, yüzde 1’i oluşturan servet sahiplerinin artık
kesinlikle yönetemez olduğunu, iklim değişikliğiyle de, işsizlikle de,
yoksullukla da başedemez hale geldiğini söylüyor Alperovitz. Bunun sistemi
faşizme götürecek büyük bir tehlike içerdiğini kabul etmekle birlikte, ömrü
hayatında ilk kez milyonlarca insanın da artık isyan halinde olduğunu gördüğünü
belirtiyor. Sistem krizi içinde toplumsal olarak bundan sonraki büyük dönüşümün,
hatta devrimin temellerini adım adım attığımızı söylüyor: Her yerde küçük küçük
yapılmakta olan binlerce yerel eylemi, servetin mülkiyet yapısını değiştiren,
ekonomiyi yeşilleştiren bu hareketleri, “bir sonraki devrimin prehistoryası (ön
tarihi)” olarak adlandırıyor.
“Temelleri atılmakta olan bu şey,” diye sürdürüyor
Alperovitz, “eski geleneklerin ötesinde hayli demokratik bir yeni sisteme
geçiştir: Sürdürülebilir, iklim değişikliğini engellemeye girişen, ama aynı
zamanda mülkiyet yapısını değiştiren ve serveti demokratikleştiren bir dönüşüm
süreci.”
Ve, konuşmanın sonuna doğru, çok önemli, yepyeni bir en geliyor önümüze: “Bugüne kadar söylediklerimden
çok daha radikal birşey söylemek istiyorum size,” diyor Alperovitz. Duyacağınız
en radikal şey olacak bu. İşte
söylüyorum: Bence umut var.”
Yazbahar aylarında ABD’nin binbir yerinde, Washington’da, Ohio’da,
New York eyaletinde, Montana’da, Texas’ta, Vermont’ta, Alaska’da, Kanada’da,
Kuzey Buz Denizi’nde, Çukçi Denizi’nde, Çin’de Siçuan’da, Jiangsu’da, Japonya’da
Tokyo’da, Hindistan’ın sayısız orman ve dağlarında, Türkiye’de Sinop’un Gerze’sinde,
İzmir’in Aliağa’sında, Antalya’nın Çıralı’sında, Köyceğiz’in Yuvarlakçay’ında,
Tunceli’de, Rize’de görüyoruz bu umudu ve görmeye devam edeceğimiz şüphesiz.
***
Küresel iklim değişikliği asıl şimdi başlıyor, bu doğru.
Ama büyük mücadele de asıl şimdi başlıyor.
En güzeli de bu
zaten.
Ömer Madra
2 Ağustos 2012