Bilindiği
gibi –ya da bilinse ne kadar iyi olacağı gibi– insanlık tarihinde ilk
kez, insan türünün bu gezegen üzerinde doğru dürüst bir şekilde
varlığını sürdürmesini imkânsız kılacak derecede korkunç tehditler var
önümüzde. Aslında üzerinde düşündüğümüz, konuştuğumuz, tartıştığımız her
şeyin üzerinde koyu karanlık gölgesini düşüren çok tehlikeli gelişmeler
bunlar.1 Baharda, özellikle de Mayıs ayının son haftalarında
tüyler ürpertici haberler ve raporlar uçuşup dehşet verici bir boyuta
ulaştıysa da, ortalıkta “tüyler uçuştu” diyemezdik doğrusu. Ortalıkta
yaprak kıpırdamadı desek yeridir. Hatta –madem kıl-tüy meselelerinden
bahsediyoruz– dünyanın siyasi liderlerinden neredeyse tekinin bile
kılını kıpırdatmadığını söyleyebiliriz. Aksine, önde gelenlerinin
“yangına körükle gitme” hevesinde oldukları dahi rahatlıkla
söylenebilir.
40 Katır
Tehditlerden
ikisi büyük âciliyet taşıyor. Birincisi, İkinci Dünya Savaşı’nın son
günlerinden beri tepemizde Damokles’in kılıcı gibi sallanıp duran
nükleer savaş ve nükleer bombalardan geliyor. Bu konu pek gündemde değil
nedense: Magazinel değeri bulunmadığından olsa gerek, gazeteler yazıp
çizmiyor, televizyonlar pek sözünü etmiyor. Ama bu çok yanıltıcı
olabilir. Ve tehlikeli. Özellikle ABD ve müttefikleri konuyu tırmandırıp
şirazesinden çıkarmak için ellerinden geleni yapıyor. Son aylarda
ABD’nin neredeyse her hafta düzinelerce sivili cenazede ya da düğünde
paramparça ederek ortalığı cehenneme çeviren ve “yırtıcı”, “tırpancı”
gibi ürkütücü adlar taşıyan teknoloji canavarı ‘drone’ (insansız hava
aracı) saldırılarını gözardı etmesek uzun vadede hepimizin sağlığı için
iyi olabilir. Masum köylülerin, akraba ve eş-dostun korkunç ölümlerinden
duyulan acı bir yana, Pakistan’ın tamamen kâğıt üzerinde kalmış
egemenliğini dahi herkesin gözü önünde farsa çeviren küstah ve buyurgan
ABD kararlarının (CIA ile işbirliği yapan doktora mahkemece kesilen 33
yıl hapis cezasına karşılık, ABD’nin kestiği ceza da, her yıl için 1
milyondan hesaplanmış: Pakistan’a verilen Amerikan yardımından 33 milyon
$ dolar kesiliyor!)
Bütün
bunların Pakistan halkını nasıl deliye döndürdüğünü artık iyi
biliyoruz. Tuhaftır söylemesi, saygın ABD araştırma şirketlerinin
yaptığı kamuoyu araştırmaları Pakistan halkının epey büyük bir oranının
karşı çıktığını gösteriyor. Mesela bir bölgede soruya cevap verenlerin yüzde 97’si hiç iyi karşılamıyormuş bu saldırıları.2
Bu
durumun elinde bir sürü nükleer başlık bulunan “bozuk” (failed)
Pakistan devletini bütün dünya için ne kadar âcil bir tehlike haline
getirdiğini bir kenara endişeyle not edip geçelim isterseniz – tabii
şimdilik. Tehlikeli tırmanış konusunda iki ek haber: İsrail’in eski
Mossad ve Şin Bet başkanları, eski
ve yeni genelkurmay başkanları yeni bir savaş tehlikesini alenen dile
getirdiler: İran’ın İsrail savaş uçakları tarafından vurulup
bombalanmasının tüm bölgeye getireceği büyük yıkım, hatta nükleer
felaket tehlikesine işaret
ettiler. Biz de buna bu kadarcık değinelim, sonra da “siber savaş”
mevzuuna ayrı bir not düşelim. Evet, ABD çok yıkıcı son teknoloji ürünü
sanal silahlarla “düşman” İran’ın nükleer enerji programı
bilgisayarlarına başarılı “siber saldırılar” gerçekleştirmiş. Başkan’ın,
Başkan’ın adamları aracılığıyla NYTimes’a “sızdırdığı” bu bilgiyle
böbürlenmesi haberlerini de aynı kaygı ile not edip geçelim – tabii gene
şimdilik.
40 Satır
Tehditlerin
ikincisi ise, tabii, iklim felaketi. Bu konuda Mayıs ayının son
haftasında gelen 2 rapor, kelimenin tam anlamıyla soluk kesiciydi.
İlkinde, Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) dünya karbondiyoksit (sera
gazı) salımlarının 2010’dan 2011’e yüzde 3.2’lik bir artışla rekor
kırdığını bildirdi. Bu ama, hiç de iyi bir haber değil, aksine, tam
anlamıyla ters yönde bir rekordu: Dünyanın önde gelen iklim
bilimcilerinden James Hansen ve 17 kalburüstü bilimci arkadaşının saygın
Amerikan Bilimler Akademisi Dergisinde yayımlanacak son makalesine
göre, içinde diğer canlılarla birlikte yaşayabileceğimiz istikrarlı bir
iklim istiyorsak, küresel karbondioksit salımını yılda yüzde 6 azaltmak,
ayrıca 100 GtC (yüz milyar ton karbon) gibi muazzam oranda yeni orman
dikimine gitmemiz şarttır!3 Yüzde 3.2 oranındaki artış,
dünyanın 3.5 derecelik bir sıcaklık artışına gittiğini ortaya koyuyordu
ki, bu sıcaklık, dünyada son olarak bundan 60 yıl kadar önce görülmüştü
(herhalde son kalan birkaç dinozor tarafından)! Değil böyle bir
sıcaklık, BM İklim bilimcileri kurulunun öngördüğü maksimum olan 2
derecenin dahi, Hansen ve arkadaşları tarafından iklim yıkımının garantisi
olduğunu da belirtmek gerekir. Onların çok net olarak belirlediği
limit, atmosferdeki karbondioksit ve diğer sera gazları oranı
yoğunluğunun 350 ppm (milyonda 350 molekül/parçacık) olduğu, sıcaklığın
da buna bağlı olarak 1.5 dereceyi aşmayacağı seviyedir.
İklim
felaketi konusundaki ikinci haber, IEA raporundan birkaç gün sonra
geldi: Birçok ölçüm istasyonundan gelen son verilerle dünyanın havası,
bir numaralı küresel ısınma faktörü olan karbondioksit kirleticisi
bakımından yeni bir eşiği aşmıştı! Arktik bölgenin (Kuzey Kutbu) her
tarafında (Alaska, Grönland, Norveç, İzlanda ve hatta Moğolistan) CO2
yoğunluğu 400 ppm seviyesini geçmişti. Bu pek şaşırtıcı olmadı, çünkü
yıllardır hızlanarak artmaktaydı zaten. Hansen ve arkadaşlarının yegâne
güvenilir seviye olarak gösterdikleri ve oraya dönülmesinin kesinlikle
şart olduğunu söyledikleri maksimum 350 ppm seviyesi ise yıllar önce
aşılmıştı. (Dünya halen 395 ppm seviyesinde.) Şu anda sadece Arktik
bölge 400 ppm’yi aşmış halde, ama elbette dünyanın geri kalanı da az
sonra orayı izleyecek.
Biçare Bayan Hillary
ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, haberin üstüne soluğu Kuzey Kutup
Bölgesi’nde almış ve ilk elden gözlem yapıp iklim değişikliğinin
sonuçlarını gözleriyle gördükten sonra verilerin tahminleri aşması
konusunda dünyaya açıklama yapmış: “İlla şaşırtıcı diyemem, ama insanı
ayıltan (sobering) bir etkisi de yok değil hani.” Hmm, diyoruz biz de,
nihayet küresel ısınma meselesine eğilen ciddi bir ABD yetkilisi var
karşımızda. Heyhat! Kazın ayağı öyle değil. Bakanın bir sonraki
cümlesiyle, sayın Bakanı bilemeyiz, ama biz hemen ayılıveriyoruz:
“Birçok ülke buralarda doğal kaynakları keşfedip yeryüzüne çıkartmanın
yanı sıra, yeni deniz [ticaret] yollarını kullanma potansiyelini
değerlendirmenin peşinde...” Günahı boynuna, haberi veren AFP’ye göre
bölgede sadece bakir petrol kaynaklarının değeri 900 trilyon $ olarak
hesaplanıyormuş. (Yazıyla dokuzyüz trilyon dolar! Doğal gaz ile altın,
elmas gibi değerli madenler de hesaba dahil değil üstelik!)4
Aslında Bakan Clinton’ın tavrı da bizler için tastamam öyle, yani şaşırtıcı değil, ayıltıcı. Daha Kutup bölgesi haberleri çıkmadan birkaç gün önce önde gelen gazetelerden New York Times’ın
yazdığına göre, Bakanın Başkanı (ya da daha doğru bir tespitle Patronu)
da Kuzey Kutup bölgesinde Shell şirketine petrol sondajları için ruhsat
vererek, “fosil yakıt üreticisi dev şirketler yararına ülkenin enerji
dönüşüm tarihinde yeni bir sayfa açmış”tı bile zaten.5 Konunun
önde gelen takipçilerinden gazeteci ve fotoğrafçı Subhankar Banerjee,
bu ruhsatlarla ABD yönetiminin büyük bir suç işlemek üzere olduğunu, bir
kaza durumunda buzun altında o sert iklim koşullarında petrolün nasıl
nasıl temizleneceğini dünyada bir allahın kulunun bile bilmediğini,
Shell’e izin verilirse şirketin Kuzey Buz Denizini öldüreceğini, yerli
Iñupiat’ların binlerce yıllık geleneksel kültürünü de bu arada berhava
edip geçeceğini söylüyordu.6 Biçare Bayan Hillary ne yapsındı?
Absürd Tiyatrosu (Bis)...
Gene
Mayıs’ın son haftasında dünya ülkeleri gittikçe büyüyen bu iklim krizi
tehdidi karşısında neler yapacaklarını konuşmak üzere son round
görüşmeleri Bonn’da yaptılar ve toplantı gerçek bir fiyasko oldu: tam
bir uyumsuzluk, düş kırıklığı ve umutsuzluk tablosu çıktı. Uluslararası
Greenpeace’in iklim politikaları koordinatörü Tove Maria Ryding, durumun
saçmalığını en iyi özetleyen gözlemcilerden biri oldu: “Burada net
olarak gördük ki, iklim krizi seçenek yokluğundan filan değil, düpedüz
siyasal eylem yokluğundan doğuyor. Bilim insanları iklim değişikliğinin
korkunç etkilerini anlatıp dururken, bir yandan yeni yeşil istihdam
alanları yaratarak aynı anda sorunu çözecek tüm teknolojiye
elimizdeyken, oturup hükümetlerin birbirlerini birbirlerine şikâyet
etmesini ve küçük çocuklar gibi kavga dövüş birbirlerini yemesini
izlemek enikonu absürd bir durum.”7
Önde
gelen düşünür ve aktivistlerden Noam Chomsky, yazının başında alıntı
yaptığımız kitapçığında dünyadaki her ülkenin, yaklaşan çevre ve iklim
felaketi konusunda iyi kötü birşeyler yaptığını, ağır aksak da olsa bazı
adımlar attığını söyledikten sonra ABD’nin de adım attığını ama esas
olarak bu adımların tehdidi hızlandırma yönünde olduğunu belirtiyor.
Yazar, dünyanın bellibaşlı (majör) ülkeleri arasında çevreyi koruma
yönünde yapıcı hamlelerde bulunmayan yegâne ülkenin ABD olduğunu
belirtiyor ve ABD’nin dünya ülkeleriyle aynı trene binmeyi reddettiğini,
hatta bazı açılardan treni geriye çekmekte olduğunu yazıyor.8
Chomsky’nin Bir Tespitine İtiraz...
Türkiye’yi
de majör ülkeler arasında sayıyorsak eğer, Chomsky’nin fikirlerine
duyduğumuz olanca saygıya rağmen, ABD’nin yanısıra Türkiye’nin de çevre
ve iklim düşmanı politikalar izlemekte olduğunu itiraf etmek zorundayız
galiba. Taraf’ın ekonomi-çevre yazarı Pelin Cengiz Haziran başında şöyle yazıyordu:
“Bir
ülkede aynı anda hem kadının bireysel hak ve özgürlüklerine yönelik
keskin saldırılar yaşanıyor, hem belli bir işkolunda çalışanların grev
hakkı yasaklanıyor, bir yandan toplumun geniş kesimleri tarafından
istenmeyen nükleer santral yapımına ilişkin kanunun iptali yargı
tarafından reddediliyor, üçüncü köprü ihalesi nihayetlendiriliyor,
köyüne HES yaptırmak istemeyenlere zulüm ediliyor, öte yandan çevre
varlıkları üzerindeki her türlü koruma kararını kaldırmaya ve doğal
varlıkları şirketlerin talanına açan tasarı maddeleri ilgili komisyonda
kabul ediliyor. ...
Türkiye, dünya üzerinde, çevre ve doğa korumacılarına en az kulak veren ülke diyebiliriz. ...
[H]er
türlü çevre talanına karşı bir miktar koruma getiren sit alanı
uygulaması tarih olacak. Yetkilerin tamamının Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devredilmesiyle, uygun
görülen yer “yeniden değerlendirmeye” tabi tutulacak. Bu yasanın, bundan
sonra dereleri, gölleri, ormanları, dağları, ovaları şirketlere peşkeş
çekeceğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. ...
Tasarıya
göre, bilimsel ve teknik nitelikte kurumlar karar süreçlerinde tamamen
yok sayılıyor. Tüm yetki iki bakanlığın oluşturacağı kurullarda olacak.
Sit kararları, milli parklar, tabiat parkları, doğal alanların korunması
ve bu alanların kullanıma açılması ile ilgili konularda hükümet, başına
buyruk şekilde hareket edebilecek... Yalnız ... unutulan bir şey var.
Doğa sadece sizin seyrinize sunulmuş bir manzara değildir... Doğa yoksa
siz de yoksunuz...”9
Vatandaş! Yenikonuş konuş: “Yapı Denetimi” de!
Hürriyet gazetesinde
de Nuray Babacan, Orwell’i mezarında ters döndürebilecek bir
“yenikonuş” terimi ile “yapı denetimi” diye adlandırılan (ama aslında
“denetimsiz yapıbozumu” diye adlandırılsa çok daha uygun olacak) bir
kanun taslağının içeriğini şöyle özetliyordu:
“İmar
planlarında, meydan, yol, park, yeşil saha, otopark, toplu taşıma
istasyonu, garaj ve terminal gibi ulaşım hizmetleri için ayrılmış
alanlar ve tesisler ile askerî yasak bölgeler belediyelere
devredilebilecek ... Belediye ve mücavir alan hudutları dışında özel
idareye bedelsiz terk edilecek ... Kıyılarda “enerji üretim, teşhir,
pazarlama, depolama tesisleri,
kamuya ait olmak üzere akaryakıt istasyonları ve enerji tesisleri”
kurulabilecek. Ayrıca, kıyı alanının gerisinde, ekolojik özellikler
dikkate alınarak deniz, nehir veya göl ile bağlantılı kanal ve göletler
yapılabilecek. Bu düzenleme, nükleer santral, nükleer santral göleti,
soğutma depoları ve doğalgaz depolama tesisleri, termik santral kurmaya
olanak sağlanacak... Mera, yaylak ve kışlaklardaki kaçak yapılara af
getirilecek...”10
Bütün
bunlara Türkiye’nin “sahip olduğu” benzersiz biyolojik çeşitlilik ve
habitatın esas olarak “kalkınmacılık saplantısı” ile günümüzde ciddi bir
krizde olduğunu ortaya koyan uluslararası araştırmaları,11
iklimi mahveden sera gazı salımlarının bir yıllık (2010’dan 2011’e)
artışında muhtemelen dünya birincisi olduğunu, ayrıca 1998’ten 2009’a
kadar toplam salımda % 98’le (Ek 1 ülkeleri arasında) bir başka rekoru
da kırdığını gösteren BM raporlarını12 ve bir de İklim
değişikliği tehdidine karşı önleyici politikalar geliştirme kriterleri
konusunda, (bu konuda geliştirdiği politika sayısı 0.0, yazıyla sıfır!
olan) Suudi Arabistan’ın hemen ardından sondan ikinci, 2012 İklim
Değişikliği Performans açısından da fosil yakıt zengini üç ülkenin
ardından sondan dördüncü geldiğini13 eklersek, hiçbir tevilin
götüremeyeceği gerçek bir facia ile karşı karşıya olduğumuzu
farketmemek çok güç, inkâr etmekse imkânsız olur.
Küçük Kurbağa Küçük Kurbağa Beynin Nerede?
Oldukça
sık başvurulan ünlü meselde, insanların iklim değişikliğine karşı
ölümcül yavaşlıkta tepki vermekle, yavaş yavaş kaynayan sudan kaçamayan
kurbağaya benzetildiğini biliyoruz. Bu tam doğru sayılmaz aslında. Bir
fizyologun deneylerinde ancak beyni çıkarılmış kurbağaların öyle yavaş
yavaş ısınan suda kaldığı ve öldüğü görülmüş. Ne var ki, günümüzde
yapılan deneyler, sağlıklı (yani beyinleri filan alınmamış)
kurbağaların, hiç de öyle ısınan suyun rehavetine kapılıp yavaşça ölecek
kadar aptal olmadıklarını, imkân buldukları takdirde (yani hasbelkader
kavanozun kenarı çok yüksek filan değilse) elbette sıçrayıp kaçarak
canlarını kurtardıklarını gösteriyor. Ayrıca, son 20 küsur yılda
gerçekleştirilen nispeten yeni bulgular da insan beyninin biyolojik yapı
olarak uzun vadeli tehditlere karşı kendini savunacak şekilde
tasarlanmış olmayabileceğini de ima ediyor! Hatta, insanoğlunun ya da
insankızının, feci sonuçlar doğuracak iklim değişikliği gibi dünya
görüşlerine uygun düşmeyen, rahatını kaçıran ve onu hayat tarzını
değiştirmeye zorlayan “uzak” tehditleri düpedüz inkâr etmek üzere
donanımlı beyinlere sahip olması ihtimali de olabilir! Bir yazar, bu
ihtimale karşı, beyinlerimizin “çocuklarımızı hep korumaya” donanımlı
olduğunu umut ettiğini söylüyor.14
Joe Romm’un Bir Tespitine de İtiraz!
Sonuçta, iklim değişikliği konusunun önde gelen yazarlarından Joe Romm, meseleyi ünlü blogunda şöyle bir yere bağlıyor:
“Teknik olarak biz Homo sapiens sapiens
alttürünü oluşturuyoruz. Yani, tüm türlere isim verme ayrıcalığını
kullanan tek tür olarak, kendimize ‘bilge bilge adam’ demiş, ‘duble
akıllılık’ atfetmişiz! Gelgelelim, gezegenin hayatiyetini nasıl
mahvetmekte olduğumuz da ortada olduğuna göre, hiç olmazsa
‘sapiens’lerden birini atalım bari. Belki geçici olarak ötekini de çift
tırnağa almalıyız, en azından kendimizi kendimizden kurtaracak kadar
akıllı olup olmadığımızı görene dek, Homo “sapiens” kalalım.
Yaşanabilir
bir iklimi yokedersek, bu milyarlarca insanın yoksulluğa mahkûm
olacağı, medeniyetinin de büyük bölümünün çökeceği anlamına gelir; ki bu
durumda sadece Homo deriz kendimize ve aslında kurbağalardan daha aptal
olduğumuzu da göstermiş oluruz. (Çünkü, ne de olsa kurbağalar, biz
gelene kadar pekâlâ idare ediyorlardı durumu.)
İşte o noktada, biz artık beyinsiz kurbağalar oluyoruz.”15
Ne
var ki, kendisine duyduğumuz olanca saygıya rağmen, Joe Romm’un bu son
yorumuna temel bir itiraz getirmeden edemiyoruz işte: Gezegenin bilinen
tarihinde ister beyinli, ister beyinsiz olsun, hiçbir kurbağanın, kendi
türünü ve yanı sıra bilumum diğer canlıları yokoluşa sürüklemiş
olamayacağına dair kuvvetli bir hissiyat var içimizde. Acaba yanılıyor
muyuz?
1 Bkz.: Noam Chomsky, Occupy, Occupied Media Pamphlet Series, Zuccotti Park Press, Spring 2012, s. 37
8 Chomsky, op.cit., s. 37-38
11 Bkz.: Çağan H. Şekercioğlu et al, “Turkey’s globally important biodiversity in crisis, Biological Conservation, http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0006320711002527
14 Bkz.:Christian Keysers, Empatik Beyin, Alfa, 2011, passim; Lisa Bennett, “Are Human Brains Hard-Wired to Ignore the Threat of Climate Change, http://www.alternet.org/environment/106982/, 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder