2 Mart 2011 Çarşamba

"Oğlumu teşhis edemedim, ama hepsi benim oğlum artık."

Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir.

Hayli geç başlayan “blogger”lık maceramız bir saman alevi gibi parladıktan sonra birden bitebilir korkusuna kapılmalı mıydık? Yok canım; ne münasebet! Eşe dosta yaptığımız onca duyurudan sonra, izleyici ve okur sayısı almış başını giderken, âniden, yukarıdaki türden bir yasaklama yazısıyla karşılaşmak nâhoş bir duyguydu elbette. Ama, o kadar. 18 milyon kişinin kendi günlüğüne erişiminin bir mahkeme kararıyla engellenebileceği sanısı, bu blogda  1 Şubat tarihli ilk yazıdan beri dile getirmeye çalıştığımız o tuhaf ve harikulade dram dünyasında acı ve delice kahkahalarla karşılanırdı. Beckett, Ionesco, Genet, Pinter, Nesin gibi modern ustalarla başlayıp, yüzlerce, hatta binlerce yıllık halk ve gölge oyunlarına kadar gidip Sofokliyen, Aristofanyen, Kabukien, Katakhaliyen, Karagözyen, Şekspiryen, Molyeryen dünyalarda devriâleme çıktıktan sonra modern dünyaya paraşütle geri döndük. Hiç istifimizi bozmadık velhasıl ve –şimdi adları lazım değil– genç ekip arkadaşlarımızın rüzgârını arkamıza alarak, yeni bir sefineye binip, dünyayı sarıp sarmalayan devrim dalgasındaki sörfümüze kaldığımız yerden ossaat devam ettik işte. Al gözüm seyreyle:

Batı dünyası, Afganistan ve Irak’ın istila edilip insanların bütün değerleriyle birlikte ayaklar altına alındığı, paspas gibi çiğnenmeye başladığı günlerden iyi hatırladığımız ve bir daha da unutmadığımız neo-con’ların yeni huruç hareketi Libya’ya askerî müdahale için akbabalar gibi döne döne uçuşuyor tepelerde. (Gerçek akbabaları bu metafordan dolayı tenzih etmemiz gerek – zavallı hayvanların zerrece suçu yok elbette.) Ne var ki, olmayacak! Tüm hesaplarının ters çıkacağını ve Batı yönetimlerinin “ters kaplumbağa” pozisyonunda sabit kalacaklarını tahmin edebiliriz. (Burada, gerçek kaplumbağaları da tenzih etmeliyiz tabii.)

Örneğin, Meedan (Yani Meydan) adlı yeni elektronik “agora”da Libyalı Muhammed takma adıyla yazan isyancı genç blogger, Guardian’da da yer alan yazısında çok net ifade etmiş durumu: “Bütün Libyalılar, hatta Kaddafi yanlısı azınlık bile, Libya’nın özgürlüğüne yeniden kavuşmasının sadece bir zaman meselesi olduğunun farkında. Ama ürkütücü soru hâlâ havada asılı: Kaddafi gidene kadar daha kaç şehit verilecek? Kara büyü bozulana kadar kaç kişinin canını alacak daha?

Ne var ki, bu mutlu son, tüm Libyalıların paylaştığı bir korkuyla gölgeleniyor: Krize son vermek için Batı’nın bir askerî müdahalesi.”

Böyle bir kaygıyı dile getirdikten sonra blogcumuz diyor ki: Her kesimden Libyalı’yı birleştiren bir şey varsa o da şu: Bir yabancı gücün girişeceği herhangi bir askerî müdahale…paralı asker güruhunun döktüğü kandan çok daha fazlasını dökecektir. Devrimi başlatan kimse onların bitirmesini istiyor Libyalı Muhammed: Libya halkının.

“Bitiremeyeceğiniz birşeye başlamayın” diye sesleniyor Batılılara. “Bir halkın saf devrimini, herkesin başına çökecek bir lanete dönüştürmeyin ne olur…”

Ve şu satırlarla da bitiyor yazı: “Aynı gezegende birer komşu olarak yaşayalım. Hem kim bilir, bakarsınız bir gün kapınızı çalar, sevinçle elinizi bile sıkarım.”
(“Libyalılar Halk Devriminde Birleşti – Lûtfen İşimize Karışmayın”, Guardian, 1 Mart 2011, http://www.commondreams.org/view/2011/03/01-12)

***

Bu arada, kan dökülmeye devam ederken, Birleşmiş Milletler aynı anda birkaç iş birden yapıyordu: Birincisi, İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay’in ağzından “Tüm dünyadan Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarını desteklemesini, “yeni tehlikeler ortaya çıkmadan veya eski çıkarcılar yeniden meydana çıkmadan” önce, dünyanın protestoculara “âcilen” yardım etmesi çağrısında bulunuyordu. İkinci olarak, BM İnsan Hakları Konseyi, 18 Mart’ta oylanacak raporunda Libya’nın insan hakları alanında ne kadar ileri adımlar atmış olduğunu tespit eden bir metni hazırlamış bulunuyordu. Kanada, İran, Sudan, Küba gibi ülkeler, kolayca anlaşılabilecek, ama asla kabul edilemeyecek bir ikiyüzlülük örneği gösterip, Libya’nın insan hakları sicilini öve öve bitiremezken, bir tek İsrail, o da kolayca anlaşılabilecek, ama asla kabul edilemeyecek bir “realpolitik” anlayışıyla, kendisinin Filistin halkına yaptığı korkunç muameleyi unutup, Libya’nın temel hak ve özgürlükleri nasıl çiğnediğini anlatmaktaydı.

Aynı anda, Daily Telegraph gazetesi, geçenlerde özel telefon hattından Kaddafi’yi gizlice arayıp bu gizli mesajda ona “şiddeti durdurması, halka ateş etmemesi vb.” “telkinlerinde bulunan Blair’den söz ediyordu. Şimdi Ortadoğu’da “Barış Elçisi”rolüne soyunmuş olan Blair, bilindiği gibi, yalan söyleyerek Britanya askerlerini Amerika’nın yanında istilaya katmış ve böylelikle uluslar arası hukuk nezdinde gerçek bir savaş suçlusu halini almıştı ve halen de yargılanabilmiş değil. İşte bu mümtaz devlet adamı, Daily Telegraph’ın ortaya çıkardığı büyük bir skandalde, Tony Blair’in Britanya başbakanı sıfatıyla yaptığı son yurt dışı gezisinde Muammer Kaddafi ile gizli bir anlaşma yaptığını, silah satışları, özel askeri birliklerin eğitimi, istihbarat paylaşımı, özel stratejik bilgi paylaşımı ve ortak tatbikatları içeren mufassal bir askeri işbirliği anlaşması!

The Independent’ın aynı gün ortaya çıkardığı korkunç fotoğraflarda, isyancılara ateş etme emrine uymayan askerlerin o korkunç El Katiba karargâh binasında önce dövülüp, sonra kafalarına kurşun sıkılarak öldürülmesi, ardından da neredeyse iz kalmayacak şekilde yakılmasını hikâye eden fotoğraflarda ceset torbalarının içinde bulunmuş birkaç kemik parçası. Bu askerleri öldüren özel tim mensupları, Blair’in Kaddafi ile gizli anlaşması uyarınca eğitilmiş uzmanlar olmasındı sakın?

Al Cela hastanesi morgunda yatan cesetleri teşhise gelen ölü yakınları, anaları, babaları, çocukları ve eşleri, teşhis işini başaramamışlar sonuçta. Hastanenin nöbetçi âmiri Fatih Elami, “Bu insanlar şehit,” demiş. “Kendi halklarına zarar vermektense, kendilerini feda ettiler. Onların adına bir anıt dikmeliyiz.”
Bir anne de şöyle konuşmuş: “Oğlumu teşhis edemedim. Ama, bu ölenlerin hepsi benim oğlum şimdi.”

***

İnsan, utançla başını eğiyor ve  bu iki yüzlü alçakların topunu lanetliyor; başka ne yapılabilir ki?

Ömer Madra

2 Mart Çarşamba



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder