ve uykuyla çevrilidir küçücük hayatımız.
William Shakespeare, Fırtına, IV, i
Geçen ayın başlarında
(4 Temmuz 2013) Boğaziçi Üniversitesi’nin 146. mezuniyet töreninde benden
istenen “misafir konuşması”nda, Paris’e gitmemeyi “seçip” 1968 dünya devrim
hareketini “kaçırdıktan” yaklaşık yarım yüzyıl sonra Türkiye tarihinin gördüğü
en büyük kitle başkaldırısı hareketine katılımcı/tanık olma fırsatını
yakaladığımı dile getirmeye çalışmıştım. # DirenGezi, sadece İstanbul’un
merkezindeki küçük bir parka değil, doğanın bizatihi kendisine karşı
şirketlerle hükümetin elele vererek yıllardan beri ülke çapında yürüttükleri
haşin saldırıya karşı nihayet girişilen ve bir bozkır yangını gibi ülkenin her yanına
yayılan önemli bir direnişi de simgelemekteydi. Bu açıdan, belki de dünyada,
ekoloji kavgasını direnişinin merkezine alan ilk büyük kitle hareketi örneği sayılmalıdır.
Ayrıca, kaderin garip
bir cilvesi sonucu, küresel iklim değişikliği tehdidine karşı yaşam alanlarını
savunmak üzere dünyanın her yere en uzak köşelerinden kopup gelen aktivistlerin
kendi topluluklarının, kabilelerinin ve bizzat kendilerinin anlatılarını öteki
aktivistlerle paylaştıkları “yeryüzü atölyesi” (küresel eksen kayması/global
powershift) de İstanbul’da Gezi direnişi ile aynı esnada yer aldı.
Mezuniyet
konuşmasında İstanbul’un can evinde biri “yerel”, biri küresel bu iki hareketin
adeta mucizevî buluşmasına şu cümlelerle dikkat çekmek isteniyordu:
“#DirenGezi ile #DirenGezegen böylece buluştu işte. 4 yıldır kömür
termik santraline bedenlerini siper ederek azimle direnen Gerzeliler de dayanışma
için Gezi'ye geldiler. Gezidekiler de Gerzelilerin yediği gazları daha yakından
gördüler. 2 bin yıllık atolleri ebediyyen elden gidecek olanların direnişini de
gördüler. Ve tersi tabii. İklim direnişçileri de Gezi direnişini, Gezi ruhunu,
Gezi esprisini yakından görmüş oldular. Her biri ülkelerine döndüklerinde
burada gördüklerini de kendi mücadelelerine katacaklar bundan sonra.”[1]
Paylaşılan Rüyalar
’68 Parisi’nden günümüze gelen bir duvar
yazısı: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” diyordu. Açık Radyo’da şimdi neredeyse
18 yıla varan yayın serüvenimizin ilk dönemlerinde bize dudak bükenlere “imkânsız
olduğunu bilmiyorduk, onun için yaşatmayı başardık galiba” diyorduk. Yani, işin
aslı şu galiba: Kim ne derse desin, kim hangi hesapla saldırırsa saldırsın, kim
bizi ne kadar hayalcilikle suçlarsa suçlasın, esas olarak paylaşılan rüyalarla yürünebiliyor geleceğe. Yazar ve teoloji
profesörü Ira Chernus, son yazılarından birinde rüya ve efsaneler üzerine fikir
yürütüyor ve efsanelerin (mitosların) paylaşılan, kolektif rüyalar olduğunu bize hatırlatıyor:
“Efsanelerde de, rüyalarda olduğu gibi, herşey olabilir... 1968 [dünya
devriminde] radikal demokrasi ve herkes için eşitlik rüyası milyonlarca
[insanın] zihninde kök saldı. Hem de şaşırtıcı bir hızla oldu bu.”[2]
50 yıllık bir rüyanın
gerçeğe dönüşme sürecinin hikâyesini biraz kırık dökük, biraz da beceriksiz bir
dille anlatmaya çalışan BÜ mezuniyet konuşmasından bir gün sonra, 5 Temmuz’da,
dünyanın önde gelen düşünür ve aktivistlerinden Noam Chomsky, kendi rüyasına,
yani sınırların olmadığı bir dünya rüyasına bir göz atma fırsatını bizden
esirgemedi:
“...Ve tüm
sınırlar erozyona uğramakta – genellikle korkunç biçimlerde olsa bile. [...] Sınırların
belirsizleşmesi ve devletlerin meşruiyetine karşı geliştirilen bu meydan
okumalar, Dünya’nın kime ait olduğu hakkında ciddi soruları ön plana
çıkarmakta. Isı tutan gazlarla durmadan kirletilen ve daha geçen Mayıs’ta hep
birlikte öğrendiğimiz üzere, bu kirlenmenin özellikle tehlikeli bir eşiği
aştığı küresel atmosfer kimin?
“Ya da, dünyanın
büyük bir kesiminde yerli halkların kullandığı terimi benimseyecek olursak,
Dünya’yı kim savunacak? Doğa’nın haklarını kim koruyup savunacak?
Müştereklerin, ortaklaşa mülkümüzün bekçiliğini, emanetçiliğini kim üstlenecek?
“Dünyanın şu
anda kapıya dayanmış çevre felaketine karşı can havliyle savunulması gerektiği,
okur yazarlığı olan herhangi bir rasyonel kişi için apaçık olmalı. Bu kriz
karşısında gösterilen farklı tepkiler, günümüz tarihinin en çarpıcı ve garip
özelliklerinden birini oluşturuyor.
“Doğa’yı savunma
hattının ön safında, Kanada’nın Birinci Ulusları (First Nations) ya da
Avustralya’nın aborijinleri gibi, genellikle “ilkel” diye adlandırılan yerli ve
kabile gruplarının mensupları var; bunlar, imparatorluk saldırılarının ardından
ayakta kalabilmiş halkların kalıntıları. Doğa’ya topyekûn saldırı cephesinin ön
safında ise kendilerini en ileri ve medenî ülkeler diye adlandıranlar yer
alıyor: Yani, en zengin ve en kudretli ülkeler.
“Ortak
varlıkları (müşterekleri) savunma mücadelesi birçok biçime bürünür. Mikrokozm
olarak bakıldığında bu mücadele an itibariyle Türkiye'de Taksim Meydanında
cereyan ediyor : Cesur erkeklerle cesur kadınlar İstanbul'un müştereklerinden
arta kalan son kalıntıları, bu kadim hazineyi yerle bir etmekte olan
ticarîleştirmenin, mûtenâlaştırmanın ve otokratik yönetimin 'yıkı güllesi'nden
kurtarmaktalar.
“Gezi
direnişçileri, küresel müşterekleri tahrip eden aynı 'yıkı güllesi'ne karşı
dünya çapındaki bir mücadelenin ön cephesinde yer alıyor; sınırları olmayan bir
dünyada insanlığın doğru dürüst bir şekilde ayakta kalması konusunda herhangi
bir umut olacaksa, her birimizin bu mücadeleye canla başla katılması şart. Bu
bizim müşterek mülkümüz çünkü – ya savunacağız ya da yok edeceğiz.”[3]
Gelecek, Şimdidir
Gelecek şimdidir ey
okur: dünyanın her yerinden direniş haberleri geliyor artık, farkında mısın?
Bulgaristan’dan Brezilya’ya, Mısır’dan Meksika’ya, Hong Kong’dan Şili’ye ... Buralarda
da Yedikule’den Munzur’a, Uludağ’dan Bozcaada’ya, GDO’dan AKM’ye, 3. Köprü’den
3. Havalimanına, ormanlardan ovalara, göllerden derelere, onbin yıllık tarih
üzerine inşa edilen barajlardan milyonlarca yıldır orada duran toprakların
bağrını yararak kazılacak kanala... Yani, bütün müştereklerimize eşzamanlı
olarak yöneltilmiş topyekûn bir talan tasallutu ve buna başkaldıran kitlelerin
direnişi.
Başkaldırı ve direniş başladı işte. Aslında
epeydir var: Gerze’de 4 yıldır inatla ve azimle sürüyor mesela. Bir müşterek
(kolektif) çaba tarafından henüz geliştirilme aşamasında olan, ama öyle olduğu
halde insanı şaşırtacak zenginlikte bir mücadele tablosunu içeren Çevresel
Direniş Atlası, toplanabildiği kadarıyla halihazırda ülkede mevcudiyeti
saptanan 88 direniş noktasını bir harita üstünde çarpıcı bir biçimde gözler
önüne seriyor.[4]
Yeni gerçek bu işte: Her yerde halk kitleleri
ile muktedirler arasındaki temel kavga, çevre üzerinde kopuyor tamamen. Yaşama
alanı üzerinde: Halk, solunacak havasını, içilecek suyunu, yiyeceğini, ekecek
toprağını, çocuklarını gezdireceği, sevgilisiyle ve konu komşusuyla,
mahallelisiyle yaşayacağı, birlikte eğleneceği, dayanışma içinde yaşamını
sürdüreceği kenti savunmak için ölüm kalım mücadelesi veriyor.
Gelecek şimdidir: “12 Ağustos 2002 tarihini unutamam!”[5]
diyen bir tabela var. 11 sene önce Balıkesir’in Sarıfakılar ve
civar köylerinde çıkarak evleri, hayvanları ve tarım arazilerini yok eden
yangının bittiği yere çakılan bu tabela yazısı, 11 yıl sonra yine aynı bölgede
çıkan yangınlar dolayısıyla şimdi bir kez daha hatırlanıyor. Çok acımasız bir
şaka yapacak olursak, yeni tabela yazısı şöyle bir cümle olabilir ancak: “30
Temmuz 2013’ü de unutamam…”
Gelecek
şimdidir: “İstanbul’un göbeğinde petrol çıktı!”[6]
100 sene önce İstanbul’un tarihî semti Balat’ta petrol bulunduğuna dair bir
Osmanlı belgesinin ortaya çıktığına dair haberleri yerleşik düzen gazeteleri ve
televizyon kanalları ağızlarını şapırdata şapırdata veriyor. Ancak, bölge yerleşim
alanı olduğu için petrol aramalarına izin verilmemiş. Enerji bakanı bir yayın
organına verdiği demeçte, haritaların geçerliğini koruduğuna ilişkin gönül
ferahlatıcı bilgi de vermiş kamuoyuna.[7]
Hadi bir acımasız şaka daha yapalım: Taksim
Gezisi’nin altını Topçu Kışlası için kazarken bir bakmışız, Atatürk anıtının
oralardan petrol fışkırmıyor mı? Üstelik yerleşim merkezi de değil orası.
Taksim Maksemi (tarihî su deposu) petrol
kuyusuna dönüşse bir anda, fena mı olur? Hepimizin rüyaları gerçekleşir,
cepleri para dolar. Ayrıca, bir kolaylık durumu daha var: zaten bir kısmı
kazılmış olan dalma tünellerini de Londra’dan Çin-i mâçin’e bağlayacak bir
petrol boru hattına tahvil etmekten daha pratik, kârlı ve cazip ne olabilir?
Yeni Radikalizmin
Talepleri: Barış ve Huzur
Britanya’da kayagazı
çıkarma (fracking) yolunda son zamanlarda Balcombe kasabası çevresinde
girişilen çevre tahribatına karşı girişilen protestonun “buzdağının ucu”
olduğunu belirterek, son zamanlarda ülkenin dört bir yanında kaynamaya başlayan
hükümet karşıtı ve çevre koruma kaynaklı toplumsal isyan hareketleri üzerine bir
makale yazan John Harris’ten bir alıntı yapalım:
“Endüstrisizleşmiş
bir ülkede bakanlar daima devasa projeler ve yeni teknolojiler peşinde
koşacaklardır deli gibi…ama hükümet korku, vurgun aşkı ve büyükşehir kibri
karışımı bir ruh hali içinde olduğundan, bakanların düşünce tarzları da
nevrotiklik (sinir bozukluğu) âlemine kaymak zorunda kalmıştır. Bütün bunlar
enerji politikalarının ötesinde yeni karayolları yapma, inanılmaz derecede aptalca
bir plan olan hızlı tren yapma, havalimanlarının genişletilmesi için manyakça
israr etme gibi davalara kayar ve bir de rüzgâr çiftlikleri ya da terkedilmiş
endüstri bölgeleri yerine yeşil alanlar üzerinde evler inşa etme gibi
liberal-solcuların duyarlı olduğu davalara yönelir.”[8]
Yazar
Britanya’daki son durumu anlatıyor elbette, ama bunun evrensel bir boyut
taşımadığını, genel olarak her yerde aynı şeylerin olup bittiğini, Türkiye’de
son zamanlardaki gelişmelerle kuvvetli paralellikler taşımadığını söyleyebilir
miyiz? Hatta, bir adım daha da ileri gidip Harris’in makalesinin sonundaki iki
tespiti genele – ve tabii Türkiye’ye – “teşmil edemez” miyiz:
“Birincisi,
şunu akılda tutmak herhalde yararlı olur: Betona, fabrika bacalarına ve sırf
büyüme uğruna büyümeye tapınma, öteden beri, demokrasiden çok daha fazla,
diktatörlüklere yakışan bir durumdur. İkincisi, Balcombe’daki protesto
olaylarının kanıtladığı gibi, artık pek çok insan, şimdiye kadar görülmemiş
derecede haris ve kokuşmuş bir ekonomik sistemin karşısına çıkıyor, ve
şaşırtıcı derecede radikal bir şeyi talep ediyor: Barış ve huzur.”
Yeni
gerçek bu işte. Yeni radikalizmin talepleri barış ve huzur. Hani, çok banal
olmayı göze alarak “mutluluk” arayışı da diyebiliriz. Balcombe’da, Gezi’de ve
gezegenin başka binbir yerinde bu mutluluk rüyası hiç de o kadar karmaşık
değil: Yenilenebilir enerji, enerji tasarrufu, verimli teknoloji kullanımı
sayesinde, 20. yüzyılın köhne ve çürümüş fosil yakıtlı enerji ekonomisini
sonsuza dek geride bırakmak. Müştereklerin daha fazla paylaşımı, daha
hakkaniyetli, daha şeffaf ve, yurttaşların kendi kaderleri ve yönetimleri ile
ilgili kararlara daha fazla katılımı… Banal mi? Belki. Ama, böylesine basit bir
şey işte mutluluk. Yapılan tüm ölçümlerde mutluluk katsayısını yükselten
kriterler, üç aşağı beş yukarı bunlardan ibaret – ne yaparsınız?[9]
Serbest
Piyasaya Karşı Küresel Bahar Rüyası
Kendilerini kültür
oyunbozanları (culturejammers)olarak adlandıran Adbusters dergisinin haşarı yazarları, derginin Ağustos başında
yayımlanan son sayısındaki mesajlarında dünyadaki son durumu şöyle tahlil ediyorlar:
“Birşey var: İnsanlar yığınlarla geliyor, kapitalizm ideolojisinin zırva olduğunu,
bunun hiçbir vaadini tutamayan temelden bozuk ve onarılmaz bir sistem olduğu
gerçeğini farkediyor...”[10]
Söyledikleri, günümüzün
önde gelen yazar, gazeteci ve aktivistlerinden Chris Hedges’in geçen ay
yayımladığı ve “Ya Diren ya Öl” diye çevirebileceğimiz makalesinde vurguladığı meseleyle
tamamen aynı: “Ekonominin 5 bin yıllık tarihinde insan toplumlarının kendi
davranışlarını piyasanın talepleri etrafında yapılandırması gerektiği yolundaki
inancı doğrulayacak tek bir şey bile yok. Bu absürd, ütopyacı bir teori. Piyasa
ekonomisinin hava cıvadan ibaret vaadlerinin yalan olduğu şimdi artık tümüyle
açığa çıkmış durumda.”[11]
Adbuster’cılar da dünyaya
gönderdikleri mesajda işbu yazının ana konusuna, düşgücü meselesine dönmekte de
gecikmiyorlar:
“...
Dünya çapında eşgüdümlü bir başkaldırı, kapitalist düsgücünün yeniden
yüklenmesi – Küresel Bahar – rüyası gözlerimizin önünde gerçekliğe dönüşüyor
[...] Occupy hareketinin ikinci yıldönümü yaklaşırken, bir nokta son derece
açık seçik hale gelmekte: Şirket kapitalizminin kıyamet günü makinesi hiçbir
zaman bu kadar kırılgan, bu kadar zayıf, bu kadar koparılmaya hazır görünmemişti.
Bir sonraki adımın hangisi olduğunu bilmeden dansa devam etmeyi göze al ...
ondan sonra da harekete başla, davulun ritmine ötekilerle birlikte ayak
uydurarak.”[12]
Doğru,
mutluluk hareketi sorunlarımızın tümüne cevap olamaz. Ekonomist ve sosyal yorumcu
Richard Heinberg’in dediği gibi iklim değişikliği, su kıtlığı, aşırı nüfus
sorunlarına ya da bir araya toplanmış düzinelerce krize doğrudan bir cevap
olamaz, ama tüm bu krizleri azdıran ekonomik paradigmayı pekala tersyüz edecek
güce sahip.[13]
Şaire
de biraz gecikmiş bir cevap verebiliriz: Mutluluğun resmini çizemeyiz belki,
ama formülünü fısıldayabiliriz en tıkalı kulaklara bile: Geziden gezegene,
oradan da geriye gidersek, kurduğumuz denklem[14]
şöyle bir şey oluyor:
Demokratik,
eşitlikçi, hakkaniyetli ve âdil bir dünya + tüm canlıların özgür ve haysiyetli
yaşam sürdüreceği bir gezegen için kavga = Mutluluk.
Çok
şey mi istiyoruz?
Ömer Madra
İstanbul, 5 Ağustos 2013