10 Kasım 2015 Salı

Tek Soruluk Telafi Sınavı

8 Kasım 2015

Sevgili sınıf,

Geçen hafta (3 Kasım 2015 tarihinde) gerçekleştirilen Açık Sınav’da ülkenin yorumlanması güç siyaset sahnesini kavramak için sizlere bir paragraflık bir metin verilmiş, bu metni araç olarak kullanarak bir analiz geliştirmeniz istenmişti.

Gelen cevaplar değerlendirildiğinde, “evde elektrikler kesikti, çalışamadım” şeklindeki gerekçelerle boş kâğıt verenlerin ezici çoğunlukta olduğu gözönüne alınarak, sınıfın hüzün verici seviyesini biraz yükseltmek amacıyla, sizlere yeni bir fırsat verilmesine karar verilmiş olup, sınavın aynı sorularla bir kez daha tekrarı cihetine gidilmektedir.

İlaveten, yalnızca genel depresyon ya da melankoliyi dağıtmak amacıyla, sadece bir kereye mahsus olmak üzere, 2 puanlık bir de “bonus” sorusu sorulması kararlaştırılmıştır. Böylelikle, sınıfın çalışkan ve disiplinli öğrencilerinin –onlar kendilerini bilirler– ekstradan küçük bir gayret sarfetmek suretiyle, eski ve yeni tüm soruları doğru ve eksiksiz cevaplamaları halinde 10 üzerinden 12 almaları olanağı doğmaktadır.

(Tembel ve disiplinsiz öğrenciler – onlar da kendilerini bilirler – içinse an itibariyle yapılacak fazla birşey olmadığı açıktır.)

İşte bonus test sorunuz:

Geçen sınavdaki ana soru metninde tarif edilen yönetim biçimine geçilmesi tehlikesini önlemek için başvurulacak şu aşağıdaki yöntemlerden hangisi sizce en etkili olanıdır?

a) Dostu düşmanı, tanıdıkları sorumlu tutup sabahtan akşama onlara sövüp saymak.

b) Eve kapanıp televizyon ve bilgisayar ekranları başından en az 6 ay kalkmamak.

c) Âlemlere akmak ve paralar tükenene kadar eğlenceden eğlenceye koşup coşmak.

d) Evi barkı dağıtıp, küresel iklim değişikliğinden en az etkilenecek ülkeye göçmek.

e) Yenilgi kesin olsa da adalet, eşitlik, özgürlük kavgasının “müthiş sorumluluğu”nu almak. (bkz:)


İpucu için bkz: Edirne'de mahallesindeki tek parkın yapılaşmaya açılmaması için direnen Kıymet Peker.

[NOT: “Hiçbiri” veya “Hepsi”, şıklar arasında yer almamaktadır; lûtfen yazmayınız!]

Hepinize başarılar!

Ömer Madra
8 Kasım 2015

3 Kasım 2015 Salı

Açık Sınav


Merhaba sınıf,
Hırsızlar, polisler, intihar bombacıları, gangsterler, mankurtlar ve kayyumlar arasında geçen heyecanlı bir seçim öncesi dönemini geride bıraktıktan sonra artık yeniden okullu olduk. Şimdi, kalemleriniz ve kâğıtlarınız hazırsa, Siyaset Bilimine Giriş dersimizin ilk sınavına girmeye de hazırsınız demektir. Soru metni aşağıdadır:

[Faşizm benzeri bir yönetim kurmak için] ana unsurlar yerli yerinde: Zayıf bir yasama organı, hem itaatkâr hem de baskıcı bir adli sistem, yönetici sınıfı oluşturan zenginleri, nüfuzlu kişileri ve şirketleri sürekli kayırırken daha yoksul vatandaşları âciz durumda ve siyasi umutsuzluk içinde tutacak, orta sınıfları ise işsizlik korkusu ile ekonominin yeniden düzelmesi halinde muhteşem ödüllere kavuşma beklentisi arasında iki arada bir derede bırakacak şekilde mevcut sistemi sulandırmaya kararlı bir partiye...dayanan bir siyasi parti sistemi. Bu düzenin suç ortaklığını yapanlar ise şunlar: sahipleri giderek az sayıda kişinin elinde toplanmış bir havuz medyası, hayırsever şirket sahipleriyle bütünleşen üniversiteler; iyi fonlanmış düşünce havuzları ile muhafazakâr vakıfların bünyesinde yapılanmış bir propaganda mekanizması; ülkedeki yerel polis teşkilatları ile ulusal kolluk kuvvetlerinin giderek daha sıkı işbirliği yaparak teröristlerin, şüpheli yabancıların ve ülke içindeki muhaliflerin kimliğini belirleme çalışmaları yürütmesi...

SORU 1: Yukarıdaki metnin yazarı olan tanınmış siyaset bilim hocası kimdir?
SORU 2: Metin hangi tarihte, hangi yayın organında, hangi vesile ile yayımlanmıştır?
SORU 3: Ülkenin yorumlanması güç siyaset sahnesini kavramak için yukarıdaki metni bir araç olarak kullanarak kısa (130 kelimeyi geçmeyecek) bir mukayeseli analiz yapınız.
Hepinize başarılar!
***
[NOT: Puanlama:  1. Soru: 2 puan; 2. Soru: 3 Puan; 3. Soru: 5 puan = Toplam: 10 puan]
[NOT 2: Cevap anahtarı için bakınız:
Çağın önde gelen filozoflarından siyaset teorisyeni ve yazar Profesör Sheldon Wolin 21 Ekim 2015 tarihinde 93 yaşında hayata veda etti. Hakkındaki anma yazısı ve ve kendisinin bundan 12 sene önce ABD’nin Irak işgalinin hemen ardından Nation dergisi için kaleme aldığı anıtsal “Inverted Totalitarianism” (Başaşağı Totaliterlik) makalesinin bir değerlendirmesi için şurada: www.thenation.com/authors/richard-kreitner/]

Ömer Madra
2 Kasım 2015

3 Eylül 2015 Perşembe

“Tek Yol Devrim” v2.0

“Denizler Yükseliyorsa, Biz de Yükseliyoruz!”
“Denizler Yükseliyorsa, Biz de Yükseliyoruz!”

Daha sonbahar bile gelmedi. Ama, Ağustos ayı tarihteki en sıcak Ağustos ayı oldu ve 2015 yılının tarihteki en sıcak yıl olacağı da daha şimdiden neredeyse kesinleşti. Durum, o hüzünlü hüzzam şarkıda söylendiği gibi yani:

“Kara talihimden yine bu yıl da
 Baharı görmeden yaz geldi geçti...”

Son çeyrek yüzyıl içinde dünyanın içine düştüğü şu hale bakın! Tarihin gördüğü bu en sıcak yılda mini minnacık bir elit, kuralları öylesine eğip bükmüş ki, ekonomik büyüme ya da kalkınma denen oyunun adı “hepsini al!” olmuş. Oxfam yardım kuruluşu yılın başındaki raporunda dobra dobra söylemişti: Sadece 80 insan evladının –ama çok zengin 80 insan evladının– serveti, dünya nüfusunun yarısının yani 3,5 (yazıyla üç buçuk) milyar insanın tüm varlığına eşitti! Dahası, çok yakın gelecekte en zengin yüzde 1, geri kalan tüm insanların maddi varlığının toplamından fazlasına sahip olacaktı. 1

Demokrasi mi dediniz? Eşitlik? Adalet? Gelecek nesiller? Sesiniz pek iyi duyulmuyor da. 

Bu tuhaf rakamlar oyununa biraz daha devam edelim isterseniz: Son 250 yıl içinde dünyanın atmosferini tarumar eden sera gazı salımlarının üçte ikisine sebep olan şirket sayısı kaç dersiniz? Sadece 90! (Yazıyla doksan). Ayrıca, hayvan tarım endüstrisini oluşturan bir-iki dev şirketin ilavesiyle, karbon salımlarının oranını kolaylıkla yüzde 90’a çıkarabiliriz. Kısacası, gezegenin yıkımından neredeyse total olarak sorumlu şirket sayısı, toplamda 100’ü bulmayacaktır!2 
Öyleyse, önden buyurun: Bildiğimiz dünyanın sonu adlı korku filminin prömiyerine hoş geldiniz! Başroller 80 kişi ve 100 şirket arasında dağıtılmış.


Neoliberalizm Faciası

Buna neoliberalizm deniyor.

Amerikalı düşünür, yazar ve gazeteci Chris Hedges, son makalesinde, başta ABD’de, ama aslında her yerde neoliberalizmin savunucuları neyi vaad ettilerse hepsinin yalan çıktığını şöyle anlatıyor: Küresel refahın eşit dağıtılacağı söylenmişken bir avuç yırtıcı oligarşik elitin elinde toplanan servet, muazzam bir ekonomik eşitsizlik yarattı. Sendika ve haklarından yoksun bırakılan işçi ve emekçi yoksul kesim, son 40 yılda ücretlerinin aynı kalmasından, hatta azalmasından dolayı müzmin yoksulluğa ve işsizliğe mahkûm oldu: stres dolu bir âcil durum hayatı sürdürüyor. Orta sınıf buharlaşıyor. Bir zamanların üretim ve imalat merkezi olan şehirler, etrafı tahta perdelerle çevrilmiş metruk arazilere dönüşüyor. Hapishaneler dolup taşıyor. Şirketler ticaret tarifelerini gizlice yürürlükten kaldırıp kaçırdıkları paraları denizaşırı vergi cennetlerinde istifliyor. Ve, nihayet, demokrasiyi kurup yaygınlaştıracağını vaad eden neoliberal düzen, demokrasilerin içini boşaltıp onları birer şirket canavarına dönüştürdü.3
 

Neoliberal güçler, büyük bir hızla ekosistemi de yıkmaktalar. Dünya yaşayan canlı türlerinin yüzde 90’ının silinip süprüldüğü büyük yokoluşun gerçekleşmesinden bu yana, yani 250 milyon yıldan beri bugünkü seviyede bir iklim yıkımına maruz kalmamıştı.
Küresel ısınma durdurulamıyor. Her iki kutupta da buzlar ve buzullar hızla eriyor; önde gelen iklimbilimcilerden Hansen ve 16 meslekdaşının son araştırmasına göre, deniz seviyeleri bir kuşağın ömür süresi içinde (30-35 yılda) 3 metre, belki daha fazla yükselecek ve belli başlı bütün liman şehirlerini sular kaplayacak.4

Mega kuraklıklar 3 kıtada ve Ortadoğu’da büyük toprak alanlarını kasıp kavuruyor. Bunun sonucunda her yer orman yangınları ile kavruluyor: biri söndürülemeden bir sürü yenisi başlayan yangınlar artık baş edilmez hale geliyor. Kuraklık geçici bir olguymuş gibi algılanıyor, ama bu doğru değil. Yeni araştırmalar da “malûmu ilan” ederek, yeni ağaç dikmekle kadim ormanların telafisinin imkânsız olduğunu açıkça ortaya koyuyor.5 

Yanmayan yerleri ise seller götürüyor. Türkiye’de hükümet yetkilileri mesela Hopa’daki sel felaketinin 500 yılda 1 görülen bir “Nuh Tufanı” olduğunu söylüyor ya, bunlar mesnetsiz açıklamalar. 6 kıtada sadece 3 – 28 Ağustos arasında Hopa’dakine yakın –ya da ondan daha büyük!– 32 “Nuh Tufanı” yaşandığını biliyoruz. Günde 1’den fazla Nuh Tufanı da çok fazla!6

Öte yandan, dünyanın dört bir yanında iklim krizinin ön safında konumlanan ve fakat o krize en az katkıda bulunanlar, yani yerliler, köylüler ve diğer yoksul topluluklar, yerlerini yurtlarını terkedip kitleler halinde kaçıyorlar. Açlıktan, şiddetten, savaştan, kıtlıktan kaçıyorlar. Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Libya’dan, Eritre’den Avrupa’ya kaçıyorlar... Sadece bu sene Avrupa’ya kaçan yaklaşık 300 bin göçmenin 200 bini komşu Yunanistan sahillerine ulaştı. 2,500’ü hayatını kaybetti. Geçen yıla oranla yüzde 40 artış var. Ve bu, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’ya yönelen en büyük göç dalgası! Üstelik artacak! 35 yıl içinde, kavurucu sıcak dalgalarından, kuraklıktan, kıtlıktan, salgın hastalıklardan, sahillerde su taşkınlarından ve “bozuk devletler”in kaosundan Kuzey’e kaçacağı tahmin edilen insan sayısı 50 milyon ila 200 milyon!7

Gene 35 yıl içinde özellikle Asya’da “denize 1 metre mesafe içinde” yaşayan 150 milyon insanın, deniz yükselmesinden dolayı evini terketmek zorunda kalabileceği NASA raporunda belirtiliyor.8 Sade 25 yıl içinde ise tam 33 ülkenin “yüksek su stresi”ne girebileceği açıklandı. Geleceğin “stres mağduru” ülkelerin 14’ü Ortadoğu’da ve evet, Türkiye de aralarında!9

Bu şimdiden muazzam boyutlara ulaşan, ama yakın gelecekte akıllara durgun verecek boyutlara ulaşacağı anlaşılan insan dalgasına “göçmen/mülteci/sığınmacı krizi” gibi adlar veriliyor. (Hatta Türkiye’de medyada “kaçak göçmen/illegal göçmen” terimleri kullanımı son derece yaygın!) Ama, adlı adınca söylemek gerekirse bu, iklim değişikliği yüzünden ortaya çıkan küresel bir göçten başka bir şey değil. Ve, bu tarihî göçün sona ereceğini düşünmek, iklim değişikliğinin durduk yerde biteceğini sanmak kadar büyük bir safdillik olabilir.10

“Neoliberal düzeni söküp atmazsak, insanların ve Yeryüzü’nün sömürülecek birer meta olduğu görüşünü reddeden insancıl geleneği geri kazanamazsak,” diyor Hedges, “bizim endüstrileşmiş ve ekonomik barbarlığımız, bize karşı çıkanların [IŞİD, Boko Haram vb.] barbarlığı ile kafa kafaya çarpışacak. Friedrich Engels’in bildiği şekliyle ‘burjuva toplumu’nun önerdiği tek seçenek şuydu: ya sosyalizmi seçeceğiz ya da barbarlığa geri gideceğiz.’”. Hedges, bu seçimi yapma zamanının çoktan geldiğini savunuyor.11

“Denizler Yükseliyorsa, Biz de Yükseliyoruz!”

Ve işte bakın, neler oluyor! Belki de seçim yapmanın gerçekten eşiğindeyiz. ABD tarihinin en büyük “doğal faciaları”ndan biri olan Katrina Kasırgası’nın New Orleans şehrini vurup yerle bir etmesinin tam 10. yıldönümünde, neoliberalizmin elinde bir deney tahtası olarak kullanılan olağanüstü çeşitlilikteki kentlerine hâlâ dönemeyen siyah ve yoksul “yerel göçmen” aktivistlerin ellerinde taşıdıkları bir pankartta şu basit cümle yazılıydı: “Denizler Yükseliyorsa, Biz de Yükseliyoruz!”

Yalnız New Orleanslıların değil, aynı günlerde Shell’in Kuzey Kutbu’na tecavüze giden azmanlar azmanı petrol platformunun yolunu “kayak” denen bit kadar kanolarıyla kesen Amerikan yerlisi “kayaktivistler”in, ya da Almanya’da Rheinland’ın topraklarını ay yüzeyine çeviren RWE’nin aynı derecede azman linyit kömürü hafriyat makinesinin önüne narin bedenlerini koyarak onu 1 günlüğüne de olsa durduran aktivistlerin, olağanüstü cesaretleriyle hepimizin önüne getirip sundukları da aynı şey aslında:

Şimdi seçim yapma zamanı. Hep beraber itersek, devirebiliriz. Ama, hep beraber itersek!

Bir tür devrim çağrısı nice zamandır bekleniyordu. Neoliberal güçlere karşı iklim hareketi de nicedir yükselişe geçmiş bulunuyordu zaten. Ve nihayet, beklenen çağrı geldi. Tarih: 27 Ağustos 2015’ti.


Tarihten Çıkan Ders: Kitlelerin Seferberliği! Başka Seçenek Yok!

Yeryüzünde canlılar âleminin önündeki en büyük tehdit olan iklim değişikliği ile mücadele konusunda  Ağustos’un son haftası içinde tarihî bir adım atıldı. Paris’te Kasım sonunda başlayacak olan ve tüm dünya ülkelerinin yüksek düzeyde temsil edildiği BM İklim Müzakereleri’ne 100 günden az bir zaman kala, küresel iklim adaleti hareketinin liderlerinden 100 kişi bir araya geldi ve ortak bir bildiri (ya da manifesto) yayımladı.

İnsanlığın bir “yol ayrımı”na geldiğini ilan eden manifestoda, geleceği kurtarmak için tek umudun, dünyada geri kalan fosil yakıt (kömür, petrol, doğal gaz) rezervlerini çıkartmanın ve yakmanın derhal durdurulmasından geçtiği açıkça ilan ediliyor.

Dünyanın içinde bulunduğu fosil yakıt paradigmasının değiştirilebilmesi için, tüm gezegenin üstünden silindir gibi geçmekte olan neoliberal kapitalizm tehdidi ile iklim yıkımı tehdidi arasındaki kopmaz bağa işaret eden metinde, düpedüz bir devrimci dönüşüm çağrısı yapılıyor: 

“Elimizde demokrasiye yeniden cansuyu vermek için benzersiz bir fırsat var; şirketlerin siyaset üzerindeki tahakkümünü söküp atmak, üretim ve tüketim tarzlarımızı kökünden değiştirmek için benzersiz bir fırsat. Fosil yakıt çağını sona erdirmek, ihtiyacımız olan adil ve sürdürülebilir topluma doğru atılacak önemli bir adım...”

27 Ağustos 2015 Perşembe günü internet üzerinden yayınlanan tarihî bildirinin başlığı şöyle: “Fosil Yakıt Hafriyatını Donduralım, İklim Suçlarını Durduralım”

Manifesto, ayrıca “İklim Suçlarını Durduralım” adında bir kitap ve medya projesinin de bir parçasını oluşturuyor. 350.org ve Attac adlı aktivist kuruluşlarının öncülüğünde hazırlanan bu projenin Paris görüşmeleri öncesinde başlatılıp sürdürüldüğü, “zirve” görüşmeleri sırasında ve elbette sonrasında da yükselerek devam ettirileceği önemle belirtiliyor.

İmzacılara gelince: Önde gelen filozof, düşünür, yazar, çizer, sanatçı, siyaset, bilim ve din insanları ve aktivistlerden oluşan 100’ü aşkın imzacı arasında ünlü düşünür ve dilbilimci ABD’li Noam Chomsky, büyük anti- apartheid mücadelecisi Güney Afrikalı Başpiskopos Desmond Tutu, İklim Değişikliği konusunda ilk popüler kitabı kaleme alan ABD’li yazar ve aktivist Bill McKibben, Günümüzün önde gelen yazar ve aktivistlerinden Kanadalı Naomi Klein, Greenpeace International direktörü Güney Afrikalı Kumi Naidoo, Hintli biyofizikçi Vandana Shiva, moda tasarımcısı ve çevre aktivisti Britanyalı Vivienne Westwood, ABD’li - Fransız iktisatçı ve aktivist Susan George da yer alıyor.

Bildirinin Türkçe çevirisini aşağıda bulabilirsiniz. (Vurgular metnin orijinalinde yer alıyor.)


Fosil Yakıt Hafriyatını Donduralım,
İklim Suçlarını Durduralım

Bir Yol Ayrımındayız. Bizler için ancak zar zor yaşanabilir kılınmış olan bir dünyada hayatta kalmaya zorlanmak istemiyoruz. Güney Pasifik Adaları’ndan Louisiana kıyılarına, Maldivler’den Sahel’e, Grönland’dan Alpler’e milyonlarcamızın gündelik hayatları iklim değişikliğinin sonuçları yüzünden daha şimdiden alt üst olmuş durumda. Okyanusların asitlenmesi, Güney Pasifik Adaları’nın sulara batması, Hindistan Altkıtası ile Afrika’da zorunlu göçler, sıklaşan fırtına ve kasırgalar sebebiyle şu andaki doğa kırımı tüm canlı türlerini ve ekosistemleri etkilemekte, gelecek nesillerin haklarını tehdit etmekte. Ve bizler iklim değişikliğinden aynı derecede etkilenmiyoruz: Yerli ve köylü toplulukları, küresel Güney’deki ve küresel Kuzey’deki yoksul toplulukları ön safta bulunmaktalar ve hem bunlardan, hem de iklim yıkımının diğer etkilerinden en çok etkilenen gruplar.

Hayal filan kuruyor değiliz. 20 yıldan uzun bir zamandır hükümetler bir araya geliyor, ama buna rağmen sera gazı salımları azalmış değil; iklimse durmadan değişip duruyor. Bilim dünyasının uyarıları gittikçe vahimleştiği halde uyuşukluk, atalet ve engelleme güçleri galebe çalıyor.

Bu bize hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Ticaretin ve yatırımların onyıllardan beri liberalleştirilmesi, devletlerin iklim krizine karşı koyma yetisini tahrip etti. Her aşamada büyük güçler –fosil yakıt şirketleri, tarım sektörü şirketleri, finans kurumları, dar kafalı ve inatçı ekonomistler, şüpheciler ve inkârcılar ve bir de, bu çıkarların kulu kölesi olan hükümetler– ya önümüzü kapattılar ya da önümüze sahte çözümler getirdiler. Dünya çapında sera gazı salımlarının üçte ikisinden sadece 90 şirket sorumlu. İklim değişikliğine karşı getirilecek sahici cevaplar bunların kudretlerini de servetlerini de tehdit ediyor, serbest piyasa ideolojisini tehdit ediyor, onları destekleyen ve kendilerini sağlama almalarına yarayan yapıları ve sübvansiyonları da tehdit ediyor.

Küresel şirketler ve hükümetler pes etmeyecek: kömür, doğal gaz ve petrol rezervlerini çıkartmaktan ve fosil yakıt temelli tarım endüstrisinden elde ettikleri kârlardan vazgeçmek niyetinde değiller, bunu biliyoruz. Ne var ki davranma, düşünme, sevme, dokunma, çalışma, yaratma, üretme, kafa yorma, mücadele etme yeteneğimizi sürdürmemiz, onları bu kârlardan vazgeçmeye zorlamamızı zorunlu kılıyor. İnsan toplulukları, bireyler ve yurttaşlar olarak serpilip gelişmeye devam etmek istiyorsak, hepimiz değişim için uğraş vermeliyiz. Müşterek insanlığımız ve Yeryüzü bunu talep ediyor.  

İklim suçlarını durdurma konusundaki dirayetimize güveniyoruz. Geçmişte kararlı kadınlarla erkekler direndiler ve kölelik, totaliterlik, sömürgecilik ya da apartheid (ırk ayrımcılığı) suçlarını alt etmeyi başardılar. Adalet ve dayanışma uğruna savaşmaya karar verdiklerinde, bu savaşı kimsenin onlar adına yürütmeyeceğini biliyorlardı. İklim değişikliği de tıpkı bunlara benzer bir meydan okuma, ve işte şimdi biz de içimizde benzer bir isyanı besleyip büyütmekteyiz.

Her şeyi değiştirmek için çalışıyoruz. Daha yaşanabilir bir geleceğin yolunu açabiliriz, aslında eylemlerimiz de sandığımızdan çok daha güçlü. Dünyanın dört bir tarafında topluluklarımız iklim değişikliğinin ardındaki gerçek itici güçlere karşı savaş veriyor, kendi mıntıkalarını koruyor, karbon salımlarını azaltmak için uğraşıyor, direnç yapılarını inşa ediyor, küçük ölçekli ekolojik tarım yaparak gıda özerkliğine erişiyor... 

Fosil yakıtlar yerin altında bırakılmalıdır. Bu yoldaki kararlılığımızı Paris - Le Bourget’de yapılacak BM İklim Konferansı arefesinde ilan ediyoruz. Bizi ileriye götürecek tek yol budur. 

Somut olarak söylersek, hükümetler fosil yakıt endüstrisine verdikleri destekleri (sübvansiyon) kesmeli, fosil yakıt çıkarma faaliyetlerini dondurmalı, mevcut tüm fosil yakıt rezervlerinin % 80’ini el değmemiş halde yerin altında bırakmalıdır. 

Bunun muazzam bir tarihî değişime işaret ettiğini biliyoruz. Bunu gerçekleştirmek için devletleri bekleyecek değiliz. Kölelik ve ırk ayrımcılığı, devletler bunları lağvettikleri için ortadan kalkmadı. Onlar, seferber olan kitleler siyasi liderlere başka seçenek bırakmadığı için ortadan kalktı.

Bugün durum tehlikeli. Bununla birlikte, elimizde demokrasiye yeniden cansuyu vermek için benzersiz bir fırsat var; şirketlerin siyaset üzerindeki tahakkümünü söküp atmak, üretim ve tüketim tarzlarımızı kökünden değiştirmek için benzersiz bir fırsat. Fosil yakıt çağını sona erdirmek, ihtiyacımız olan adil ve sürdürülebilir topluma doğru atılacak önemli bir adımdır.

Bu fırsatı tepmeye niyetimiz yok. Ne Paris’te, ne başka bir yerde; ne bugün, ne de yarın.
***

(İngilizce’den çeviren: Ömer Madra)

Not: Metnin İngilizce orijinali ve imzacıların tam listesi için : http://350.org/climate-crimes/ adresine bakabilir, dilerseniz manifestoyu oradan imzalayabilirsiniz.








7 Bkz.: Yukarıda 3 no’lu dipnotu. 



11 Bkz.: Yukarıda 3 no’lu dipnotu.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Sıcak, çok sıcak günler! -1



Kelimenin hem reel, hem de metaforik anlamında rüzgârları arkamıza almış, pupa yelken gidiyoruz.

Ne var ki tuhaf bir durum var ortada: Yelkenler fora, ama rotamız belli değil! 

İki yazıdan oluşacak bu “Sıcak Günler” dizisinin birincisinde yalnızca “savaş ateşi”ne bakalım dedik: Reel sıcakları, yani küresel ısınma belasını bir sonraki yazıda – ama fazla da geciktirmeden – dile getiririz.

Cehennem sıcağında vahşet rüzgârları dört bir yanda kol geziyor. Sadece Haziran sonu ile Temmuz başı arasına sıkışan kısacık bir kaç gün içinde dünyamızda yaşanmış insan manzaralarına şöyle kuşbakışı bir göz atmak, insanın dehşetten dona kalmasına yol açabilir.

1 Gün, 3 Kıta, 4 Katliam!..

Şöyle: 1 günde 3 kıtada 4 sansasyonel katliam birden gerçekleşti.

Birinci “hikâye”, medeniyetin beşiklerinden biri olan Avrupa’dan geldi: Fransa’da Lyon’da bir gaz fabrikasını patlatmayı hedefleyen 2 İslamcı militandan biri, infilakı tam başaramasa da yanında çalıştığı adamın kafasını kesmeyi başardı. Üzerine arap harfleriyle okunaklı bir şekilde kelime-i şehadet yazdığı kafayı fabrika bahçe kapısının üstüne astı; sonra da patronun kellesi ile bir “selfie” çektirip, arkadaşlarına yolladı – Bir çeşit “askerlik (cihat) hatırası”. “Kelleli selfie” cinayetini IŞİD (DAEŞ) üstlendi.

İkinci “hikâye”, Fransa’daki saldırıdan 2 saat sonra Asya’dan, Kuveyt Emirliği’nden geldi. “Olay”dan sadece birkaç saat önce ülkeye uçakla geldiği belirtilen Suudi vatandaşı cihadî militan, nasıl ve nereden temin ettiği tam öğrenilemeyen bir bombayı alıp Kuweyt’in kadim Şii camiine indi. Orada bir müddet öylece durup bekledi: Namaza duranların sayısı 2 bini bulunca sayıyı yeterli bulan militan aynı anda hem kendini, hem de 6 milletten 27 kişiyi havaya uçurdu. Patlamada – kimisi ağır – yaralananların sayısı da 227 idi. Ramazanda “Camide Cuma katliamı”nı IŞİD (DAEŞ) üstlendi.

“Hikâye”lerin üçüncüsü, birinciden 3 saat kadar sonra geldi. İnsanlık hikâyesinin beşiği olan Afrika’dan: Tunus’un sayfiye şehri Sus’ta, bir cihadî  “yalnız kurt”, denizden botla gelip jet ski ile plaja “çıktı”. Orada güneşlenen yabancı turistlerle muhabbet etti. Derken, plaj şemsiyesi içine gizlenmiş kalaşnikofunu “kınından çekti”. Birkaç saniye önce konuşup gülüştüğü insanları oracıkta –bir görgü tanığının ifadesiyle– “pof, pof, pof, pof, pof” kurşuna dizdi. İnsanların önce havai fişek gösterisi sandıkları katliamın bilançosu: 7 milletten (katil dahil) 39 ölü, 39 yaralı. “Gülüşe oynaşa” işlenen katliamı IŞİD (DAEŞ) üstlendi.

Aynı gün, gene Afrika’dan, bu kez Somali’de bir saldırı oldu. El Kaide’ye bağlı El Şebab örgütü militanları Afrika Birliği’nin Leego’daki üssünü bir araba bombası, makineli tüfekler ve RPG silahlarıyla bastı. 70’ten fazla barış gücü askerini öldürdü ve bazılarının kafasını kesti. Somali ve Barış Gücü askerleri şehri ve üssü 2 gün sonra geri aldı. El Şebab örgütü direnmeden çekilirken, elindeki bölge temsilcisinin kafasını kesmeyi de ihmal etmedi. 

Aradan bir hafta geçmeden yeni bir katliam haberi gene Afrika’dan geldi. Nijerya’nın Borno eyaletinde Boko Haram İslam tedhiş örgütü militanları 48 saat içinde 200 insanı katletti: kimi erkekler Cuma namazında camide, kimi kadınlar evlerinde kurşuna dizildi; cesetler oracıkta yakıldı. 15 yaşında bir genç kız camide 12 mümini kendisiyle birlikte havaya uçurdu. Cenazeleri almaya gelenleri mayınlar karşıladı. Katil kızın eylemine sahip çıkan olmadı, ama olaydan üç ay önce IŞİD’e (DAEŞ) biat eden örgüt bombacı gençler konusunda tescilliydi.

“Tefrika” Halinde Bir Dünya Savaşı

Bu tedhiş, katliam ve “muharebe” olaylarının artık neredeyse “normalleştiği” görülüyor. Bunların yanı sıra, Mahşerin Dört Atlısı da dünyada kol gezmekte. Yani, eski bir deyişle 32 kısım tekmili birden “tefrika halinde” sürüp giden bir Dünya Savaşı’ndan söz edilebilir. Ya da, daha yenilikçiyseniz,  bir Dünya Savaşı “Mini Dizisi”nden.

Kuşbakışı bir göz atalım: Türkiye’nin güney komşusu Suriye 3 küsur yıllık iç savaş cehenneminde 220 binin üzerinde insan kaybetti, nüfusunun yarısı yerini yurdunu terketti. Ülke, sağlık ve eğitim sistemleri, moral ve değer sistemleri, tarihi, kültürü, ekonomisi ve tüm kurumları ile tam bir çöküş halinde. En azından bir neslin mahvolduğu kesin. Yeryüzünün, üzerinde hâlâ yaşanan en eski kentlerinden biri olan Halep’ten hükümet güçleri ile muhalif gruplar arasında korkunç çatışma ve ölüm haberleri peş peşe gelmekte.

Kobane’den sonra Tel Abyad’ın da IŞİD’e (DAEŞ) kaptırılmaması ve bu sayede Suriye Kürtlerinin bölgede güç, moral ve prestijlerinin artması olasılığı üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınıra asker-silah yığınağı yapması ve Suriye’ye “olası” müdahalesi tartışılıyor. Bununsa Kürt, Türk, Arap ve diğer binbir millet için büyük tehlikeler (“geri dönüşü olmayan yol”, sonsuz çatışma ortamı, uluslararası suç vb.) barındırdığı konusunda önde gelen analistlerin pek çok yorumları oldu. Biz yalnızca Noam Chomsky’nin yorumuna kulak verelim:
“Böyle bir operasyon, gerçekleştirilmesi durumunda IŞİD’in vahşi güçlerine karşı hayatlarını korumak için savaşan Rojava halklarına çok ciddi zararlar verecektir[...] Böyle bir hareketin ileride Türkiye’ye ne kadar zarar vereceğini kestirmek güç [...]
“Suriye’ye böyle bir operasyon yapmak suç teşkil eden bir girişim olur. Operasyon yapılırsa, umarım tüm dünya tarafından lanetlenir.” (Rudaw, 5 Temmuz 2015)

Öte yandan, en yoksul Arap ülkesi olan Yemen’de ABD ve Mısır destekli Suudi bombardımanları, karadan ve denizden ablukası ile İran destekli Husi’lerin gıda ambargosu arasında sıkışan sivil nüfusun yüzde 80’i, yani 19 milyon insan, büyük bir kıtlığın, yani açlık ve susuzluktan kırılmanın eşiğinde. Ayrıca Aden, çok yakında dünyanın suyu biten ilk başkenti “unvanına” sahip olabilir.

Irak’ta 2003’teki Amerikan istilasından bu yana 1 milyondan fazla insan öldüğü, ülke içinde ve ülke dışına göçlerle milyonlarca insanın yerinden yurdundan olduğu, istila öncesinde rastlanmamış cihadi örgütlerin ve mezhep çatışmalarının ayyuka çıktığı, en büyük ikinci şehrinin IŞİD’in (DAEŞ) eline silah bile atılmadan teslim edildiği bölük pörçük, paramparça bir ülke burası. Şimdi ABD 3. kez asker göndermekte: “Irak Savaşı 3.0” yaşanıyor.

Libya, ülkenin batısı ile doğusu arasında iki “hükümet”e ve aralarında IŞİD’in (DAEŞ) de bulunduğu çok sayıda cihadi tedhiş örgütünün faaliyetlerinin cereyan ettiği devasa bir trajedi tiyatrosu sahnesi halinde. Böylesine parçalanmış bir görüntü veren ülkenin zaten büyükçe bölümü çöl iken, eski diktatör Kaddafi’nin çılgın projesi yeraltı su boru hatları yüzünden, ülkenin yakın gelecekte büyük bir su krizine girmesi de çok muhtemel.

21. yüzyılın “ilk majör savaşı” Afganistan’da patlak vermişti. Bu hâlâ bitmiş değil, aksine gayet karmaşık hallerle sürüp gidiyor

Yeni binyılın ilk “iç savaşı” ise Ukrayna’da çıktı ve o da sürüyor.

Günümüzde bitmek bilmeyen, biteviye sürüp giden savaşların belki de en eskisi “İsrail-Filistin savaşı”. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında başlayan bu “savaş”ın ateşi, 1948’in yürüyen ölüleriyle (zombileriyle) birlikte günümüzde de çoluk çocuk binlerce Filistinli’nin ve onlarca İsrailli sivilin hayatına mal olarak, olanca harıyla sürüp gidiyor.

Saygın tarihçilerin araştırmalarına bakılırsa yazılı tarihin başladığı yıldan bugüne kadar geçen 3,400 yıl içinde insanların tümüyle barış halinde olduğu yıl sayısı, sadece 268. Yani, kayıtların tutulduğu tarihin sadece yüzde 8’i.

Dünya yüzünde şu anda devam etmekte olan savaşların ve irili ufaklı silahlı ölümcül çatışmaların sayısı ise 37!

Şimdiyse, artık “normalleşmeye” başlayan “asimetrik savaşların” ya da “iç savaş”ların en yenisinin de eli kulağında olduğunu söyleyebiliriz.

Yeni Bölüm: “Mumyalar Sarayı”

Yeni binyıl savaşları dehşet senaryolarının son bölümünün yazımı tamamlanmış görünüyor! Artık çekime hazırız demek oluyor bu da: Dünya Savaşı tefrikasında yeni bir “epizod” başlamak üzere. Casting tamam, yer seçimi tamam; artık son hazırlıklar yapılıyor: Pek yakında Sina Çöllerinde ve Mısır’ın her yerinde gösterime giriyor: 90 milyonluk nüfusu, binlerce yıllık tarihi ve zengin kültürü ile bölgenin en önemli ülkelerinden biri olan Mısır başrolde. 

Yapımın adı henüz tam belli olmuş değil, ama şu kadarını söyleyebiliriz ki, “Mumyalar Sarayı” ilk sırada düşünülen isimler arasında.fragmanı (“trailer”) ise şöyle:

Haziran’ın son günü Mısır başsavcısının uzaktan kumandalı bombayla arabasında öldürüldüğü açıklandı. Sayısız insanı hapse atan savcının katledilişini kimse üstlenmedi. Ama, kendisine Sina Vilayeti adını veren cihadi grubun izlerini taşıdığı belirtildi. Eski adı Ensar Beyt-ül Makdis olan örgüt kısa süre önce IŞİD’e (‘DAEŞ) biat etmişti. Temmuz’un ilk günü ise Sina yarımadasında IŞİD (DAEŞ) bölgedeki en büyük saldırılarından birini gerçekleştirerek askeri kontrol noktalarını ve polis karakollarını vurdu. Ordu, çatışmalarda 100’den fazla militan öldürdüğünü ve bölgeyi yeniden ele geçirdiğini açıkladı.

Tarihinde en çok gazetecinin şimdi hapiste tutulduğu, sadece geçen yıl 270 sivil yurttaşın polis tarafından karakolda, sokakta, evlerinde, işyerlerinde öldürüldüğü, 2013 darbesinden sonra 40 bin kişinin hapse tıkıldığı Mısır’da gene Haziran sonunda yeni bir Terörle Mücadele Yasası çıkartıldı: Artık çeşitli sosyal medya kanallarında internet üzerinden yazışmak da, 5 yıla varan cezaları içeren terör suçu sayılıyordu.

Görüldüğü gibi, artık uçurumunun eşiğinde bulunuyor ülke: “Spoiler” vermek gibi olmasın ey okur, ama maalesef, görünen o ki Mısır’da iç savaş, pek yakında ekranlarımızda olacak!

Son cümleyi başa bağlamak için: Savaş sıcağından Gezegen Sıcağına: Son raporlara baktığımızda görüyoruz ki gezegenimizin ısınmasında durum, aklı zorlayan noktalara geliyor: NASA’ya göre yılın ilk 5 ayı, şimdiye kadar kaydedilmiş en sıcak 5 ay oldu. Yani 2015 yılı, daha şimdiden geçen yıldan daha sıcak.

Eğer böyle giderse, yeryüzünde ölçülmüş en sıcak yılı bu yıl yaşamış olacağız.

Dikkat: Küresel ısınma hızlanıyor ve kesifleşiyor: Belirtiler artık her yerde!

Bizden ayrılmayın! 

7 Mayıs 2015 Perşembe

Kaosa Doğru Dört Nala Giderken Noktaları Birbirine Bağlamak





“Dünya yüzünde neyi bu kadar çekiştirseniz yırtılmaya, parçalanmaya, dağılmaya başlar.”

ABD’nin önde gelen muhalif yazar ve siyasi analistlerinden Tom Engelhardt, yaygın şekilde izlenen blogunda (Tomdispatch) yer alan “Torunuma Özür Mektubu” başlıklı yazısında[1], 21. yüzyılda gidişatı böyle görüyordu: Gerginlik içindeki dünyada her şey dağılma halinde.

Dağılma ve parçalanmanın önemli sebeplerinden biri, şüphesiz, eşitsizlik ve adaletsizlik. Tarihin gördüğü en büyük eşitsizliklerinden birine sahne olan bir çağda yaşıyoruz. Birçok yeni araştırma, bunu inkâr götürmez bir şekilde ortaya koyuyor.[2]

İçinde bulunduğumuz yeni plütokrasi (zenginler saltanatı) çağında gittikçe daha az sayıda insan, gittikçe daha çok şeyin sahibi oluyor. 2013’te, sadece 85 ademoğlu ya da ademkızının yeryüzünün geri kalan ademoğullarıyla ademkızlarının yarısının tüm varlığına eşit miktarda servete sahip olduklarını öğrendik![3]

Buna yeterince şaşmaya vakit bulamamıştık ki, yeni tahminler geldi: 2016’da bu gezegen üzerindeki insanların yüzde 1’i dünya servetinin yarısından fazlasını kontrol ediyor olacak. Dahası, öteki % 99’un tüm varlığından daha fazlasına sahip olacak![4] Ülke bazında bakarsak ABD gelir dağılımı adaletsizliğinde başı çeken ülkelerden biri[5]; ama 1. değil, 3. sırada. Birincilik Meksika’da. Ya ikincilik? Evet, Türkiye’de! Dünya Bankası’nın son raporuna göre OECD üyeleri arasında gelir dağılımındaki adaletsizlikte Türkiye ikinci sırada! [6] 

Dünyada bir heyula kol geziyor: Kara Para heyulası. Bu heyulanın yarattığı korkuyu kat be kat artıracak bir uluslararası antlaşma da şu sıralarda ABD ile AB arasında tezgâhlanmakta. Dünya ekonomisinin yüzde 40’ı gibi akla hayale sığmayacak büyüklükte bir kapsama alanı üzerinde çokuluslu dev şirketler, gizli bir antlaşmayı yürürlüğe sokmanın son aşamasındalar. Dünya vatandaşlarının sırtından, onlardan tamamen gizli olarak hazırlanan bir antlaşmadan söz ediyoruz.

Söz konusu şirketler Pasifik-Aşırı Yatırım Antlaşması (TPP/TTIP) ile, tamamen kapalı kapılar ardında yürütülen antlaşmalarla kendilerine devlet denetimi ve regülasyon - dışı bir alan yaratma peşindeler.[7]Kârlarını tehdit eden uygulamaları bertaraf etmek için de, hasımları olan devletlerle kendi aralarındaki olası uyuşmazlıkları çözecekleri özel mahkemeler kurulmasını, yani düpedüz kendileri için özel “ihtisas mahkemeleri” kurulmasını öngörmekteler! ABD’nin önde gelen muhaliflerinden Ralph Nader’ın, sözünü sakınmadan “şirketlerin hükümet darbesi” diye adlandırdığı bu girişimle tüketicilerin, işçi ve emekçilerin, doğal çevre ve demokrasinin temelleri topyekûn uluslararası ticaretin çıkarlarına terk ediliyor.[8]

Çöküş her yerde ve her alanda gözle görülebiliyor: Uluslararası toplum düzeni, 1648’den beri sürdürülmeye çalışılan ulusal devletler sistemi, bölgesel antlaşma ve ittifaklar darmadağın ve unufak olmakta.

***

Şimdi, “yeni durum” şöyle: 2015 yılının Nisan ayında dünya cayır cayır yanmaktaydı! Dört bir yanda –Ortadoğu’da, Asya’da, Avrupa’nın doğusunda ve Afrika’da– 10 kritik “kızgın nokta” (hot spot) alevler içindeydi! Hemen sayalım: Suriye, Irak, Libya, Yemen, Güney Sudan, Afganistan, Ukrayna, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti ve – Ebola’dan kırılan– Batı Afrika... (Hızla müthiş bir demokrasi krizine giren ve şiddet sarmalı içine sürüklenen Burundu’yi de “ilk 11”e almak gerekecek belki, ama henüz erken.)

“Birleşmiş Milletler, tarihî olarak, belirli bir zaman diliminde bir ya da iki krizle baş etmeye çalışmıştı. Ama, tek ve aynı zaman diliminde böylesi 10 krizle yüz yüze gelmesi, BM’nin 70 yıllık tarihinde daha önce hiç görülmemişti!” BM Genel Sekreteri böyle diyor ve ekliyor: “Uluslararası camianın gözü dünya örgütünün üstünde, çözsün diye bakıyor; ama BM tek başına bunu çözemez. Kolektif güce ve dayanışmaya ihtiyacımız var. Yoksa her şey daha kötü olacak.”[9]

Ne var ki, soruda bir unsur eksik sanki: Her şey daha kötü olacak, tamam da sayın Genel Sekreter, kimin için daha kötü? Yüzde 99 için evet. Ama ya geride kalan yüzde 1 için? Meselâ silah imalatçıları ve silah tacirleri için? Onlar için de öyle mi? Ne münasebet? Onlar için durum tek kelime ile şâhâne! Silah endüstrisi uzmanı William Hartung şöyle yazmıştı geçen sene sonunda: “13 yıllık savaştan tek bir şey öğrenmiş olduysak o da şudur: savaş işinde olanlar için savaş işi, iyi bir iş.”[10] Ortadoğu ve savaş konusunu yıllardır derinlemesine izleyen ödüllü gazeteci Sharif Nashashibi, tabir caizse “tabuta son çiviyi çakıyor”:

“Bugünlerde bölgenin otokratlarıyla işbirliği yapmaktan söz ediliyor – asıl silah alıcısı onlar. Demokratik, barışçı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika çok daha az kârlı. Silah ihracatçıları bunu asla söylemeyeceklerdir ama barış, evin faturalarını ödemekte işe yaramaz.”[11]

***

Türkiye’de de hızlı bir toplumsal çözülme olduğu açıkça hissediliyor: Muhtemelen tarihte ilk kez yargıçların, verdikleri yargı kararlarından ötürü kendilerini ossaat hapiste bulmaları[12]; 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen gençlerin 3 gün boyunca bir eşya fişi bile olmadan “depo”ya “kaldırılmaları”[13]; polisle içli - dışlı görüntüleri olan esnafın sopalı - bıçaklı saldırılarının ve yaralama fiillerinin kovuşturmaya bile uğramaması, hatta polisten bir de teşekkür alması[14]; yüksek mevkideki siyasetçilerin anayasayı ve seçim kanununu ihlal suçunu sürekli işlemeleri;[15] “yeraltı dünyası” ile bağlantılı cinayetlerin devletin en yüksek mevkilerinin çevresine kadar uzandığı yolunda ciddi iddialar[16], parti binalarına saldırı ve şiddet olaylarının her gün gerçekleşmesi; yerleşik medyanın büyük kısmının mutlak işlevsizliği, suskunluğu, dolaylı yoldan ya da alenen suç ortaklığı… Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel hayatta ciddi bir parçalanma ve dağılmanın bütün bu izdüşümleri, ülkede bir “anomi”[17] haline geçişin yaşandığını ciddi olarak düşündürüyor insana.

Gittikçe artan gerginlik ve gerilimin ülkeyi bölgesel bir çatışmaya, hatta savaşa sokabilmesi gibi en “uç” olasılıkların basında iktidar ve muhalefet sözcüleri tarafından gündeme getirilmeye başlanması ise büyük bir kaygı kaynağı olabilir. Örneğin, Dışişleri bakanı şöyle diyor: “[Suriye’ye] Doğrudan asker göndermek değil, ama danışmanlık verme gibi şeyler [sic] olabilir... Bu, koalisyonla beraber olur.” [18]Eski iktidar partisi kurucularından, şimdi muhalefet partilerinden birinin milletvekili adayı da, aynı doğrultuda, “korkutan” bir yorum yapıyor: “İktidardan düştükleri anda yargılanacaklarını bilen hükümet, seçimi erteletmenin tek yolu olan Suriye’ye savaş ilanını bile göze alır.”[19]

***

Suriye’ye savaş açmak dendiği anda orada bir durup nefeslenmek gerekiyor. Dünyanın önde gelen muhalif entelektüellerinden Noam Chomsky Irak’ın ABD tarafından istilasını, isabetli bir teşhisle “Yeni Binyıl’ın en büyük suçu”[20] diye nitelendiriyor. Bu fecî edimin yalnız Irak değil, Libya, Suriye ve Yemen başta olmak üzere tüm Ortadoğu’yu, ama genelde dünyayı nasıl korkunç bir yıkımın içine çektiği açıkça ortada. Hal böyleyken, Irak ve Libya “deneyim”lerinden hiç ders almadan Suriye’de yeni bir rejim değişikliğini zorlayacak yeni hamlelerin başımıza getireceği felaketleri tahayyül etmek bile zor. Bölge politikalarının önemli gözlemcilerinden gazeteci ve yazar Robert Parry, Şam’ın düşmesi ve bir “rejim değişikliği” daha gerçekleştirilmesinin, daha ertesi günden tezi yok “Amerikan Cumhuriyeti’nin sonunun başlangıcını” getirebileceğini öngörüyor.[21]

Orta Doğu’da yeni bir savaşın, iç ihtiyaçlar yerine bu savaşın “ihtiyaçlarına” kaydırılan yeni kaynaklar ve insan gücüyle birlikte, belli başlı ABD şehirlerinde tıpkı şu sıralarda Baltimore’da kendini gösteren sosyal huzursuzluğu ve onunla atbaşı giden polis şiddetini artıracağını da öngörüyor Parry: “Bu, Amerika’nın iflasa kayışını ve distopyalarda görülen bir polis devletine geçişini hızlandırır… Amerikan Cumhuriyeti’nin son korları da böylece sönüp gider. Onların yerini de sonsuz savaş ve sonsuz bir güvenlik saplantısı alır…”[22]

Baltimore’daki kalkışmadan bahsetmişken: Siyah nüfus üzerine onyıllardır bindirilen yoksulluk, yoksunluk, okulsuzluk ve polis terörü bir araya geldiğinde Baltimore ve başka ABD kentleri yanmaya başladı. Yazar ve aktivist Frida Berrigan’ın ifadesiyle yalnızca alevlerle değil, haklı bir öfkenin ateşiyle de.[23] Bizler de Açık Radyo’da hızlı reaksiyon verdik: Nina Simone’un klasik Baltimore “marş”ını kınından çıkardık ve olayları onun eşliğinde nakletmeye koyulduk. Bizden bir gün sonra 68 başkaldırısıyla 2015 ayaklanmasını birleştiren, Nina Simone’un şarkısını ve müthiş bir konuşmasını da içeren şahane bir video ile aktivistler 25 şehre yayılan protestolarla ABD’ye “Kara Bahar”ın geldiğini müjdelediler.[24]

Pulitzer ödüllü savaş muhabiri ve yazar Chris Hedges, Baltimore’daki son cinayet işlenmeden önce kaleme aldığı uzak görüşlü yazısında ABD’de yepyeni bir siyah radikal hareketin doğduğunu haber veriyor. Bir de kehanette bulunuyor: Bizi uzun, sıcak ve şiddet dolu bir yazın beklediğini söylüyor. Üstelik, sadece ABD’de de değil. Mike Brown’un polis tarafından Ferguson’da katledilmesinin ardından doğan Hands Up United hareketi Brezilya’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da ve Filistin’de radikal hareketlerle şimdiden sıkı ittifaklara girmiş bile. Aktivistler, artacak karışıklıklara da, devlet baskısına da, şiddete de hazır olduklarını söylüyorlar. Hareketin kurucularından hip-hop’çu T-Dubb-O, “geçen yazdan daha kötü olacağını düşünüyorum sahiden,” diyor. “Nasıl bir şey olacak, onu bilmiyoruz açıkçası. Kararlı olduğumuzu biliyoruz sade. Çarpışmaya devam edeceğiz. Değişim yaratmak için tam teşekküllü bir devrim gerek. Kötünün kötüsü, iç savaş olur, o kadarını söyleyeyim.”[25]

İşte böyle, yangın var a dostlar: Baltimore yanıyor. Orta Doğu yanıyor. Kuzey Afrika yanıyor. Doğu Avrupa yanıyor...

***

Ha bir de, unutmadan, Dünyanın kendisi yanıyor.

Fosil yakıt sonrası dünyayı tahayyül eden bir kitabı yeni yayınlanan yazar ve aktivist Richard Heinberg içinde yaşadığımız döneme rahatlıkla Büyük Yangın Çağı diyebileceğimiz kanısında. Dört bir yanımız cehennem gibi yanıyor aslında, ama biz görmüyoruz: Çünkü bu yanmanın büyük bölümü yüz milyonlarca araba, kamyon, uçak, gemi motorunda; bilgisayarlarımızı, akıllı telefonlarımızı, buzdolaplarımızı, klimalarımızı, kaloriferlerimizi, tv’lerimizi çalıştıran onbinlerce kömürlü ya da gazlı termik santralin içinde; reklamlarını görüp duyup seyrettikçe durmadan yenilerini aldığımız eşyaları piyasaya boca eden fabrikalarda; sırf biz yiyelim diye her sene beslenip kesilen 70 milyar hayvanın yemlenmesi, kesilmesi, yıkanması ve paketlenip mağazalara yollanması faaliyetlerini yürüten tesislerde olup bitiyor. Heinberg, bu yangının insanlığın yeryüzü tarihinde karşı karşıya kaldığı en büyük meydan okuma olduğunu ve günümüzde varlığımızı sürdürebilmemizin kesinlikle bunun önünü almaya bağlı olduğunu belirtiyor.[26]

Gezegen yandıkça, yaşayan her 6 hayvan ya da bitki türünün birinin tümden yeryüzünden silineceğini ortaya koyan yeni araştırma da Nisan sonunda yayınlandı. Bu, bir meta - analiz aslında – araştırmalar araştırması. Konu üzerinde yapılmış 131 araştırmanın tümünün sonuçlarının analizi yani. Varılan sonuç pek somut: Bildiğimiz haliyle bu gezegenin yaşam destek ünitesi olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaksak eğer, bir zahmet elimizi çabuk tutmamız gerekli: zaman çok daralmış halde ve son fırsat kaçmak üzere! [27]

Dahası, bu yüzde 16’nın ölüm fermanı yeterince büyük bir trajedi değilmiş gibi, araştırmayı yorumlayanlardan bir başka bilim insanı, gerçek durumun çok daha vahim olabileceğini, yok oluş oranlarının 2 ya da 3 kat daha fazla olabileceğini belirtmiş! [28] Tercümesi şu oluyor galiba: küresel yangına böyle körükle gidilmeye devam edilirse yaşayan varlıkların üçte biri, hatta yarısına yakını, gitti gider! Sonsuza kadar! Kimisi milyonlarca yıldır şu yeryüzünde varlığını sürdüren omurgalı hayvanların yarısından fazlasını sadece son 40 yıl içinde yitirdiğimizi[29] öğrendiğimizde nefesimiz kesilmişti. Şimdi bir de bu son meta - analiz geldi başımıza.

Özetle: Bir mucize olur da bir şekilde ayakta kalırsak insan türü olarak, bu bizim için iyi mi olacak yoksa kötü mü, bilemedik. Gezegen üzerinde korkunç sıkıcı ve yalnız bir hayatımız olacak demektir bu çünkü; yalnızlığı kim sever?

Doğrusunu isterseniz, Türkiye’de yapılacak genel seçim de bizler (yani insanlar ve diğer canlılar) için kurtarıcı olacağa pek benzemiyor. Zira, belli başlı 5 siyasal partinin seçim beyannamelerine bir göz attığınızda, hızla yaklaşan kıyamete ilişkin tek bir politika önerisi göremiyorsunuz! Bazılarında “iklim” kelimesi hiç geçmiyor bile! Diğer parti bildirilerinde ise bolca geçiyor iklim, ama bu iklim, başka iklim: yatırım iklimi, manevi iklim, istikrar iklimi … ve bu tuhaflık böyle sürüp gidiyor. (En güzel iklim de “AR-GE iklimi”). Fosil yakıt kavramı ve bunun iklim değişikliğine etkisi ise hiçbir bildiride yer almıyor. Hani, en az ¾’ünün yer altında bırakılmasının gezegenin bekası için şart olduğu konusunda bilim dünyasının neredeyse tam bir fikir birliği içinde olduğu[30] fosil yakıtların kısılmasından dahi söz eden parti yok!

İklim değişikliği tehdidini ciddi şekilde öngören tek bir parti var. Bildirisi ülkede 7 derece hararet artışına varan cehennemî senaryolar dahi öngörüyor. Ne var ki, sevinmekte erken davranmayalım: Burada da “huzur kömürde” kafasıyla düşünülmüş “kurtarıcı politikalar” var: Kurtuluş yerli kömürde! Ne demiş atalarımız: “Yerli malı, herkes onu kullanmalı! Küresel ısınma diye yanılgıya düşen sizler, anladınız siz onu artık: Konu ulusal ısınma!

***

Gene de umutsuzluğa kapılmak için asla geç değil. Yazının başına dönelim şimdi. Bütün konuları itinayla birbiriyle irtibatlandırıyoruz ve mücadelemizi yükselterek sürdürüyoruz. Geçen yıl Halkların İklim Yürüyüşü ile büyük sıçrama yapan ve her gün gittikçe güçlendiği gözle görülen global iklim hareketini yakından izliyor ve onun bir parçası oluyoruz.

Hareketin öncülerinden Naomi Klein, Türkçe’de yeni yayımlanan İşte Bu Her Şeyi Değiştirir – Kapitalizm, İklime Karşı kitabında[31], “her şeyi değiştirmek için herkese ihtiyaç var!” diyor. Bu çağrı, her yerde ve elbette Türkiye’de de hızla karşılığını buluyor. Türkiye’de “İklim İçin” adı altında toplanmaya başlayan yeni bir hareket, 28 Şubat’ta “100’ler Meclisi” ile sahneye çıktı ve ondan sonra da yürüyüşüne devam ediyor.[32] (Açık Radyo’da haftalık programı bile var artık!)

Klein, bağımsız ve özgür habercilik konusunda kendisine yakın zaman önce verilen prestijli Izzy Ödülü’nü kabul konuşmasında, “olguları birbirine bağlamadıkça gene bir yere varamayız” diyor ve ödüle adını veren efsanevi gazeteci Izzy Stone’a yerinde göndermeler yaparak, meselenin tam kalbine işaret ediyor: “[E]kolojik hareket, ırkçılıktan militarizme, militarizmden eşitsizliğe kadar iç içe geçerek toplumumuzun önünde duran krizler arasında bağlantı kurmayı başaramazsa hiçbir yere varamayacaktır.”[33]

Noktalarla birlikte sözü de bağlayalım: Yükselen küresel iklim hareketinin önde gelen yeni isimlerinden, İklim Seferberliği (Climate Mobilization) örgütünün kurucularından Margaret Klein Salamon, iklim gerçeğinin kabulünün de, iletilmesinin de kolay bir “haber” olmadığını, bunun bayağı metanet ve cesaret gerektirdiğini söylüyor. Ama, insanların gittikçe daha çok sayıda bu mesaja açık hale geldiğini de tespit ediyor: “İklim hareketinin en büyük ve en az yararlanılan stratejik silahı, gerçekliktir. Bu gerçeklik de şudur: Medeniyeti tehdit eden gezegen çapında bir iklim krizinin içinde bulunmaktayız; âcilen vargücümüzle topyekûn karşılık vermemiz gereken bir kriz gerçekliği.”[34]

***

Sonsöz: kahramanlık ve politika üzerine. New York’taki tarihî Halkların İklim Yürüyüşü’ne katıldıktan birkaç gün sonra hayata veda eden büyük barış aktivisti Fred Branfman, hepimize ve her birimize “kahraman olmak için yüce bir fırsat” bahşedilmiş olduğunu söylüyor:

“Evrimin kritik bir dönüm noktasına vardığımız apaçık. Türümüz, tarihte ilk kez kendi eliyle bir ‘türler intiharı’ gerçekleştirmeye doğru gidiyor. Politik davranıp onu kurtarma çabasına girişirsek, daha önce hiçbirimizin yaşamadığı bir kahramanlıkla tanışmış olacağız… İnsanlığın tarihte karşılaştığı en kötü ve en uzun süreli krizin ilk evrelerinde olduğumuz da gayet açık. Bununla başedilmesi ancak bir şekilde, milyonlarcamızın gayrete gelip bu krizi önlemek için politik çaba harcamazsak kendimizle birlikte daha fazla yaşayamayacağımıza karar vermesi halinde mümkün olabilir.”[35]

Kendimizle birlikte yaşamamamızın önündeki en büyük engel, belki de zihnimizi kelepçelemiş olan kavramlar. Daha fazla büyüme, daha fazla kalkınma, daha fazla kâr, daha fazla mal mülk… Bunun vazgeçilmez ve harika bir formül olduğuna kilitlenmiş durumdayız. Başka türlü düşünmekten âciziz. Ama sürecin önemli sonuçları, daha doğrusu bedelleri var: Daha fazla iklim değişikliği, daha fazla kaos, daha fazla yok oluş, daha fazla eşitsizlik…

Oysa, bu postmodern (belki de plastik!) kelepçeyi kırmadan hiçbir şey yapamayız, burası âşikâr. Aktivist yazar John Sauven’in 1 Mayıs’ta yayınladığı “Sürdürülebilir Dünya” Manifesto’sunda noktaları birleştirmenin vazgeçilmezliği konusunda yazdıkları da önemli:

“Halihazırdaki ekonomik ve politik paradigmada geniş ve derin bir değişiklik yapmaya ihtiyacımız var. Eski değerlere meydan okumalı, Antroposen çağında (insanın belirlediği jeolojik çağ) yaşamaya uygun yeni değerler geliştirmeliyiz – her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu dünyada bilinçli ve aktif “kâhyalık” yapabilmemizi destekleyecek değerler geliştirmeliyiz. Hükümetlerin halka, şirketlerin de hükümete cevap verir konumda olduğu bir topluma ihtiyacımız var. Bu toplum da tepeden aşağıya doğru talimatla kurulmayacak.”[36]

Sauven’in manifestosu şöyle devam ediyor: “Arap Baharı ve İşgal (Occupy) hareketleri, başlangıçta yarattıkları muazzam etkiden sonra solmuş olabilirler, ama ‘Biz Yüzde 99’uz’ sloganı neredeyse bütün kıtalarda bir mücadele çağrısı halini aldı.” Tabii, Gezi’nin unutulmaz “Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” çağrısını da bunlara eklememek haksızlık olur.

Peki o zaman, soru şu:

Kitleler halinde politik olarak harekete geçme ve böylece kahraman olma yolunda tarihî fırsatımızı kullanmak için daha ne bekliyoruz?

Seçim sonuçlarını mı?

Yok canım?

Ömer Madra 
5 Mayıs 2015





[11] agy
[17] “Anomi(e)” kavramının tanımı ve betimlenmesi için bkz.: http://en.wikipedia.org/wiki/Anomie
[22]agy  
[31] Agora kitaplığı, Nisan 2015, (Türkçesi: Osman Akınhay)
[35] Ibid.