1 Mart 2013 Cuma

LANETLİ KEHANETLER






Sosyolojik açıdan kısa vadeli (yani bir-iki yıllık geleceğe dair) kehanetlere girişmek abesle iştigaldir. Dünyanın önde gelen sosyologlarından biri olan ve kapsamlı dünya sistem-analizleriyle tanınan Immanuel Wallerstein böyle söylüyor. Peki neden? Gerçek siyaset/iktisat/kültür dünyasında daima, önceden kestirilmesi imkânsız çok sayıda iniş-çıkış vardır da ondan. Ama, orta vade (on yıl veya ötesi) için, elverişli bir kuramsal çerçeve ile, trend ve kısıtlamaların sağlam bir ampirik tahliline dayanan makûl önermeler getirmeyi deneyebileceğimizi de sözlerine ekliyor.

Wallerstein’ın 3 ana tespiti var: Bir, kapitalist dünya ekonomisi içinde yaşıyoruz. İki, temel ilke olarak durmadan sermaye biriktirmeye dayalı tarihî bir sistem bu, ve tüm tarihî sistemler gibi bir “hayatı” var; artık, kendi yarattığı kural ve yapılara uygun olarak sürdürdüğü “normal” ömrünün sonlarında bir noktaya varmış, çünkü denge merkezinden fazlaca uzaklaşıp yapısal bir krize girmiş durumda. Ve üç, mevcut dünya sistemi hem devletler arasında, hem de devletlerin kendi içinde gittikçe büyüyen bir uçurumu barındıran kutuplaştırıcı bir sistem.

Şu anda böyle bir yapısal kriz içinde bulunduğumuz tespiti doğruysa eğer, böyle durumlarda hep olduğu gibi, sistemin  iki ana dala ayrılıp çatallanması, yapısal krizin iki alternatiften birinin toplumca “seçilmesi” suretiyle bitirilmesi beklenir. Krizin temel belirtisi de yoğun kaos, çalkantı ve belirsizliklerdir. Bunlardan dolayı adeta yıkıma uğrayan ve tabii gittikçe büyüyen bir direniş gösteren sıradan insanlarla (halklarla) varlıklı ve ayrıcalıklı kesimler arasında dünyanın geleceğini belirlemek üzere, muazzam bir siyasal muharebe verileceğini öngörüyor Wallerstein.

Tabii, ikinciler (elitler) de öyle kollarını kavuşturup oturacak değiller. Analize göre, onlar da mevcut kapitalist sistemi ayakta tutarak kendilerini koruyamayacaklarını görmekte gecikmeyecekler elbette. Sonuçta, piyasanın baş rolde olduğu bir sistem yerine, kaba kuvvet ve dalaverenin bir bileşimine dayanan bir sistem uygulamak isteyecekler. Ana hedefleri de, şu an mevcut kapitalist sistemin üç temel özelliğinin, yani hiyerarşi, sömürü ve kutuplaşmanın sürdürülmesini garanti altına alacak yeni bir sistem kurmak olacak.

Alternatifi nedir diye soracak olursak? Wallerstein’ın öngördüğü şu: Varlıklı ve ayrıcalıklı takımın karşısında yer alan halk güçleri de, yeni tür bir tarihî sistem kurma peşinde olacaklar: Görece demokratik, görece eşitlikçi bir sistem bu. Tarihte benzeri görülmemiş.

Peki muharebeden kim zaferle çıkacak? Bunu kimse şimdiden kestiremez, diyor düşünür. “Sonsuz sayıda nano-aktörün, sonsuz sayıda nano-ân içinde sonsuz sayıda nano-eyleminin sonucunda belirlenecek bu.” Bir tür “kelebek etkisi” yani. Kelebeğin kanatlarını çırparak dünyanın öbür ucundaki iklimi etkilemesi. Wallerstein, bu anlamda artık hepimizin birer küçük kelebek haline geldiğini, geleceğe ilişkin umudun da esasen tam burada yattığını söylüyor.

***

Geleceğe ilişkin kehanetlerin yapılamazlığı konusunda biraz farklı bir tespitte bulunan bir başka önemli düşünür de, Darwin’in yaşayan en büyük varisi sayılan biyolog E. O. Wilson. Kısa süre önce yayımladığı son kitabında biyoloji ile uygarlık ve kültür tarihinin kapsamlı bir sentezini oluşturmak gibi büyük bir işe girişen Wilson, bilimsel bilgi ve teknolojinin, enformasyonu hangi disiplin içinde ölçtüğünüze bağlı olarak her on ya da yirmi yılda bir ikiye katlandığını belirtiyor. Bu üstel (exponential) büyüme ise, geleceğin on yıllık bir dönem ötesinde kestirilmesini imkânsız kılıyor. Dolayısıyla, hakim kapitalist sistemin hangi yöne doğru evrilebileceğini –eğer böyle bir evrilme mümkün olabilseydi dahi– kestirmek mümkün değil.

Bir tür olarak kendimizi kavramakta büyük bir yetersizlik içinde olduğumuz gerçeğini veri olarak ele alırsak, insanlığın nereye doğru gideceğini değil de, nereye doğru gitmemesi, nelerden kaçınması gerektiği konusunda bir hedef seçmemizin çok daha isabetli bir tutum olacağını belirtiyor Wilson. Ona göre, olağan içgüdülerimiz arasında hemen hemen aynı ağırlıkta yer alan ve birbiriyle sürekli çelişen ve çarpışan bencillik ile diğerkâmlık (özgecilik/altruism) arasında ikincisi lehine bir seçim yapmamız, günümüz şartlarında elzem görünüyor.

Hatta Wilson diğerkâmlığın ötesinde, bundan daha fazlası olan, daha narin ve uçucu nitelikte, ama bilfiil yaşandığı zaman dönüştürücü nitelik gösteren bir başka duygudan, onur/namus/haysiyet karışımı bir duygudan sözediyor. Doğuştan, yaratılıştan kaynaklanan (neşet eden) o empati-yardımlaşma-dayanışma karışımı duygudan doğan bir kavram bu. Ve, Wilson’a göre, insan türünü hâlâ kurtarma ihtimali olan tek şey de bu işte: Diğerkâmlığın insanda hâlâ artakalmış olan bu son rezervi (ihtiyat payı).

Kapitalizmin olağan ve temel işleyiş ilkesi ise, şüphesiz, bunun aksidir: Diğerkâmlık, işbirliği ve dayanışmaya dayanan onur ve haysiyet kavramı üzerinde değil, sermayeyi kesintisiz biriktirmeye, kârı maksimize etmeye yönelik bir solipsizm ve benmerkezcilik üzerinde yükselir. O zaman da, en azından E. O. Wilson’ın “nereye gitmeyeceğimizi seçebiliriz” düşüncesinin izini sürerek, gelecekte kapitalizmin ana ilkelerinden bazılarının terkedilmesinin, herhalde yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük krizine girmiş bulunan insanlığın kurtuluşu için önşart –hatta belki de yegâne şart– olduğu sonucuna mantıken varabiliriz.

Wilson, hepimizin bildiği ama nedense hemen daima bilmezden geldiği –ya da unutmayı tercih ettiği– bazı temel gerçeklikleri bir kez daha hatırlatıyor bize son kitabında. Şunları söylüyor: İnsanlık biyolojik bir dünyada yaşayan biyolojik bir türdür. Bedenlerimizin ve zihinlerimizin her işlevinde ve her seviyede bu belirli/özel gezegen üzerinde yaşamaya tam ve mükemmel bir uyum sağlamış durumdayız. Biz, içine doğduğumuz canlılar âlemine (biyosfere) aitiz.  Hayatlarımız da biyolojinin iki kanunu ile sımsıkı çerçevelenmiş, zapturapt altına alınmıştır: Bir, hayatın bütün varlıkları ve süreçleri fizik ve kimyanın kanunlarına itaat etmek zorundadır. İki, hayatın bütün varlıkları ve süreçleri doğal ayıklanma (natural selection) suretiyle evrimleşerek ortaya çıkmıştır.

İnsanlık olarak âcilen ihtiyaç duyduğumuz “yeni aydınlanma”yı şöyle özetliyor Wilson:
“Akıl ve izan olarak neyi toparlayabilmişsek artık o kadarıyla idare ederek tek başımıza yaşıyoruz bu gezegen üzerinde. Dolayısıyla, bir tür olarak eylemlerimizin sorumluluğu yalnızca bize ait [...] O halde, üzerinde mutabakata varabileceğimiz tek bir ahlâk kuralı varsa, o da şudur: İçine doğduğumuz yeri, yani insanoğlu olarak sahip olabileceğimiz yegâne evi imha etmekten vazgeçmeliyiz. Başlıca sebebi endüstriyel kirlenme olan iklim değişikliği konusunda sayılamayacak kadar çok kanıt var artık. Ayrıca, tropik ormanların, otlakların ve hayatın çeşitliliğinin büyük çoğunluğunu barındıran yaşama alanlarının hızla ortadan kalktığını da şöyle bir bakışta apaçık görebiliriz [...] Şu ilkeyi izlemek akıllıca olur: Canlılar âlemini kurtarırsak, otomatik olarak fizikî âlemi de kurtarmış oluruz, çünkü birinci görevi başarmak için, ikinci görevi de başarmak zorundayız. Ama, sadece fizikî dünyayı kurtarmaya kalkarsak –ki, halihazırdaki eğilimimizin bu yönde olduğu anlaşılıyor– eninde sonunda her iki dünyayı da kaybedeceğiz.”
(E.O.Wilson, The Social Conquest of Earth, Liveright, 2012, s. 251-52, 294-97)

***

Biraz yukarıda, insanlığın gelmiş geçmiş en büyük krizin pençesine düşmüş olduğundan söz ederken, sorunun çözümünü ayrıca müthiş zora sokan muazzam bir açmazı da buna eklememiz gerekir. Bu yazının –ve derginin dosya konusuyla– doğrudan ilgili olan bu açmaz, temelde ideolojiktir. Britanya’nın önde gelen yazar ve aktivistlerinden George Monbiot, meseleyi şöyle özetliyor: İnsanlığın en büyük krizi, bu krizle başetmeyi olanaksız kılan bir ideolojinin şahlanmasına denk geldi. 1980’lerin sonlarında insanlardan kaynaklanan iklim değişikliğinin gezegenin canlı sâkinlerini –ve tabii insanları– tehdit ettiği bilimsel olarak açıkça ortaya konduğu sırada, dünya aşırı azgın bir siyasî doktrinin pençesi altına girmişti. Öyle bir doktrindi ki bu, temel ilkeleri, tehdidi savuşturmak için gerekli müdahalenin yapılmasını kesin olarak yasaklamaktaydı.

Bunun adını koyalım isterseniz: Neoliberalizm. Piyasa köktenciliği de diyebiliriz. “Laissez-faire” (“bırakınız yapsınlar/bırakınız geçsinler”) ekonomisi de. Görünürdeki amacı ve temel iddiası, piyasayı siyasi müdahaleden, yani devlet müdahalesinden kurtarmak. Bu ideolojiye göre, devletin vatan topraklarını korumak dışında pek bir görevi olmamalıdır; onun asıl işi özel mülkiyeti korumak ve şirketlerin rahatça iş yapmasının önündeki engelleri ortadan kaldırmaktan ibarettir. Gelin görün ki, gerçek hayatta olup bitenler bunun yakınından uzağından geçmez. Monbiot hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Neoliberal kuramcıların devleti küçültmek dedikleri şey, aslında demokrasiyi küçültmek gibi görünüyordu: yani seçkin sınıfların [elitlerin] gücünü-kuvvetini sınırlayabilme araçlarını yurttaşların elinden almak. Onların ‘piyasa’ dedikleri şey de, birtakım şirketlerle süper zenginlerin çıkarlarından ibaretmiş gibi görünüyordu. Neoliberalizm de, plütokrasinin [zenginler saltanatının] temize çıkarılması yolunda gösterilen bir gayretten başka birşeymiş gibi görünmüyordu.” (http://www.monbiot.com/2012/12/03/forbidden-planet)

***
Yazar, aktivist ve sinemacı Naomi Klein, Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi adlı kapsamlı kitabında neoliberalizm ideolojisinin tarihsel izini sürerken, başlangıç noktasını Şili’de seçilmiş sosyalist Başkan Allende’nin 1973’te CIA desteği ile general Pinochet tarafından devrildiği kanlı darbeye götürüyor. Chicago Üniversitesi’nde Milton Friedman’ın azgın piyasacı öğretileriyle yetişmiş “Chicagolu oğlanlar”, % 75’ini CIA’den temin ettikleri fonla 500 küsur sayfalık çok ayrıntılı bir ekonomik program hazırlamışlardı. Kâhinlik melekeleri de bulunan çocuklar, geleceğini her nasılsa epey önceden tahmin ettikleri faşist darbeye metni zamanında yetiştirmek için harıl harıl uğraştılar. Derken, lanetli kehanet gerçekleşti ve Şili’de sonradan “Tuğla” diye bilinecek olan bu metin sağcı basın tarafından aralıksız çalışan matbaa makinelerinde basılıp ilk çalışma gününde darbecilerin önüne başarıyla kondu.

İlk andan itibaren Pinochet cuntasının “kitab-ı mukaddes”i olan Tuğla, Milton Friedman’ın Kapitalizm ve Hürriyet adlı kitabında önerdiği mukaddes üçlüyü Şili için örnek alıyordu:  Özelleştirme, serbestleştirme (deregülasyon) ve sosyal harcamalardan kesintiler. Serbest piyasa’nın baba, oğul ve kutsal ruh’tan oluşan bu meşhur üçlüsü yıllar yılı Cunta Şili’sinde kol gezecekti. Uydurulan sayısız başarı mitosunun aksine, sonuç halkın geniş kesimleri için tam bir ekonomik felaket olacak, ama özelleştirilen sektörlerin ve tamamen korunmasız bırakılan doğal kaynakların üstüne konan zenginler, eskisinden daha da mamur ve müreffeh, müthiş bir hayata kavuşacaklardı.
(Naomi Klein, The Shock Doctrine, Allen Lane/Penguin, 2007, s. 71-87)

Bu amentü daha sonra Britanya’da Başbakan Margaret Thatcher, ABD’de de Başkan Ronald Reagan tarafından olanca haşmetiyle sürdürüldü. Hatta Thatcher, piyasaların mutlak serbestliği, neoliberalizm ve kapitalist küreselleşme dışında bir dünya düşünülemeyeceğini, sık sık tekrarladığı “başka bir alternatif yok!” sloganıyla totalleştirdi. Bunu, insanın neredeyse hayranlık duyacağı bir küstahlık, cüret ve açıksözlülükle dile getirdiği bir özlü sözle taçlandıracaktı: “Toplum diye birşey yoktur...”

İdeolojinin yoksul ülkelere İMF ve Dünya Bankası tarafından zorla kabul ettirildiğine tanık olmakta da gecikmedik. Monbiot’nun söylediği gibi, önde gelen iklim bilimci James Hansen, dünyanın fosil yakıtlar yüzünden yanıp kavrulacağını kanıtlarıyla ortaya koyan modelleri üzerinde 1988’de ABD Senato’sunda “tanıklık ettiği” gün, neoliberalizm doktrini dünyanın dörtbir yanına yerleştirilmiş, ekilmişti.

***

Genel olarak halk kitlelerinin üzerine çullanan neoliberal tasallut, böylece 1970’lerin sonlarında palazlanıp, Reagan Thatcher yönetimleri döneminde doruklara tırmandı. Yoksul ülkelerin hepsinde felaket yaratırken, zengin ülkelerin bazılarını da etkiledi. Sonunda durum öyle büyük bir hızla felakete sürüklendi ki, 2007 ve 2008’deki finansal çöküş geldiğinde, değil iklim değişikliği gibi insanlığın en büyük krizine el atmak, herhangi bir krizle uğraşacak mecal kalmamıştı neoliberal yönetimlerde: Onlar, hilekâr bankaları kurtarmak için, tüm temel ilkelerini terketmek zorkunda kalmışlar, vergi verenlerin cebinden trilyonlarca doları bankalara aktarmışlardı.

Açıkça görülen bir şey şuydu: Devletle piyasa, neoliberallerin ısrarla söylediği gibi sürekli çatışma halinde değil, tam aksine büyük şirketlerin çıkarları etrafında sımsıkı, kenetlenmiş halde idiler. Büyük şirketler, güçlerini ve servetlerinin bir kısmını kullanıp devleti kendi istediklerini yapmaya ikna etmiş durumdalar. Çevreye yaptıkları korkunç tahribatın bedelini toplumun geri kalanının, yani biz sıradan vatandaşların üstüne bindirmesine devletin engel olmak şöyle dursun, zerrece ses çıkarmaması, hatta şevkle teşvik etmesi, bu yüzden olmalı.

Neoliberal hipotezin yanlışlığı bu son –ve içinden bir türlü çıkılamayan– yapısal krizle birlikte gümbür gümbür kanıtlandı. Kendi başlarına bırakıldıklarında piyasaların verimlilik, serbest tercih hakkı, refah ve mutluluk getireceği iddiaları büyük gümbürtüyle çökmüş durumda. Kısıtlanmamış piyasalar kendi kendilerini regüle etmek şöyle dursun, mutlak bir çöküşten ancak devletin müdahalesi ve halktan vergilerle topladığı paraları da kürek kürek onlara aktarmasıyla mümkün olabildi. Hükümetlerin mesela Avrupa’da birçok ülkede kesintilere gitmesi de her yerde refahı geri getirmek bir yana, ülkeleri büsbütün krize soktu. İşin ilginç yanı da, bu kemer sıkma politikaları ve kesintiler, hakları büsbütün daha derin krizlere soktu.

Monbiot soruyor: Peki ekonomik seçkinler ne yapıyor bu arada? Sonra kendi cevap veriyor: Onlar, regüle edilmemiş vergi cennetlerinde, istifledikleri paracıkları saymakla meşguller. (Son hesaplardan birinde, bu vergi cennetlerine 21 ilâ 31 trilyon dolar para kaçırıldığı tahmin edilmekteydi.) Süper zenginlerden bir diğeri, Fransız sinema oyuncusu Depardieu de vergiden kaçırdığı paralarına kucak açan Putin’i kucaklayıp, Rusya’nın “büyük demokrasisi”ne övgüler yağdırıyor, Çeçenistan’ın korkunç diktatörü Kadirov’un doğum günü partisinde gönül eğlendiriyor. Özetle, sınırsız serbestiyet, özgürlük ve seçme hakkı vaadleriyle ortaya çıkmış bir program, sonunda, Monbiot’nun deyişiyle “totaliter kapitalizm” gibi bir acayipliğe dönüşmüş durumda. Piyasanın iradesine karşı hiç kimsenin karşı çıkamadığı, piyasa kelimesinin aslında büyük şirketlerin yerine bir örtmece olarak kullanıldığı bir yaratığa. “Evet, özgürlük vaad ediyor etmesine de,” diyor Monbiot, “sadece en tepedekilere.” (http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2012/jul/30/economic-ruin-super-rich-totalitarian-capitalism)

Yazar, sonuçta geldiğimiz bu son noktayı, büyük bir “küresel zımparalama”ya benzetiyor: Çiftçilik, balıkçılık, madencilik ve başka birçok endüstrinin kesifleşip şiddethenmesiyle ekosistemlerin ve doğal yapıların aşınıp gitmesi olayı yani. Son yarım yüzyılda doğal dünya için daha kötü bir yıl olmadığına inanıyorum dediği ve Annus Horribilis, yani dehşet yılı olarak nitelediği 2012’de hükümetlerin yaşayan gezegene sırtlarını döndüğünü belirtiyor. 15-20 yıl sonra geriye dönüp bakıldığında bu tahrip ve yıkımın, medyanın kafayı takmış olduğu bütün o günlük hikâyelerden çok çok daha önemli görüneceği kehanetinde bulunuyor. Yukarıda E.O.Wilson’dan aktardığımız, “ancak canlılar âlemini kurtarmakla fizikî alemi de kurtarabileceğimiz, ama hiç de bunu yapacak gibi görünmediğimiz, dolayısıyla her iki dünyayı birden baybedebileceğimiz yolundaki kehaneti hatırlatırcasına şu vahim tespiti ekliyor yazısına: “Tıpkı hükümetler gibi medya şirketleri de canlılar âlemini terketmiş görünüyor.” (http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2012/dec/31/year-abandon-natural-world)

***


Çağın önde gelen düşünürlerinden Noam Chomsky de kapitalizmin hem bugünü, hem de geleceği konusunda çok net konuşuyor ve piyasa sistemlerinin bu çalışma biçimiyle gezegeni tam bir yokoluşa götürdüğünü söyledikten sonra günümüz kapitalizmini yeni bir metaforla tanımlıyor: “Ortaklaşa yapılmış bir intihar anlaşması” (suicide pact). Chomsky, piyasaların canalıcı sorununa, meşhur dışsallıklar meselesine işaret ediyor burada:. Piyasanın başrol oyuncuları olan büyük şirketler, çevreye verdikleri yıkım maliyetinin tek bir kuruşunu üstlenmedikleri gibi, bu maliyeti tümüyle halka yıkma konusunda devleti ikna etmiş durumdalar. Dahası da var: bu “oyuncular” devleti ikna etmekle kalmamış, onun tam desteğini de arkalarına almış durumdalar.

Chomsky dışsallıkları içselleştirmediğimiz –yani bu maliyeti şirketin kendi hesapları içine almadığımız– sürece, bunların daima yok sayılacağını, görmezden gelineceğini ortaya koyuyor. Bu arada, tamamen yok sayılan, görmezden gelinen bu dışsallıklardan biri de, canlı türlerinin yeryüzünde varlıklarını sürdürüp sürdüremeyecekleri gibi küçük bir ayrıntı oluyor! Ayrıca, burada serbest piyasa sisteminin işleyişine ilişkin ikinci bir “ayrıntı” daha var: Dışsallıklar denen şeyleri içselleştirdiğimizde –yani şirket bilançoları içine aldığımızda– o zaman da artık bildiğimiz piyasa sisteminden bahsediyor olmaktan çıkmışız, başka bir sistemden bahsediyoruz demektir. (http://truth-out.org/opinion/item/13279-noam-chomsky-post-election-we-need-more-organization-education-activism)

Piyasaların işlemesi için şart olan bazı özellikler, insanların hayatta kalması açısından bakıldığında, hata anlamına gelir. Chomsky’nin 2000’de verdiği bir mülâkatta söylediği gibi, insan hayatının sürdürülmesi bir değer taşıyor ise, piyasaların işleyişi temelde kusurlarla malûl demektir. Teoride, serbest piyasa bireylerin seçimlerini yansıtmalıdır: Herkesin oy hakkının olduğu varsayılır. Ne var ki, oy kullanmayan insanlar da vardır. Meselâ, çocuklar. Veya bizden sonraki nesillerin mensupları: Onlar henüz doğmamış oldukları için, piyasada oy haklarını kullanamazlar. Ve Chomsky’nin dediği gibi, içinde yaşamak istedikleri dünyanın nasıl birşey olması gerektiği hakkında tercihlerini de ifade edemezler.
“Mesela, dünya var olmalı mı? Belki de bu neslin bireyleri, varolmak üzere içine doğacakları dünyanın, yaşanabilir bir dünya olmasını isteyeceklerdir, kimbilir. Tamam da, bu bireylerin piyasada bir oyu yok ki. İşte dışsallık denen şey budur. Şirkette işle ilgili kararlar alırken, gelecek kuşağın hayatta kalıp kalamayacağı gibi bir meseleyi hesaba katmazsınız. Çünkü, onların piyasada bir oyu, söz hakkı yoktur. Şirket olarak amacınız, hatta yasal sorumluluğunuz, bu gibi mülahazaları kaale almamak, dışarıda bırakmaktır.”
(Joel Bakan, The CorporationThe Pathological Pursuit of Profit and Power, Constable, 2005, Appendix: Interview with Chomsky – Mark Achbar, s. 177; Türkçe çevirisi için bkz.: Şirket, çev.: Rahmi Öğdül, Ayrıntı, 2007)

O zaman da, çağın temel meselesinin, insan kaynaklı iklim değişikliğinin yarattığı nesiller arası adaletsizlikten doğan bir etik kriz olduğu tam anlamıyla ortaya çıkıyor demektir. Bu bağlamda, Türkiye’ye dair küçük bir parantez açabiliriz. Açık Radyo’nun 2012 Temmuz ‘Bülten’inden özetleyerek aktaralım:
        Türkiye, küresel ısınmaya yol açan sera gazı salım artışlarında dünya birinciliğine, çevre koruma endeksinde ise dünya sonunculuğuna koşuyor; iklim politikaları konusunda da sondan ikinci geliyor... Uluslararası araştırmalar, ülkenin olağanüstü zengin biyolojik yaşam çeşitliliğinin tam bir krizde olduğunu, ‘kalkınmacı büyüme saplantısı’nın başta su kaynakları olmak üzere tüm hayatı tehdit ettiğini net bir şekilde ortaya koyuyor ... Ülkede canlılar âlemi çöküşe gidiyor. Velhasıl, inşaat ve enerji sektörünün belirlediği hedefler doğrultusunda, ülke tarihinin gördüğü en büyük çevre yıkımı girişimine tanık olmaktayız... Böylece, ilerde kimseye hesap vermeyecek politikacıların henüz doğmamış kuşakların haklarını bile ayaklar altına aldığı bir doğa soykırımına tanık, büyük bir kuşaklararası adaletsizliğe de hep birlikte âlet oluyoruz ...”

Yaratılışın, yani dünyanın fizikî ve kimyasal yapısının “kul yapısı” bir değişime tâbi tutulduğu, bunun da korkunç bir adaletsizlik yarattığı açıkça ortada. Karar alıcılarına yaratılışın, toprağın ve gezegen üzerindeki canlılar âleminin emanetçisi olma zorunluluğumuzu göstermek zorundayız. Karar alıcılar da, bu canalıcı meseleye genç kuşağın hak ettiği önceliği vermek zorunda.
(Bkz.: James Hansen, “Remarks at the White House,” http://www.columbia.edu/~jeh1/mailings/2013/20130115_RemarksAtWhiteHouse.pdf)

***

Piyasa sistemlerinin önemli kusurlarından bir diğeri de, insanlar üzerinde yarattığı tahrip edici etki. Yani, piyasa sistemleri insanları birer sosyopat haline getiriyor. “Piyasada sen sadece kendin için varsın,” diyor. “Başka herhangi bir insanın durumu senin umurunda bile olmamalı.” Chomsky’ye göre, piyasa sisteminin esası bundan ibaret. Ve, bu da acayip tahripkâr etkiler yaratacaktır tabiî –gerek diğer insanlar, gerekse tüm diğer canlılar ve yaşayan doğa için.

Örnek mi? Gerçekten sayılamayacak kadar çok. İşte nadide koleksiyonumuzdan birkaç seçme parça: Mesela Kongo’nun doğusunda “akıllı” denen cep telefonlarının  –marjinal faydası her gün biraz daha azalan– bir üst modellerinin yaratılmasını (upgrade) kolaylaştırmak için insanlar kitleler halinde katlediliyor. Meselâ, “kişiseye özel hale getirilmiş kalp şeklinde peynir tahtası setleri” için koca ormanlar devriliyor, “konuşan balıklar” imal etmek için nehirler zehirleniyor, Vietnam’ın süper zenginleri, yeni zenginlikleriyle gösteriş yapmak için, verdikleri ziyafetlerde, öğütülmüş gergedan boynuzlarını yemeklerin üzerine serpiyor, kokain gibi burunlarına çekiyorlar... Örnekleri sıralayan Monbiot, bunu “patolojik tüketim” diye adlandırıyor. Piyasa güdümünde dünyayı saran bu toplu cinnet reklamlar ve medya sayesinde alabildiğine normalleştirildiği için, ne hale geldiğimizin farkına bile varamadığımızı belirtiyor. E. O. Wilson’ın ısrarla, tekrar tekrar hatırlattığı o temel kanun daima geçerli: biz içine doğduğumuz canlılar âlemine aidiz. Ne var ki, artık bunun farkında bile değiliz. Kapitalist sistemin başrol oyuncuları olan patolojik şirketlerin sonu gelmez kâr hırslarının o devasa reklam körükleriyle sürekli harlandırıp durduğu anlamsız bir tüketim çılgınlığı içinde, canlılar âlemini mütemadiyen kırıp döküyor, uçsuz bucaksız bir moloz yığınına çeviriyoruz.

***

Sosyopatlık konusundan girmişken, Kanadalı hukuk profesörü Joel Bakan’ın, kapitalist dünyanın başrol oyuncuları olan şirketleri “psikanaliz”e tâbi tutan The Corporation (Şirket) adlı önemli kitabına da kısaca eğilmekte yarar olabilir. (Bkz.: yukarıda, Achbar-Chomsky mülakatı.) Joel Bakan, iş adamları ile iş kadınlarının, şirket-içi hayatlarıyla şirket-dışı hayatlarını bir biçimde birbirinden tamamen ayrı kompartmanlara ayırdıkları tespitini yapıyor ve tam da bu “şizofreni” sayesinde hepsinin birer psikopat olmaktan kurtulduğunu anlatıyor. Bununla birlikte, şirketin kendisinin bu psikopat teşhisinden öyle kolay kolay kurtulmasının mümkün olmadığını da ortaya koyuyor.

Şirketlere Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 19. yüzyılın 2. yarısında tuhaf bir kararla kanunî kişilik (tüzel kişilik/hükmî şahsiyet) kazandırılıp, gerçek kişiler gibi hukuk öznesi olma (dava açma vb.) hakları tanınmış olmasına rağmen, şirketlerin kendi içlerindeki insanlardan tamamen farklı özellikleri olduğu aşikâr. Öncelikle, önemli bir farka işaret etmek gerekir: Şirketler, gerçek kişiler gibi ölümlü değildirler ve bu “küçük” fark, gerçek insanlar üzerinde –ve tabiî onlar aleyhine– muazzam sonuçlar yaratır. İkincisi, şirketler sadece kendi-çıkarlarını gözetmek üzere yaratılmış “kişilikler” ya da varlıklardır; hiçbir bağlamda başkaları hakkında hakiki bir ilgi ve/ya kaygı “duyma” kapasitesine sahip değillerdir. Psikopatlık konusunda önde gelen uzman psikolog Dr. Robert Hare’in gerçek şahıslar için geliştirdiği psikopatolojik kişilik özelliklerini tanılama (teşhis) listesi, şirketin kurumsal kişiliğine uygulandığı zaman, ikisi arasında ortaya çok yakın bir uyuşma tablosu çıktığı görülüyor.

Özet tablo: Şirket sorumsuzdur, çünkü hedefleri uğruna başka herkesi riske sokar. Şirket, kamuoyu dahil herşeyi kullanmaya çalışır (manipülasyon). Şirket, büyüklenmecidir: Daima “en büyük benim, başka büyük yok!” der. Empati yokluğu ve asosyallik eğilimleri, şirketin temel davranış özelliklerindendir: Kurbanlarına karşı gerçek bir kaygı duymadığı davranışlarından bellidir.” Şirketler çoğunlukla kendi eylemlerinin sorumluluğunu üstlerine almayı reddederler ve nedamet (vicdan azabı) duyma kapasitesinden yoksundurlar: Kanunu çiğnediklerinde yakalanırlarsa ceza öderler (örneğin çevre suçları) ve ardından eski davranışlarına devam ederler. (Zaten genellikle ödedikleri ceza da, kârlarıyla kıyaslandığında devede kulak kalır.) Ve nihayet, şirketler, başkalarıyla ilişkilerinde yüzeysel ve yapaydırlar: Tüm amaçları kendilerini halkın hoşuna gidecek şekilde takdim etmek olsa da, bu imaj, kurumun gerçek kimliğini temsil etmekten uzak olabilir. İnsan psikopatlar, kafayı kendileriyle bozmuş kişiliklerini gizlemek için kendilerini sempatik göstermekte çok mahirdirler; şirketler içinse, sosyal sorumluluk aynı rolü oynuyor olabilir. (Bakan, The Corporation, age, s. 56-57)

Psikopat kapitalizmin günümüzde ulaştığı zirve için de birkaç örnek verelim: Geçen yıl sonunda Kuzey kutbu buzlarının rekor hızla eridiği saptandı. Dünyanın en büyük buzbilimcilerinden Cambridge profesörü Peter Wadhams, 2015 yazında yaz buzlarından arınmış bir Kuzey kutbu görebileceğimiz kehanetinde bulundu. Tek kutuplu bir dünya! Yeryüzünün en büyük “klima sistemi”nin yok oluşu! Dünyanın en önde gelen iklim bilimcilerinden NASA araştırmacısı Dr. James Hansen bu erime üzerine “gezegen çapında alarm” ilân etti. Âcil tedbir alınmaması halinde yeryüzünü ve canlılar âlemini büyük bir felaketin beklemekte olduğunu belirtti. Oysa, Kuzey Kutbunun eriyen buzları, kapitalizm için bambaşka bir anlam taşımaktaydı: Bu, yeni bir “maden”di. Efsanevî “Kuzeybatı Geçidi” hayal olmaktan çıkacak, Panama ve Süveyş kanallarının yerini alacak, yeni bir “altına hücum!” başlayacaktı: Denizin dibinden çıkarılacak petrol, gaz, altın, elmas ve yakutlar... Grönland’ın dev madencilik şirketinin CEO’su Ole Christiansen, neredeyse hayranlık verecek kadar açık sözlü davrandı: “Grönland’ın tüm buz örtüsü eriyip gitse, benim umurumda bile olmaz. O buz eridikçe, bizim gözümüz son derece cazip jeolojik imkânlar getiren yeni yerler görüyor.” (http://www.zcommunications.org/the-ice-melts-into-water-by-david-cromwell)  

Sistemin, yani şirket kapitalizminin beyninde gömülü psikopatolojik zihniyeti bundan iyi gösteren örnek bulmak zor. Zira, Grönland buz örtüsünün tümden erimesinin, deniz seviyelerinin 7,5 metre yükselmesine, dünyanın belli başlı tüm liman şehirlerinin de sular altında kalmasına yol açacağı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Bu şirketse, sadece 17-18 yıl içinde iklim değişikliği yüzünden yüz milyondan fazla insan öleceğini, her yıl 6 milyon kişinin “rutin olarak” hayatını kaybedeceğini ortaya koyan raporları da hiçe sayıyor! (agy)
***

Şirket servetlerinin bir diğer önemli kaynağı da, yazar ve aktivist Arundhati Roy’un, “Kapitalizm: Bir Hortlak Hikâyesi” başlıklı konuşmasında kullandığı tabirle “toprak bankaları”. Dünyanın dört bir yanında zayıf, çürümüş hükümetler Wall Street bankerlerinin, tarım endüstrisiyle uğraşan şirketlerin, spekülatörlerin, Çin ve Suudi milyarderlerinin muazzam genişlikte araziler edinmesine yardımcı oluyorlar. Bu, su kaynaklarının kontrolu için de mükemmel bir imkân veriyor tabiî. (Arundhati Roy, “Capitalism: A Ghost Story”, http://www.outlookindia.com/article.aspx?280234)

Sürece genel olarak “toprak gaspı” adı veriliyor (land grabbing). Kötüleyici (pejoratif) bir anlamı yok aslında. Yaygın olarak kullanılıyor. Kapitalizmin ve dünyanın gidişâtına ilişkin kehanetlerde bulunurken, bu kavramı gözden kaçırılmamkta çok fayda var. Konuyla ilgili olarak dünyanın hemen her tarafını kapsayan saha araştırmasını yeni tamamlayan gazeteci Fred Pearce, önümüzdeki 15-20 yılda toprak gaspı meselesinin, gezegende yaşayan insanlar için, belki de iklim değişikliğinden bile daha büyük önem arz edeceğini söylüyor. Pearce’a göre “bu yeni ‘toprağa hücum’ dalgası, gezegenin yaban alanlarının nihaî olarak “kapatılması” (enclosure) ve dünyadaki ortak alanların toparlanıp iç edilmesi aşamasına geçildiğini gösteriyor sanki.” Soru şu: Bu, kalabalık dünyamızı beslemenin ve ayakta kalan yaban alanlarını koruyup yaşatmanın kaçınılmaz bedeli mi? Yoksa, yerel ve komünal hareketlerin yükselişiyle, behemahal karşı konması gereken bir yeni sömürgecilik mi?
(Bkz.: Fred Pearce, The Land Grabbers – The New Fight Over Who Owns the Earth, Beacon, 2012, s. vii – x)

Kapitalizmin nereye doğru gitmekte olduğunun önemli bazı ipuçlarını da burada bulmak mümkün. Alışılmamış tarzda yeni “yatırımcı”lar var. Mesela, Wall Street’te konuşlanmış bir şirketin CEO’su Philippe Heilberg. “Toprak gaspçılarının şâhı” denebilecek bir adam. “Daha dün” kurulan Güney Sudan ülkesinde 800 bin hektar toprağı 50 seneliğine kiralayıp kapatmış bile. Şirketinin web sitesindeki dünya haritasında Afrika kıtasının altında şöyle yazılıymış: “Çünkü burası SENİN toprağın. SENİN doğal kaynakların!” “Senin” derken kimi kasdettiğini tam açıklamıyorsa da, Rolling Stone dergisinin “kaos kapitalisti” diye tanımladığı bu vahşi “banker”, “devletler-ötesi” bir dünyada iş tuttuğunu söylüyor. Dünyanın geleceği için kehaneti şöyle: “Finans enstrümanları çağı için ölüm çanları çalmakta – kâğıtlar dünyasının sonu geldi artık. Emtianın yükselişine tanık olacağız.” (age, s. 41 - 43)
Emtia ha? Ama adamın hangi metâ türlerini kasdettiği belli değil ki. Meta-devlet çağının meta-metâlar ticareti yapan meta-kapitalistin cesur yeni dünyasından bahsediyor olabilir pekâlâ – metafizik bir dünyadan! Ama, aman dikkat! Güney Sudan’ın başta petrol, el atılmamış “yeraltı zenginliklerine” gözlerin dikilmiş olduğunu gösteren işaretler de gırla gidiyor! (age, s. 44)

***

Hmm, yeraltı zenginlikleri. Arundhati Roy’un deyimiyle içinde bulunduğumuz “Herşeyi Özelleştirelim” çağı, Hindistan gibi bazı ekonomileri dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri haline getirdi. Ne var ki, bunların başlıca ihraç ürünleri de “yeraltı zenginlikleri” diye bir hüsnütabirle (örtmece ile) anlatılan mineraller oluyor. Anlayacağımız, bütün o mega-şirketler, toprağın derin bağrından sökülüp çıkartılan paraların aktığı muslukların vanasını eline geçirmiş olanlardan ibaret. “İşadamlarının düşleri gerçek oldu,” diyor Roy, “hiçbir zaman satın almak zorunda olmadıkları bir malı satıyorlar.” (agy)

Sadece geçen yılın son çeyreğinde 16 küsur milyar dolar net kâr elde eden, paranın tarihindeki en büyük kârları sağlayan, buna rağmen hâlâ sübvansiyon almayı sürdüren Exxon Mobil gibi fosil yakıt şirketlerinin CEO’ları da, sera gazı salımlarında herhangi bir kısıtlamayı gündemlerine dahi almayı reddetmekteler. Yazar ve aktivist Bill McKibben’ın belirttiğine göre, dünyanın en büyük 5 petrol şirketi sadece 2000 yılından beri 1 trilyon dolardan fazla kâr etmiş durumda!

Bilim insanlarının ayrıntılı hesabına göre de insanlık, yüzyıl ortasına kadar atmosfere ancak 565 gigaton (milyar ton) karbondiyoksit daha atıp, hâlâ 2 derecelik sıcaklık artışı sınırının altında kalmayı makûl bir ölçüde –yani yüzde 80 oranda– umut edebilir. Oysa, fosil yakıt (kömür, petrol, doğal gaz) şirketlerinin ve bu şirketler gibi davranan petro-devletlerin envanterlerinde bulunan rezervler 2,795 gigaton. Yani, asgarî sınırın 5 katı! Şirketlerin bu rezervlerini –ve dolayısıyla bütün gezegeni– yakmakta azimli oldukları apaçık! (http://www.yesilgazete.org/blog/2012/08/04/kuresel-isinmanin-dehsetengiz-yeni-aritmetigi-bill-mckibben/)

Özetle, bu şirketlerin yöneticileri, James Hansen’ın çarpıcı sözleriyle “insanlığa karşı suç” işlemekteler. Ve gene özetle, şirketler kapitalizmi denen sistem, yukarıda aktardığımız gibi, evrim biyologu E. O. Wilson’a göre insan türünü yokolmaktan kurtarma ihtimali hâlâ mevcut olan tek şeyi gerçekleştirmekten, yani insanlık durumu karşısında empati duygusu beslemekten âciz görünüyor. Bu acz, kapitalizmin geleceğine ilişkin iyimser bir kehanette bulunma ihtimalini de büyük ölçüde ortadan kaldırıyor maalesef. Nâçiz yazarınız, biraz yukarıda metafizik bir yeni dünyadan bahsederken, kendince bir metafor kullanmaya kalkmıştı. Oysa, şimdi dönüp bakınca, enerji-endüstri elitlerinin kelimenin tam anlamıyla fizik kanunlarına meydan okuduklarını, böylece kanun-dışı varlıklar haline geldiklerini, ve nihayet gerçekten fizik-ötesi birer yaratığa dönüşerek gezegeni darmaduman etmekte olduklarını görüyoruz. (Bkz.: BillMcKibben, “Obama versus Physics”, http://www.tomdispatch.com/blog/175634/)

***
Yavaş yavaş meseleyi toparlamaya çalışırsak, elimizde oldukça karanlık bir tablo var: İklim değişikliği ve ona bağlı olarak hızla yaklaşan gıda kıtlığı, insanlığın yeryüzünde bugüne kadar karşı karşıya bulunduğu en büyük varoluş krizini oluşturuyorlar. Esas olarak endüstri devrimi ile başlayan sorunun, son 30 yılda dev boyutta bir krize dönüştüğü aşikâr. Bunun temelde büyük bir etik kriz olduğu da yadsınamaz: Bunun köleliğin yasaklanmasıyla aynı ağırlıkta bir ahlakî mesele olduğunu öne süren Hansen’ın söylediği gibi, şu anda yaşayan nesiller, âcil önlem alınması konusunda çocukları ve torunlarına karşı herşeyin önüne geçen bir ahlakî yükümlülük taşımaktalar: “Bizim annelerimizle babalarımız gelecek kuşaklar için bir sorun yarattıklarını bilmiyorlardı. Bizlerse, olsa olsa bilmiyormuş numarası yapabiliriz, zira bilim artık billûr kadar berrak.” (http://www.guardian.co.uk/environment/2012/apr/06/nasa-scientist-climate-change)

Klasik kapitalizmin krizin tetiklenmesindeki rolü tartışılabilir elbette, hatta, ona bakılırsa, meseleyi çok daha geriye, avcı ve toplayıcılıktan yerleşik tarım toplumuna geçen insanlığa kadar da götürebiliriz. Biraz daha yakına da gelebiliriz. Temelleri 800 yıl önce atılan yurttaş haklarının kökenindeki Magna Carta’ya...Ve asıl, onun yanı sıra, özelleştirmeyi engelleyip beyaz adamın medeniyetinde ilk kez “çevre haklarını” tesis eden Carta de Foresta’ ya (Ormanlar Sözleşmesi). Bugün iyice tahrip edildiği gibi, bir de üstüne üstlük, bu temel metnin belleklerimizden kazınıp silinmesine çalışılıyor. Bu çabayı ise doğrudan doğruya neoliberal ideolojinin ağır hegemonyasına bağlayabiliriz... (Bkz: Noam Chomsky, http://www.alternet.org/world/chomsky-most-powerful-country-history-destroying-earth-and-human-rights-we-know-them?paging=off) 

***
Serbest piyasa mekanizması, bu devasa varoluşsal krizi çözmek şöyle dursun, onun varlığını dahi kabul etmemeyi çıkarlarına uygun görüyor. Aslına bakılırsa, günümüzün en saygın ekonomistlerinden Profesör Nicholas Stern, daha 2007’de hedefi tam 12’den vuran bir tespit yapmıştı: “İklim değişikliği dünyanın bugüne kadar gördüğü en büyük piyasa başarısızlığıdır.” Sir Nicholas’ın çarpıcı tespitini bir sonraki mantıksal adımına götüren Naomi Klein da fosil yakıt ve enerji elitlerinin kapitalist çalışma modellerinin başarısızlıktan öte, kitle katliamı gibi bir hukuk dışılık içerdiğini söylüyor: “Fosil yakıt endüstrisinin çalışma modelinin tümü, yaşanabilir bir gezegenle bağdaşabilen miktarın 5 katından fazla karbon yakılmasına dayalı. O zaman biz de diyoruz ki, sizin çalışma modeliniz bu gezegendeki hayatla savaş halinde. Bizlerle savaş halinde. Bizim de buna karşı çarpışmamız lazım...” (Bkz.: Bill Moyers’a verdiği mülakat: http://billmoyers.com/segment/naomi-klein-on-capitalism-and-climate-change/)  

Klein bir başka söyleşisinde, “iklim krizi, kapitalizmin boynuna asılan nihaî ve en büyük hüküm yaftasıdır –en azından bu kapitalizm modelinin,” diyor. Ve, iklim krizinin çözümleriyle ekonomik krizin çözümlerinin aynı olduğunu belirtiyor. Klein’ın önümüze koyduğu kolektif mücadele hedeflerini özetlersek:
·        Demokrasiyi geri getirmek
·        Kamusal alanı canlandırmak
·        Şirketleri zapturapt altına almak ve regüle etmek
·        Ekonomileri yeniden yerel ve bölgesel hale getirmek
·        Kirletenleri ve zenginleri vergilendirmek
·        Karbonu müterakki bir şekilde fiyatlandırmak
·        Sisteme temel adalet ve hakkaniyet ilkelerini getirmek
·        Sınırsız kâra ve sürdürülmez büyümeye alternatifler inşa etmek...

Ekonomik ve  sosyal adaletin gerçekleştirilmesi için verilen tarihi mücadelelerle iklim adaletini gerçekleştirmenin âciliyeti, yerelden küresel düzeye kadar birbirine bağlı, bağımlı ve birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturuyor. Giderek bir canavar halini alan bu ekonomik modelin yeryüzünde insanları inanılmaz bir şekilde yüzüstü bırakmış olduğu açık. “Ama,” diyor Klein, “onu dönüştürüp, bizi mahvetmeyecek birşey haline getirmek yerine, hâlâ hayattaki asıl amacımız bu modeli kurtarmakmış gibi davranıyoruz.” (Bkz.: Wen Stephenson’a verdiği mülakat: http://thephoenix.com/boston/news/148879-id-rather-fight-like-hell-naomi-kleins-fierce// , Türkçesi: Yeşil Gazete, 20.12.2012, çev: Özde Çakmak)

Hayatta böylesine canavarca bir modelin, asıl kurbanları tarafından canla başla savunulması için uğraşmak kadar kadar patetik ve absürd bir çaba düşünmek bile zor. Ne var ki, ortalık, işlerin tam da böyle olduğunu gösteren örneklerle dolu. Yazar ve aktivist Chris Hedges’ın yazdığı gibi, ekonomik ve ekolojik sistemlerimiz çorap söküğü gibi gider ve tel tel dağılırken, küresel kapitalizmin makinesini durduracak duygusal ve fikrî yaratıcılıktan yoksun haldeyiz.

Avrupalıların, Avro-amerikalıların ve öteki sömürgecilerin 500 yıl boyunca her yeri istilâları, yağma ve talanları, yakıp yıkmaları ve karşılarına çıkan tüm yerli halkları katledip önlerine çıkan her şeyi kirletmeleriyle dünyayı ele geçirmeleri sürecinin sonuna geldik. Bu 500 yıllık sürekli genişleme, yayılma ve refah süreci, bize hem kolay, hem de normalmiş gibi geliyor. Modern olmanın ilerleme, büyüme ve hep daha fazlasını elde etme demek olduğu fikri, antropologlarca ideolojik bir patoloji diye adlandırılıyor. Oysa, bunun anormal olduğunu, tarihte pek ender rastlandığını ve ileride bir daha tekrarlanmayacağını artık idrak etmek zorundayız. O da yetmez: iklim değişikliği tehdidine karşı hızla, kıyasıya mücadeleye girişmek zorundayız.

***

Yeryüzünün gelmiş geçmiş en zengin, en kudretli kapitalist şirketlerinin çalışma modellerini hedef alan bir mücadelenin kolay olacağını şimdiye kadar kimse söylemedi tabiî. Öyle olmayacak, bu kesin. Ama, şu da var: Bir zamanlar Enternasyonal marşının dillerden düşmeyen mısralarında olduğu gibi, “bu kavga” –muhtemelen– “en sonuncu kavgamız” artık. Bu da aynı derecede kesin görünüyor. Birçok örnek var: Kuzey Amerika yerlileri, egemen oldukları topraklarını, nehirlerini, derelerini enerji şirketlerinin talanına açmak için torba kanunlar çıkaran Kanada hükümetine karşı tarihî bir ayaklanma başlattı... ABD’de binlerce aktivist suları, toprağı zehirleyip iklimi değiştirecek en kirli karbonu taşıması planlanan katran kumu boru hatlarını döşeyecek makinelerin önüne bedenlerini koyup kendilerini gözaltına aldırıyor... Şubat’ta Başkanlık Günü’nde ise Beyaz Ev’in önünde ABD’de onyıllardır görülmüş en büyük toplu protesto hareketinin gerçekleşmesi bekleniyor... 190 ülkenin, yani neredeyse dünyadaki bütün ülkelerin gençleri, “Küresel Eksen Değişimi” (Global Power Shift) hareketi çerçevesinde Haziran’da İstanbul’da buluşuyor ve BM’yi artık utandırıp nihayet eyleme geçmeye zorluyor...

Bu arada, şirket kapitalizminin kalbinden önemli bazı istisnalar çıkmıyor da değil: Örneğin, 100 milyar doları aşkın bir parayı kontrol eden “über fon” GMO’nun yöneticisi Jeremy Grantham, en saygın bilim dergilerinden birine yazdığı makalede, iki kilit noktada, yani küresel ısınma ve büyüyen gıda krizi konusunda bilim insanlarını ve herkesi, sivil itaatsizlik de dahil, kuvvetli bir mücadeleye çağırmaktan geri kalmadı.

Sonuçta, ABD’nin eski Başkan danışmanlarından Yale eski dekanı ve yazar James Gustave Speth’in dediği gibi, “bugüne kadar hep, mevcut politik ekonomi sistemi içinde çalıştık, ama asıl gerekli olan, sistemin kendisinde dönüşümsel bir değişiklik. Hal böyle olunca, sistemin içinde çalışmak bir işe yaramaz.”(Bkz.: http://www.thenation.com/article/168026/beyond-corporate-capitalism-not-so-wild-dream#)

Speth, aslında reform değil, temel bir sistem değişikliği öneriyor: Kapitalist sistemin işleyişinin toptan değiştirilmesini, değişik bir sosyopolitik sisteme geçilmesini. Buna da, bildiğimiz kadarıyla, reform değil, düpedüz devrim denir.

***
Şek şüphe yok ki şirket kapitalizmi buna karşı müthiş bir direnç gösterecek, militarizm ve polis devleti dahil, tüm “gizli” ve açık silahlarını devreye sokacak, en ağır baskı ve sömürü biçimlerini deneyecektir. Hatta, yazının başında Wallerstein’den naklen, varlıklı ve ayrıcalıklı kesimlerin piyasa mekanizmasını belki terkedip sırf kaba kuvvete ve yalanlara dayalı, yani kapitalist olmayan bir baskı rejimini zorlayabileceklerini zikretmiştik. Onlara bu konuda çok “yardımcı” olabilecek bir faktörü de, yine Wallerstein, bir sonraki yazısında dile getiriyor: İklim değişikliği, salgın hastalıklar ve “teroristler”in eline geçebilecek nükleer ve kimyasal silahlar korkusuyla gitgide içine kapanan ve yabancı düşmanlığı dozu gitgide yükselen kitleler. Hemen her yerde rastlanan bu eğilim, baskı rejimleri kurmak isteyenlerin elini güçlendirmekte.

Ama tabiî, tam karşı cephede, nispeten demokratik ve nispeten eşitlikçi yepyeni – hatta tarihte benzeri görülmemiş– bir toplumsal sistem kurmak isteyen kanat da var. O kanadın da, mücadelesini yürütürken, bu yeni eğilimle baş edecek siyasi stratejileri geliştirmek için daha da zorlu bir uğraş vermesi gerekecek. (http://www.binghamton.edu/fbc/commentaries/, 15 Ocak 2013)  

Şurası açık görünüyor: Elimizdeki –yani dünyanın ezici çoğunluğunu oluşturan sıradan insanların elindeki– tek şans bu: Vargüçle mücadele – sonuna kadar!

Peki, kaybedersek ne olur? Yani, iklim değişikliği tehdidi ile başetmek üzere bu olağanüstü zorlu mücadeleye girip, o büyük dönüşümü gerçekleştirmeyi başaramazsak? Chris Hedges, tarihçi ve yazar Ronald Wright’ın bu soruya verdiği basit ve çarpıcı cevabı aktarıyor:
“Bu büyük deneyde çuvallarsak, yani maymunların kendi kaderlerini ellerine alacak zekâ seviyesine erişme deneyi başarısız olursa, doğa omuz silkecek, ‘laboratuarı yönetmeyi maymunlara bırakmak eğlenceliydi, ama nihayetinde kötü bir fikirdi’ diyecektir.” (Hedges, “The Myth...,” agy)

Aktivist yazar Rebecca Solnit’in sözleriyle bitirelim: “Kavgaya girerseniz, belki kazanabilirsiniz,” diye yazıyor, o basit ve dobra tarzıyla. “Girmezseniz, daima kaybedersiniz.” (http://www.tomdispatch.com/blog/175632/)

Ömer Madra

16 Ocak Çarşamba